Türkiye’nin ilk yüz yılında spora dair pek çok kişi bulur, pek çok vaka ile karşılaşırsınız. Bu, değişmez ve sabittir. Ancak burada önemli olan, bu olay, kişi ya da olguları aktarım yaparken nasıl yansıttığınız ve süreci hangi yöntemle ele aldığınızdır. İşte, buradaki farklılıklar sizin o periyodu nasıl gördüğünüzü ve hangi ideoloji yani hangi bakış açıları kümesi merceğinden masaya yatırdığınızı gösterir.
Ve asla önemsiz değildir.
Koskoca 101 yıl… Bir ülkenin başından geçen çağdaşlaşma adımları, olimpiyatlar, organizasyonlar, emekleme sürecinden olgunluk dönemine kadar yaşanan envai çeşit hayal kırıklığı ya da her defasında yaşanan ilkler… Cumhuriyet’in ilk yüz senesinde bunların tamamı ve daha fazlası mevcut. Ancak burada yine de önemli olanlar, 1923 Cumhuriyeti ile birlikte açılan yolun ürettiği doğal açmazlardır. Cumhuriyet, hem sınıfsal rotası ve tercihleri hem de bu rota nedeniyle ulaşabileceği maksimum sınırları gereği aydınlanma ve modernleşme dalgasıyla alınan yolu tüketmiş, spor alanı da bu tükenişin ortaya koyduğu gerçek bir çürüme halinin cisimleştiği bir örnek olarak öne çıkmıştır.
Cumhuriyet’in sporla iç içe geçmiş ilk yüz yılında ve adım atılan ikinci yüzyılın henüz başlangıcında belirgin farklar var. Bu yüzden bu iki yüz yıla ilişkin sorulacak sorular da başkalaşıyor. Keza gerçekleşen kırılma anlarının tarihsel önemi başta olmak üzere, egemen siyasetin dayattığı spor düzeni, siyasetin kendi düzeninden ne farklıdır ne de ondan ayrı bir işlevi vardır. Ve oldukça basit ve sadedir: “Sporun iktidar yapısı ve onun ideolojisi, ülkedeki iktidar yapısını büyük ölçüde yansıtır, tekrarlar”.
CUMHURİYET FİKRİ VE SPORUN BULUŞMASI
Ülkemizde sporun tarihi, Cumhuriyet’in tarihine paralel olacak şekilde aktarılmak istendiğinde, futbolun bu anlatımda açık ara diğer branşlar üzerinde tahakküm kurduğu gözlemlenir. En çok ilgi gören, kitleselliği yüksek, ideolojik manipülasyona açık ve bir o kadar da sistemin en çok rağbet gören spor dalı olarak futbol, ülkenin siyasi tarihine de iz bırakmıştır. 1908’den 1923’e, geç Osmanlı ya da erken Cumhuriyet diye tarif edebileceğimiz dönemde, 2. Meşrutiyet yıllarında bir “müdahaleler çağı” açıldığına futbol üzerinden şahit oluruz. Eğer Cumhuriyet’in kuruluşunu takvimsel olarak biraz esnetirsek, 2. Meşrutiyet’ten 1923’e kadarki İttihat Terakki’yi de içerisine alan dönemi spor-siyaset ilişkisi açısından tahlil etmek gerekecektir. Neden mi? 1908’de başlayan ve 1923’te Cumhuriyet fikri ile açılışını yapan birinci yüzyılda futbolun milliyetçilik, Türkçülük ve İslam hevesi yoğundur. Bu kimi zaman bir ideolojik manevra olarak izlenir, çoğu zaman ise açık bir iktidar müdahalesi halini alır.
Normaldir.
Bu durumlara erken Cumhuriyet döneminde de sıklıkla rastlanacaktır. Cumhuriyet’in kuruluşundan bir sene sonra dahil olunan, 1924 yılının yaz aylarında Fransa’da düzenlenen Paris Olimpiyat Oyunları ise genç Cumhuriyet’in ilk uluslararası organizasyon denemelerinin başında gelir. Maksat hasıl olmuştur. Hedef, yeni Cumhuriyet’in görünürlük ve diplomatik meşruiyet kazanmasıdır.
