Rengârenk Che Guevaralar. Kahve kupalarında, posterlerde, defter kapaklarında fotoğraflarını görmeye alışık gözlerimiz. Devrimcinin yüzü, alınır satılır nesnelerin sureti. Oysa o, ömrü Güney Amerika’nın, Kuzey’in kapitalizmine karşı mücadelesiyle geçmiş gerilla lideri, halk önderi. Komünizme Çin semalarından öncülük eden Mao Zedung’un imgesi de renkli serigrafi baskılardan bakıyor modern dünyaya. İkisi de kapitalizme ve onun olanaklarıyla üretilmiş popüler sanata teslim olmuş görünüyor. Hem de ABD’li sanatçı Andy Warhol’un bakışından yansıyarak ve ABD’li pop müzik şarkıcıları Michael Jackson ve Marilyn Monroe ile aynı düzlemde buluşarak… Yoksa acaba “Sanat, Amerika’nın bayraktarlığını yaptığı sistemde, içeriden gedikler açıyor” da denebilir mi? Dünyanın bu ezeli rekabetini konuşulur hale getiriyor: Bakın işte bu kapitalizmdir. Ne kadar toplumcu, kamucu olursanız olun şöhrete bulaştıysanız bir gün sizin de suretinizi alınıp satılır hale getirir. Pop art eserler, komünizmin, sosyalizmin mitlerini canlı tutuyor. Ne derler, bilirsiniz: Sureti, aslını yaşatır. Kim bilir, zamanın bir noktasında belki yine efsaneler geri döner…
Pop art ikonu Andy Warhol, onların portrelerini serigrafi baskıyla renklendirirken böyle mi düşünüyordu, bilmiyorum. Bir sanat izleyicisi olarak bana düşündürdükleriyle ilgileniyorum ki zaten bu da sanata dâhil. Elbet sanat, herkesin ortaklaştığı bilgiler ve fikirler taşır ama her izleyiciye, zihninin farklı yönlere gitmesi imkânını da verir.
Milliyet Sanat dergisinin sloganını çok severim: “Popüler olanla olmayan arasında ayrım yapmayan dergi.” Bu anlayışın temeli pop art yani pop sanatına dayanıyor. Sanat ile popüler kültür arasındaki ayrımı ortadan kaldıran ilk akım olarak tanımlanıyor. 1950’lerin sonunda İngiltere’de, 1960’ların başında ABD’de, genç sanatçıların soyut dışavurumculuğa tepkisiyle ortaya çıkıyor. Her akım, bir şeylere karşıt olmaktan doğmaz mı zaten?
Andy Warhol, Türkiye Kültür Yolu Festivali kapsamında İstanbul, Ankara, Antalya ve İzmir’de farklı eserlerinin yer aldığı, 31 Aralık’ta son bulacak eş zamanlı sergilerden birinin öznesi. (Diğer sergi olan Picasso için önceki yazıya tıklayabilirsiniz.) “Warhol’un Dünyası-Pop Art’ın İkonu” başlıklı serginin İzmir Resim ve Heykel Müzesi Kültürpark Sanat Galerisi ayağından sesleniyorum.
MODERN DÜNYANIN ALBENİSİNE KARŞI…
Andy Warhol, eser ile piyasa arasındaki köprüden geçerek gelen bir sanatçı. 1940’ların sonunda reklamcılık sektöründe grafik tasarımcı olarak başladığı kariyerinin ilk yıllarından itibaren, ticari illüstrasyonları kendi yorumuyla sanat eserlerine dönüştürdü. 1950’lerde ayakkabı üretici Israel Miller için tasarımlar yaptı. Günlük yaşam nesnelerini tasvir ettiği illüstrasyonlarını bu yıllarda sergilemeye başladı. İlk kez 1962’de sergilediği Campbell’s Soup Cans (Campbell’ın Çorba Kutuları) adlı eseri, söz konusu şirketin ürettiği 32 çeşit konserve çorbanın reklamı olmanın ötesine geçti, pop art’ın simgelerinden biri oldu. Brillo Soap Pads (Brillo Sabun Kutuları) adlı eserini de ürünün birebirini marangozlara yaptırtıp süpermarkete dizer gibi 1964’te sergiledi. Popüler kültür, Amerikan yaşamına egemen olmuştu, Warhol ve diğer pop sanatçıları bunu gösteriyordu.
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde neşesini, yaşama sevincini geri kazanmaya çalışan dünyaya Warhol’un ironisi, renkleri çok iyi geldi. Gençler savaştan kurtardıkları kendi yaşamlarını istedikleri gibi sürdürmeye çalışırken müzik, sinema, moda, edebiyat anlayışını da değiştiriyorlardı. Bu yeni kültürün dışavurumu pop sanatı tarafından mümkün oldu. Andy Warhol, Richard Hamilton ve Roy Lichtenstein’ın başı çektiği sanatçılar, her şeyin pop, popun da her şey olduğu, medyanın görselliğe dayandığı bir kültür ortaya koydu ve 20. yüzyıl sanatını dönüştürdü.
