Berlin Duvarı 9 Kasım 1989’da yani tam otuz beş yıl önce yıkıldı. Bu, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından başlayan Soğuk Savaş döneminin bitişini simgeliyordu. Savaşı kaybeden Almanya, 1945’te ABD, İngiltere, Fransa ve SSCB tarafından dörde bölünmüştü. Liberalizmde ortaklaşan ilk üç devlet, Federal (Batı) Almanya Cumhuriyeti’ni kurmuştu. Komünist SSCB ise Demokratik (Doğu) Almanya Cumhuriyeti’ni. Doğu’nun otoriter yönetimine karşı Batı’nın “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”ini tercih edenler, buraya göçmeye başladı. Demokratik Almanya Cumhuriyeti, Batı’ya geçişleri durdurmak için 1961’de Berlin Duvarı’nı inşa etti.
Berlin’i ikiye bölerek Doğu ve Batı Almanyaların sınırını belirleyen duvar, sadece 155 kilometrelik bir taş yığını değildi. Doğu’da komünizmin, Batı’da liberalizmin yaşam alanlarını gösteriyordu. 28 yıl sonra yıkılışı, Doğu Avrupa komünizminin sonu mu demekti? Yoksa komünizmin, duvarların ardında kalmaması gerektiğini mi söylüyordu? İnsanlığın özgürlükle sınavı… Bunu incelemeyi sosyal bilimlere bırakalım. Biz, Berlin Duvarı’nın yıkılışının yıl dönümüne atfen kentleşme tarihinden yola çıkarak edebiyatta duvar metaforuna bakalım.
ORTA ÇAĞ AVRUPA’SINDAN BUGÜNE…
Kent tarihlerinin duvarla karşılaşması eski. Antik Dönem’de kalelerden başlayıp yerleşim yerlerini çevreleyen surların kalıntılarına bugün de rastlarız. Örneğin İzmir’de Helenistik Dönem’de Kadifekale’den (Pagos) merkeze inen surlar yapılmış, bu duvarlara da şehre giriş kapıları açılmıştı. Bugün Kapılar diye andığımız semt, adını Kadifekale’nin doğu surlarındaki kapısından alır.
Modernizm öncesinde, Orta Çağ Avrupa’sında da kentler, duvarlarla çevriliydi. Kentlere girmek için sur kapılarındaki güvenlik engelini aşmak gerekirdi. Duvarların içinde ve dışında yaşamak, toplumları, ülkeleri dönüştürdü. Orta Çağ’da Avrupa’da soylular, ruhban sınıfı ve köylüler, asıl sınıflardı. Bir de bunlara hizmet eden ara katmanlar olan paralı askerler, esnaf, zanaatkâr ve küçük tüccarlar vardı. Soylular surların içindeki şatolarda, ruhban sınıfı kilisede, köylüler surların dışındaki tarlalarda yaşardı. Soylu ve köylü olmayan ama para kazanarak ve eğitimle büyüyen yeni tüccar sınıf da kent duvarlarının içindeydi. Şatonun dışında ama duvarların içinde… Bu yeni gelişen sınıfa burjuvazi dendi. Etrafı surlarla çevrili yerleşim alanı demek olan “burg”, burjuvazi sınıfını adlandırmıştı.
Sonra bu sınıf, Avrupa burjuva devrimlerini yapacak; Sanayi Devrimi, makineleşme, sermaye piyasaları, işçi sınıfı hareketleri, kentleşme, göç, laiklik, ulus devletler, cumhuriyet şeklinde uzayıp giden hikâyemizi yazacaktı. Bir duvarın kenarından kalkıp harekete geçenler, dünya tarihini değiştirdi.
METAFOR OLARAK DUVAR
Tarih içinde taşıdığı anlamlarla duvar, edebiyatta çok güçlü bir metafordur. Edebiyat, metaforların değişkenliğini, kabına sığmazlığını, geniş anlamlarını, sürprizlerini, sembollerin sabitliğine tercih eder. Duvar, ayırır, böler, dışarıda ya da içeride bırakır. Bu nedenle modern edebiyatta duvar metaforu; tecridi, ayrımları, hapishaneyi, ön yargıları, muhafazakârlığı anlatır. Hikâyenin, kahramanın dönüşümü de bu duvarın aşılmasıyla gerçekleşir. Örneklediğimiz bazı edebiyat eserlerinde olduğu gibi…
VIRGINIA WOOLF, DUVARDAKİ İZ
Bir duvara bakarak neler görebiliriz? Tarihin hangi dönemlerinde hangi olaylarda gezinip kendi ruh halimizi nasıl tanımlayabiliriz. Karşıdan bakınca delilik gibi görünen bu durum, Virginia Woolf’un “Duvardaki İz” adlı öyküsünde bir edebiyat başyapıtına dönüşür. Küçük, yuvarlak bir izdir duvardaki. Bir odada, şömine rafının on beş yirmi santim kadar üzerindedir. Anlatıcı karakter koltukta otururken baktığı ve tanımlamaya, anlamaya çalıştığı bu izde neler görür? Gazete haberleri, Victoria Dönemi, savaşlar… Virginia Woolf, edebiyatta bilinç akışı tekniğinin kültleşmiş örneğini yazmıştır.
