2023 yılında, sanatla ilgisi olmayan bir şekilde “yasakçı” anlayış nedeniyle yapılamayan Antalya Uluslararası Altın Portakal Film Festivali, biraz da çekinerek kaçıncısı olduğunun belirtilmediği bir afişle tanıtıldı ve gerçekleştirildi.
Antalya, Altın Portakal ile sanatın gözlerinin üzerine çevrildiği bir kent; tamam, turizm deyince dünyanın da önde gelen merkezlerinden biri, ama bu, yani sanatla buluşması çok daha değerli, çok daha kalıcı…
Açılışta, birkaç gün öncesinde, “Özgür Portakal” adıyla düzenlenen ve yine aynı anlayışla filmlerin yasaklandığı bir etkinlik üzerine birilerinin birkaç cümleyle de olsa değinmesini bekledik. Olmadı. Birkaç gün önce “Özgür Portakal” etkinliğinde film yasaklayan Vali’nin, açılış gecesinde kendisini ne kadar demokrat, özgürlükçü, dahası sinema sevdalısı olarak göstermesiydi. İşin kötüsü, kimse itiraz etmedi. Sizce de ilginç değil mi?
Bir ilginçlik daha yaşandı… Diğer tüm mesleki kurumların arasından bir tek SİYAD, haklı bir gerekçeyle Altın Portakal’ı protesto etti. Ancak etkinliklerde görev ya da sorumluluk alan üyeleri kişisel olarak değil dernek adına katılmıştı. Aşağıda sinemanın sektör olamadığından yakınırken bunun katkısını da unutmamalı.
FESTİVAL, DERİN VE ENGİN…
“Biz varız bu filmin içinde” ile sunulan ve açılışta 61’incisi olduğu belirtilen “Altın Portakal”ın, sonuçlarını hepimiz biliyoruz. Jürinin seçimini muhakkak ki tartışabiliriz, eleştirebiliriz ama ben festivalin hemen hiçbir yerde üzerinde durulmayan (başlığa da çıkarttım) “büyüklüğü” üzerinde durmak istiyorum.
Ağırlıklı olarak kadın filmi diyebileceğimiz, kadının yaşamı üzerinden kurulan filmler yarıştı (ilginçtir, kısafilmlerde de kadın konusu ağırlıklıydı; forumda da bir erkek yönetmenin kadın temalı çalışması ödüllendirildi). Pozitif ayrımcılık açısından önemli bu durum. Darısı diğer zorunlu temel haklar üzerine kurulan filmlere…
Altın Portakal’a sadece film yarışması üzerinden bakarsak yanlış yaparız. Birçok yerde film yarışması yapılıyor, ama hiçbiri bir “Altın Portakal” değil, bütün eksiklerine, yanlışlarına, hatalarına rağmen. Altın Portakal, forumları, pitchingleri (az, öz iş), çalıştaylarıyla sektöre destek ve/veya mihmandar olmaya çalışıyor son on yıldır. İşte sadece bu amacı için bile “büyük” Altın Portakal.
Kısafilm ve belgesel artık her yarışmanın, her festivalin olmazsa olmazı oldu. İkisi de, ama özellikle kısafilm (bağımsız, bağlantısız, sadece söylemek istediğine odaklandığı ve asla tecimen kaygılar gütmediği için) sinemanın ya da görsel düşün evreninin temel taşı. Onlarca iletişim fakültesinde (bu kadar çok fakülte olmasının yanlışlığını belirtmek gerekir) yüzlerce arkadaş, bir umut, düş(ünce)lerini hayata geçirmeye çalışıyor. Çok önemli ve çok gerekli… Yeni bir bakış yeni bir anlayış ve yeni bir dünya, arkadaşlarımızın amaçladığı. Zaten kısafilm (işte en tam da o nedenle bitişik yazılmalıdır) bir anlayıştır ve asla uzun filmin özeti değildir.