Warhol, gazete, dergi, reklamla yani popüler olanla sanat arasındaki ilişkiye odaklandı. Gündelik hayatın konularını yeniden yorumladığı eserleri, renklerin hâkimiyeti nedeniyle neşe dolu sanılmasın; o, ölümü ve trajediyi de düşünüyordu. Marilyn Monroe’nun en ikonik görsellerinden olan, yağlı boya ile serigrafiyi birleştirdiği 50 resimlik seriyi, şarkıcının aşırı doz sonucu ölümünün ardından tamamlamıştı. Dikkatleri, ünlü kültürüne, Hollywood’un cafcaflı dünyasının ardındaki acımasızlığa çekiyordu. Marilyn Diptych adlı seriyle 1962’de başladığı Ölüm ve Felaketler serisinde araba ve uçak kazalarını, intiharları, gazetelere yansıyan polisiye olayları konu etti. Modern dünyanın albenisi içinde insan yaşamının unutulmak istenen ölümlülüğünü, kırılganlığını vurguluyordu. 1953’te New York’taki Sing Sing Hapishanesi’nde çekilmiş basın fotoğrafına dayanan Elektrikli Sandalye serisinde ise insanların medya aracılığıyla ölümü izlemeye duyduğu merakı gösteriyordu.
POPÜLER OLAN VE OLMAYAN ARASINDAKİ AYRIM
Sergiyi gezerken insan, Warhol benzeri sanatsal üretimlerin bugünkü imkânlarını ya da imkânsızlıklarını düşünüyor. Elbette çağ, o çağ değil. 1950’lerin, ‘60’ların koşullarının üzerinden çok sular aktı. Dünya dijitalleşti, yapay zekânın efendimiz olmasına ramak kaldı. Fakat yine de, şimdiki zamanın grafik tasarımcıları o denli özgür hareket edebiliyor mu, diye sormak gerekiyor. Reklamcılık sektöründe müşterinin, hiç de uzmanlık alanı o olmadığı halde grafik tasarımlara en iyimser ifadesiyle revizyon verdiği, “Bi’ tık büyütelim, o renk değil de şu renk yapalım” revizyonlarının, tasarımı ilk halinden epey uzaklaştırdığı sır değil. Hele ki kurumların bünyesindeki iletişim birimlerinde çalışan grafik tasarımcılar ve metin yazarları yani o firmanın ya da kamu kurumunun maaşlı elemanları, yöneticilerin isteklerini zaman zaman mesleki birikimlerinin önüne koymak zorunda bırakılıyor. Oysa sanatsal yaratım, özgürlük ve özgünlük istiyor. Kapitalizm, paraya tanıdığı “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” serbestisini sanata ne ölçüde tanıyor?
Yalnız şöhret, bu serbestlikte hâlâ bir istisna. “Popüler olanla olmayan arasında ayrım” var ne yazık ki. Medyada (geleneksel ya da dijital olanında) bir sebepten ünlenenlerin kitapları sorgusuz sualsiz basılıyor, yaptıkları resimler, çektikleri fotoğraflar “olay” oluyor. “Ünlü olmayan” sanatçıların, özellikle de yazarların vay haline! “Ünlü yazar, ünlü sanatçı” sıfatları nedense yadırganmıyor. Harf mi bunlar, a’sı, b’si ayrılıyor? Geçenlerde gazeteci Nilay Örnek’in “Nasıl Olunur?” podcast’inde oyuncu Ezgi Mola ile söyleşisini dinliyordum. Kendini bildi bileli Sezen Aksu başta olmak üzere ünlü hayranı olduğunu anlatan Mola, hâlâ meşhurları gördüğünde heyecanlandığını söylüyor. Nilay Örnek, “Hem de bu kadar ünlüyken” diye şaşırınca Ezgi Mola diyor ki “Ama ben sürekli, ünlü olduğumu aklımda tutarak yaşamıyorum ki.” Sahip olduğu popüler kültür imgesine yabancılaşan, nadir bir bakış açısı. Kendine hayran olmayan sanatçı. Mola’nın büründüğü karakterler de belki o yüzden bu kadar samimi geliyor izleyene.
Meşhurların meşhurluğunun altını çizen, onları yüksek sesle resmeden, “Herkes bir gün on beş dakikalığına ünlü olacaktır” diyen Andy Warhol, şöhret kavramını yeniden düşünmek isteyenleri sergisine çağırıyor.