Sporun, bir diplomatik araç olduğu gerçeği ise yüz yıldır hiç değişmemiştir.
Öte yandan Milli Olimpiyat Komitesi’nin, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın kuruluşu, Anadolu’da Demirspor’ların, Milli Mensucat’ların, Sümerspor’ların, “Türkgücü-İdmanyurdu” ya da “Türkocağı-İdmanocağı” rekabetlerinin, kulüpçülük ve devletçilik bağlamında öne çıkarılması boşa kürek çekmek değildir.
Dönemin nesnel koşullarının yansımasıdır.
Ancak bu parantez kapanacaktır.
DP’Lİ YILLARDAN 12 EYLÜL’E
Yeni açılan parantezde ise devletin ağırlığının arttığı bir spor iklimi ve literatürü vardır. Halkevleri’nin yayın organı Ülkü Dergisi’nin sporda devletçilik savunusu baskındır. İktidar partisi CHP’nin spora ilgisi zirve görmüş, PTT, DSİ, Köy Hizmetleri gibi takımlar kurulurken, yine bir kamu müdahalesi olarak kurulan ya da desteklenen Çaykur Rizespor, TKİ Linyitspor, Batman Petrolspor ya da MKE Ankaragücü gibi kulüpler de artık spor sahnesine çıkmıştır.
Nasıl şüphe olsun; Cumhuriyet’i ve ardından gelen süreci en iyi anlatan yine futbol ve onun uzuvları olmuştur.
Çünkü futbol, o dönemde de bu konjonktüre benzer şekilde gerek toplumsal tahakküm manevrası yapmak gerekse de bir kontrol mekanizması işlevi görmek için araçlaştırılmıştır. Demokrat Parti (DP) yıllarında “dışa açılan” spor, alabildiğine politikleşirken, futbolun ağırlığı artık tartışılması güç bir konuma erişmiştir.
Açıktır ki, futbol hem bir “milli kimlik” edindirme fonksiyonu olarak göreve çağrılmış hem de toplumsal kutuplaşma ve zıtlaşmaların bertaraf edilmesi ve halkın amiyane tabirle “gazının alınması” misyonu için yeniden icat edilmiştir.
Ancak icat, önce felaket sonra da ricat doğuracaktır.
1967’de yapılan Sivas-Kayseri maçında çıkan ve Anadolu burjuvasinin serpilmeye başladığı yıllara denk gelen çatışma hali sonucunda 40 kişinin ölmesi ve 100 kadar yurttaşın yaralanması kırılma anlarından birisidir.
Vaka, salt bir futbol katliamı tespiti üzerinden değil, ekonomik ve sosyal koşulların tetiklediği bir bağlamda okunmalıdır.
Ancak bu, sadece artçı şoktur. Aslolan ana sarsılmanın büyüklüğü DP’nin iktidar olmasında ve ülkenin kodlarına yaptığı müdahalede aranmalıdır. Özel sektör ve piyasalaşmanın “Adalet” isimli kulüp örneği üzerinden ilk kez kamuoyu önüne çıktığı bu dönemde, liberal ve profesyonel spor paradigması öne çıkartılmış ve İstanbul’un üç büyüklerinin yönetimlerine Demokrat Parti’li vekiller atanmıştır.
MÜDAHALEDEN İŞGALE: CUMHURİYET’İN SON VİRAJI
Ardından gelen 80 darbesi ise AKP’ye gelen yolun işaret fişeğidir. 12 Eylül ile başlayan liberal ve İslami model, medyanın, sporun ve bir bütün olarak siyasi arenanın mutlak dönüşümünü dayatmıştır. 24 Ocak kararları ve özelleştirme furyası, Naim Süleymanoğlu’nun 1 milyon dolarlık transferi (kaçırılışı) liglere ve kulüplerin pozisyonlarına yapılan sayısız müdahale, baskı ve ardından gelen seyirci profilinin, mali kaynakların yapısının ve tüketici davranış kalıplarının dönüşümü gibi endüstriyel birçok dönüşüm, AKP döneminde sporun “karşı devrimci” akla teslimini de kolaylaştırmıştır.