CHARLOTTE PERKINS GILMAN, SARI DUVAR KÂĞIDI
İlk feminist ütopya yazarlarından Charlotte Perkins Gilman’ın “Sarı Duvar Kâğıdı” öyküsü, yazıldığı 19. yüzyıl Amerika’sında yani Sanayi Devrimi sonrasında orta üst sınıftaki kadınların durumunu gösterir. Yazar, kurguyu kendi hikâyesinden hareketle yazmıştır. Mekân, yine bir evdir. İçeride tutulan kadını anlatır. Orta üst sınıftan bir doktorun karısı, postpartum (lohusalık bunalımı) sürecindedir. Yazmayı ve okumayı çok seven kadına, doktor eşi ve doktor erkek kardeşi tarafından yazmak yasaklanır. Aklını böyle şeylerle bulandırmamalıdır. Eşi, üç ay için şehir dışında bir malikâne kiralar. Bebeklerini ve kız kardeşini de alarak buraya gelir. Öykünün anlatıcı karakteri olan kadın, zemin katta, bahçeye çıkan, iyi döşenmiş odayı ister. Fakat eşi, çatı katında, eskiden çocuk odası olarak kullanılan odayı uygun bulur. Sarı duvar kâğıtları yer yer soyulmuş, yırtıkları yol yol olmuş, desenleri yaratıklara benzemiştir. Gizlice yazarak üç ay geçirdiği bu odada deliliğin sınırına gelir. O çağda zaten delilik de bir “kadın hastalığı”dır. Kadınlar, ev, eş ve çocuk dışında bir şeyle ilgilenirse delirebilir. Gilman, kadınların tecrit edilmesini, özgürlüklerinin elinden alınmasını duvar metaforuyla okurun zihninde canlandırır.
SABAHATTİN ALİ, DUVAR
Evler gibi cezaevlerinin de duvarları edebiyata yansımıştır. Gilman’ın “kirli sarı” diye nitelediği duvar kâğıdı, bir cezaevi tasviridir aslında. Aynı, Sabahattin Ali’nin, Sinop Cezaevi’nden yazdığı mektupta dediği gibi:
“Duvarlar… İsten ve kirden yer yer lekelenen, kirecin rengi sararak pis bir sofra örtüsüne dönen kalın taş duvarlar… Taş duvarların dibinde yığılı, üzeri eski kilim veya yırtık battaniyelerle örtülü yataklar… Daima yanlış çalan bir duvar saati, altındaki çivide pis bir havlu, bir bağlama, bir eski yelek. Ve en solda, köşede bulaşık kaplar… Ve ben düşünüyorum…”
Sabahattin Ali’nin, surları Karadeniz’in dibinde olan Sinop Cezaevi’nde yazdığı, “Dışarda deli dalgalar, gelir duvarları yalar” dizelerini bilmeyenimiz yoktur. Pek çok yazarın gelip geçtiği bu cezaevinde Sabahattin Ali’nin yazdığı “Hapishane Şarkıları”nın beşincisidir, “Aldırma Gönül”. Sinop Cezaevi, Ali’nin “Duvar” adlı öyküsünün de mekânıdır.
Anlatıcı kahraman, hapse düşmüştür. Öykü, mahpushane tasviriyle başlar: “Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içinde bir hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş odalarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı. Tüylerinden sular damlayarak surların arkasından yükseliveren deniz kuşları demir parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarlar ve hemen uzaklaşırlardı.”
İnsanı en büyük hürriyetlere götüren deniz, on adım ötesindedir. Sonra aradaki kalın kale duvarlarına bakar. Denizi yalnız muhayyilede görür. Hapishanede her şey, hürriyeti gözlerinin önüne kadar getirmek, sonra birdenbire çekip götürmek için yapılmış gibidir. Böyle tasvir eder. Hapishane duvarları öyküde, yaşamla ölüm arasındaki sınırdır.