Kısafilmci arkadaşlarımız hem panel, oturum, seminer gibi olanaklardan yararlandı hem de -tabii ki, dileyenler- nasıl bir sektörde ne gibi sorunlar yumağıyla çevreleniyoruz diye çalıştayı takip etti, ustalarla tanıştı, düş(ünce)lerini ve duygularını paylaştı.
Sinemanın o kendine has -belki de hiçbir sanat dalında bu denli geniş değildir- diliyle daha geniş olanaklar, daha güçlü hazırlıklar (buna proje oluşturmaktan senaryo yazmaya, çekimden post prodüksiyona, hatta gösterime kadar) amaçlı yapılan forumlar genç sinemacılar kadar sektörün geleceği için de önemli ve gerekli. Bunu, neden (kasap çengeli misali kocaman soru işaretleriyle) okullar ve diğer festivaller de yapmaz, anlam veremiyorum.
DEVLET AMA HANGİ DEVLET?
Sinemanın ülkemizde belirleyici olduğu kadar bir sektör olamadığı da kabul edilmeli. İki (yoksa üç mü) sendika, on iki meslek birliği, onlarca dernek/festival ile başlangıcından bu yana sektör olamamış sinemamızın kurtuluşunu devlete bağlayan bir konuşma dinledim çalıştayda. Aynı oturumun bir diğer konuşmacısı, devletin ağır sansür tehdidiyle (bırakın ifade ve düşünce özgürlüğünü, yasa ve yönetmelikleri, Anayasa’nın bile hiçe sayıldığı ülkemizde, en önce yasakları vurgulamak gerekir) yüz yüze kaldıklarını söyledi. Sorulması gereken, hangi devletin desteğini istiyoruz… Sosyal devlet özelliklerinin (barınma, beslenme, eğitim, sağlık, sosyal/kültürel yaşam) hiçbirini göstermeyen devletin sinemaya katkısı olacağını düşünemiyorum. Olsa bile, göstermelik ve içinde yasak ve sansürle dolu olacaktır bu katkı. Kültür Bakanlığına başvuruda bulunan birçok sinemacı talebinin geri çevrildiğinden yakındı; baktığınızda hiçbir sakıncası olmayan projeler, tıpkı halka ulaşması engellenen (yasaklanan demek daha doğru) “Kanun Hükmü” belgeseli gibi… “Kanun Hükmü” güncelliği nedeniyle dillendiriliyor, oysa gerek Kültür Bakanlığı’nın gerekse Antalya’nın geçmişinde buna benzer çok dert var. Belki de en doğrusu, kendi gücüne güven ve devlete de “gölge etme başka ihsan istemez” demek. Zor, biliyorum, imkansız hatta ama hedefimiz bu olmalı. Sendikal çalışmaları, meslek birliklerinin yetkinleşmesi ve güçlenmesi için mücadeleleri arttırmalıyız en önce. Eğitim de var, ama o başka bir sorun; onun için fakültelerin ve öğretim üyelerinin yetkinleşmesi gerekir, düşünülmeli…
DAYANIŞMA YAŞATIR!
Altın Portakal’da yarışan ve/veya yarışma dışı gösterilen filmlere, belgesellere, kısafilmlere, çalıştay, forum ve toplantılara ilgi çok yüksekti. Altın Koza’dan farklı olarak -çok küçük- bir bedelle satılan biletler birçok film için anında tükendi. Seyircinin yoğun ilgisi muhteşemdi, her filmi alkışlamaları gelecek için umutlu rüzgarlar estiriyordu.
Festivallerin kazandırdığı ödül değil ki sadece, ilişki ve paylaşım… Herkes birileriyle ya düşüncesini ya projesini ya yapılacak (senaryodan gösterime kadar her alanda her tür) işlerini paylaşıyor, öneri ve talep bekliyor ama en önemlisi de sinemanın geleceğini şekillendiriyor.
Nice festivallere, nice projelere, nice güzelliklere…
Yaşasın sinema, yaşasın sanat!
Yaşasın dayanışma!