12 Eylül sonrasında kurumsallaşan Özalist dayatma, sınıfsal olduğu şüphesiz anti-komünist bir kimlik ve refleks geliştirirken, bunu AKP’ye devretmekte de başarı göstermiştir. Bilakis 1990’lı yılların başında ve Sovyetler Birliği’nin de çözülüşüyle birlikte dünyayla eş zamanlı olarak spora dahil olan iş (business) kavramı futbolun ekonomik olarak kamusal niteliğinden ayrıştırılması anlamına gelecektir.
AKP’li yıllarda ise spordaki basınç, yerini açık bir işgale bırakmıştır.
Federasyonlar ve kulüpler birer iktidar unsuru haline gelirken, spor ile siyaset ilişkisi hiç olmadığı bir seviyede buluşmuştur. Anlayacağımız, şimdiki durum, aniden ortaya çıkmamıştır. Dip gören spor gazeteciliği, olimpiyatlardaki madalya sefaleti, spor medyasındaki tekelleşme ve her tür şiddete varan süreç adeta kurumsallaşmıştır.
Öte yandan burada da kırılma noktaları vardır. Bunlardan bazıları arasında komünist sporcu Metin Kurt öncülüğünde başlayan sendikalaşma deneyimi, 3 Temmuz kumpas süreci ve hiç kuşkusuz ki tarihsel bir örnek olarak olgunlaşan ve taraftarlığı da dayanışma etrafında buluşturan 2013 Gezi Direnişi vardır.
Ancak etkisi siyasi alanda sınırlı ve düzen içi kalan kırılma, sporda karşı bir direnci örgütlemekten uzaklaşmış; spordaki çürüme hali yerini kokuşmaya bırakmıştır.
Cumhuriyet’in ilk yüzyılında milenyumda kazanılan UEFA Kupası ve Süper Kupa, 2002 Dünya Kupası’ndaki 3.’lük, Kadın Voleybol Takımı’nın kazandığı eşsiz başarılar, bireysel branşlarda elde edilen madalyalar ve kupalar, ampute milli takım sporcularının yadsınamaz şampiyonlukları ya da unutulan veya sehven pas geçilen diğer birçok branştaki 100 yıla yayılan başarılar, Cumhuriyet’in tarihsel birikiminin ve spor alanına yaptığı aydınlanma yığınağının erken ya da geç sonuçları, ürünleridir.
Ancak Cumhuriyet’in ilk yüzyılında asıl eksik, gerçekten eşitlikçi, dayanışmacı, aydınlanmacı, laik ve özelleştirmeden arındırılarak emekçi halk adına devletleştirilmiş bir spor anlayışının anayasal bir hak olarak kurumsallaşmamasında aranmalı ve Cumhuriyet’in ikinci yüz yılı asıl sportif başarıyı bu arayıştan emeği merkeze alan bir anlayışla çıkartmalıdır.
Tespit ve kabul olunan eksik, çözümün de anahtarıdır.
Birinci Cumhuriyet, 1923’ten bile geriye düşmüş, içeriği boşaltılan salt bir sözcüğe dönüştürülmüşken, sporun kendisini muhafaza ve müdafaa etmesi ne kadar olanaklıysa; mücadele etmeden bir kazanım elde etmek de bir o kadar hayaldir.
Kabul etmek gerekir; 1. Cumhuriyet bitmiş, gücü daha çok ilerlemeye yetmemiştir.
Yerinde sayan, yerini kaybetmeye ve ötelenmeye mahkumdur.
Sonundayız; Kurthan hocadan alıntıyla başlamıştık, yine benzer şekilde bitsin.
100 yılın gerçek bir özetidir.
“Türkiye’de spor, devlet denetiminden ancak devlet izin verdikçe çıkabilmiş bir uğraşı; Türkiye’de spor yönetimi, toplumsal ekonomik bütünün bağımlı değişkeni; spor yönetiminin tarihi de, son tahlilde, Türkiye’nin toplumsal, ekonomik, siyasal ve yönetsel tarihidir”