JEAN PAUL SARTRE, DUVAR
Jean Paul Sartre’ın “Duvar” öyküsü de cezaevinde böylesi bir hayat-memat kavşağında geçer. İspanya İç Savaşı sırasında milliyetçiler tarafından yakalanan ve idama mahkûm edilen cumhuriyetçi üç gencin, idam öncesi hücrede geçirdikleri geceyi anlatır. Cezaevi duvarının önü, birinin canına karşılık diğerinin canının alındığı mekândır. “İnsan özgürlüğe mahkûmdur” diyen, varoluşçuluk felsefesinin öncüsü Sartre, varoluşun önünde sonunda eşitleneceği noktaya, ölüme taşır okuru. Bir duvarın önündeki ölüme… Anlatıcı kahraman Ibbietta, ölümden kurtulup özgürlüğe mahkûm edilmiştir. Ama duvar, hayatın tekinsizliğinin, karanlığın, tuzakların ve kaçınılmaz sonun sembolüdür.
NAZIM HİKMET, BUGÜN PAZAR
Ankara ve Bursa cezaevlerinin duvarları -ironiktir ama- usta şairimiz Nazım Hikmet’e en güzel şiirlerini yazdırır. Şair, duvarların ardına, kendisinden esirgenen özgürlüğe şiirle, edebiyatla varmıştır. 1938’de Ankara Merkez Cezaevi’nde yazdığı “Bugün Pazar” şiirini anımsayalım:
Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben…
Bahtiyarım…
Nazım Hikmet’in o anda sırtını dayadığı duvar, yalnızca taştan ve demirden midir?
FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL, HAN DUVARLARI
Cumhuriyet Dönemi şiirimizin önde gelen örneklerinden Han Duvarları’nda, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ulukışla’dan Kayseri’ye at arabasıyla yapılan üç günlük bir yolculuğun öyküsünü yazmıştır. Şair, yolculuk boyunca kaldığı hanların duvarlarında, “Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış” adlı meçhul bir halk ozanının izini sürer. “Rastlamıştım duvarda bir şair arkadaşa” der. Böyle bir halk şairi var mıdır yok mudur bilinmez ama kurgu bile olsa iki şairin yolculuğu, han duvarları boyunca memleketin hali pürmelalini yansıtır. Bu uzun şiirin finali şöyledir:
“Aradan yıllar geçti işte o günden beri
Ne zaman yolda bir hana rastlasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!”
URSULA K. LE GUİN’İN MÜLKSÜZLER’İ YA DA AYNI GÖKYÜZÜ ALTINDA
“Bir duvar vardı. Önemli görünmüyordu. Kesilmemiş taşlardan örülmüş, kabaca sıvanmıştı; erişkin biri üzerinden bakabilir, bir çocuk bile üzerine tırmanabilirdi. Yolla kesiştiği yerde bir kapısı yoktu; orada yerin geometrisine indirgeniyordu: bir çizgiye, bir sınır düşüncesine. Ama düşünce gerçekti. Önemliydi. Yedi kuşak boyunca dünyada o duvardan daha önemli bir şey olmamıştı.
Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.”
Ursula K. Le Guin’in, anarşistlerle kapitalistlerin dünyalarında geçen ütopik bilim kurgu romanı Mülksüzler’de yazdığı anlam, tüm zamanlara genişletilebilir.
Bütün sanat eserleri bir hikâye anlatır. Şarkılar, danslar, filmler, resimler… Fatih Akın’ın “Duvara Karşı” filminde duvar, ölümle yaşam kavşağına bırakır bizi. Uyuşturucu bağımlısı kahraman Cahit, arabasıyla bilinçli olarak duvara çarpar ama ölmez. Fakat devamındaki olayların sonunda onu öldürmeyen duvar, yeni ölümler çıkaracaktır karşısına. Pink Floyd, “The Wall” şarkısında “Eğitime ihtiyacımız yok” derken öğretmene söylediği, “Sen de duvardaki tuğlalardan birisin” sözüyle sisteme başkaldırır.
Hikâyeler duvarların ötesine geçmemizi, ardındakini görmemizi sağlar, düşüncelerimizi özgürleştirir. Duvar ayırır. Duvar birleştirir. Duvarın iki yüzü vardır, ikilik yaratır. Ama unutmayın, her duvarın üzerinde aynı gökyüzü vardır.
Siyasi Yasak ve Kayyum Tehdidi Altındaki Türkiye’nin Geleceği
Emeklilerin Yaşamı Pahalı, Umutları Az: 2025 Yılında Emeklileri Neler Bekliyor?