Uzun bir yola çıkmak üzere ilk adımları atmak, önemli bir işi başarmak, yaşamın her alanında ayakta, canlı ve diri kalmak, zor denilenlerin üstesinden gelmek için bir parça da olsa gerilim (stres) yaşamak şartı, hayatın bize sunduğu temel gerçeklerden biridir. Her alanda insanı harekete geçiren, motivasyonunu sağlayan önemli bir güçtür gerilim yaşantısı.
Bilindiği gibi, her yoğun çaba, belli bir gerilimi de beraberinde getirir; yoğunlaşmayı sonuna kadar yaşamak için gerilimi de yaşamak durumunda kalır insan. Özellikle sanatsal ve yazınsal odaklanma, kişiyi yoğun bir gerilim yaşantısına dâhil eder; yaratıcılık bu gerilimin içinde boy verir. Yazarların yazmadan duramama ya da tam tersine, yazmak istediği halde tıkanıp kalma hallerinde yoğun bir gerilim yaşantısı olduğu gibi, yazacak ortam bulamama durumu da başka bir gerilim sancısı yaratır ruhlarda.
Yazmanın gerilimi böyleyken, okumanın gerilimi de ayrıca düşündürüyor beni. Yazmak kadar okumanın da yaratıcı bir eylem ve hayatı dönüştürücü bir çaba olduğu fikrine bütünüyle katılıyorum. Her okumada, okuduğumuz kitaba kendimizden bir parça bırakır; ona yepyeni anlamlar ekleriz. Okudukça zihnimizde genişleyen, açılım kazanan yapıt, imgelerimizi, düş dünyamızı, rüya ve hayallerimizi zenginleştirir, hayatımızda dönüştürücü etkiler yaratır; bakış açımızı ve dünya görüşümüzü bile değiştirir.
Edebiyatta okurun, okur olmanın önemine dair pek çok söz söylenmiştir: Umberto Eco, “Yazar, yazmayı bitirdikten sonra, metnin yolunu tıkamamak için ölmelidir.” der. Çünkü o metin okura aittir artık. Roland Barthes da “Okurun doğumu, yazarın ölümü pahasına gerçekleşmelidir.” sözleriyle özetler bu fikri. Milorad Paviç ise çarpıcı bir biçimde, “Hep yetenekli yazarlardan bahsediyoruz; artık yetenekli okurlardan bahsedelim!” diye seslenir. Vladimir Nabokov da “Benim derslerim, başka şeylerin yanı sıra, yazınsal yapıların gizlerini bulup çıkarmaya yönelik bir dedektifliktir.” der. Kitaplardaki gizleri keşfetme; iz sürerek metindeki ipuçlarını değerlendirip belirli bir sonuca ulaşma çabası, yaratıcı okurun oldukça derinden yaşadığı bir gerilimdir. Bunun özünde yoğun bir düşünce emeği yer alır. Özellikle alımlama estetiği kuramının giderek yaygınlık kazanması, yazarları yaratıcı okurlara seslenen yapıtlar oluşturmaya yönlendirmiştir.
Alımlama estetiği kuramına göre, her yazınsal ürün birçok belirsizlikler, boşluklar içerir, okuma sürecinde soru işaretleri ortaya çıkarır. Bunlar bir kusur, bir eksiklik olarak görülmez, tersine yapıta gizem verir, okuru daha çok oyalar, ona daha çok şey katar. Her okurun kendi yaşam deneyimi, metni çözümleme ve yorumlamada yönlendirici olur. Dünyaya nasıl bakıyorsa yapıta da kendi perspektifinden bakar. Okurla metin buluştuğunda başlayan diyalogda yazarın bıraktığı boşlukları dolduran okur, bir yandan yepyeni boşluklar ekler metne. Anlamlar çoğul hale gelirken boşluklar da çoğalır bir bakıma. Metnin anlamı, metnin yazma sürecinde değil, okunma sürecinde yani alımlama sürecinde ortaya çıkar. Bir metni her okur yeniden, bir daha, bir daha yaratır… Aynı okur, farklı zamanlardaki okumalarında farklı yaratımlar katabilir aynı metne. Sonuçta anlam sonsuzdur, sınırsızdır, görecelidir. Yapıtın içerdiği tek doğru/tek anlam yoktur. Metnin, düzensiz, kaotik, soyut ve belirsiz olarak karşımıza çıkan yapısının, çok seslilik, çoğulculuk, çok katmanlı bir oluşum sergilediği gerçeği de göz ardı edilmemelidir.
Her okuma, bu bakımdan, bir masal ormanında yol almak gibidir, hele zorlu bir anlatının içindeyseniz Umberto Eco’nun imlediği, metafor anlamında “anlatı ormanları”nın derinliğine dalmışsınız demektir. Bu yolculukta rehberiniz yalnızca ve yalnızca kendi yaşantı, deneyim ve bilgi zenginliğinizin yansıttığı ışıktır. Bu ışığın gücü yolunuzu aydınlatmakla kalmaz, sarp ve çetin kayalardan, dikenli patikalardan geçerken incinmenizi de önler olabildiğince. Okumak, yaşantı zenginlikleriyle ufkunuzu genişletirken, bir yandan da okuduğunuz öykü/roman aracılığıyla, var olan ve yazılacak olan tüm öykülere/romanlara da bir selam gönderirsiniz yazın sanatının içinden. Her anlatı içindeki hikâye bir yolculuksa, okurun okuma serüveni de metne eklemlenen apayrı bir yolculuk olur böylece.
Edebiyatın, okuru rahat koltuğundan kaldırma ve onu eyleme sürükleme gücünün uzun yıllar boyunca yeterince değerlendirilemediği de bir gerçektir. Yapıtlar, daha çok zihinsel ve duygusal bir süreci hedefledi. Dönüşüm, içselleştirme gerçekleşecekse okurun ve yapıtın arasında kurulan özel bir alanda gerçekleşmelidir asıl olarak. Umberto Eco’nun dile getirdiği gibi, okur kendi patikasından yürümeyi seçecek; anlam arayışında her okurun yaşam deneyimi kendine rehberlik edecektir.
Bu yol üzerindeki deneysel çalışmalar arasında Italo Calvino’nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu adlı yapıtı, doğrudan okuru hedef alan bir deneme olarak önemli bir kavşak noktasıdır. Calvino, adı, tamamlanmamış bir cümleden oluşan bu yapıtında, hazzı önceleyen okuma anlayışına karşıt bir tutum sergileyerek, okuma yaşantısında metnin hazzı ya da metinden alınan okuma hazzına tavır alır. Hazzı esas alan okuma, bir anlamda okurun metne kendini tamamen kaptırması, okuma süresi boyunca içinde yaşadığı gerçek dünyayı unutarak, metnin içindeki kurmaca dünyaya bütün varlığıyla bağlanması anlamına gelir. Hazza dayalı okuma biçimi, çağımızda tüketim ve hız dünyasının başat unsurlarından biridir; tüketim ve hız dünyası okuma hazzı yaratan, kolayca tüketilebilecek metalara dönüşmüş popüler yapıtlar üzerinde ilerlerken, bu dünyanın başat unsurunu (hazzı) reddeden bir yapıtla okurun karşısına çıkmak tam anlamıyla devrimci bir tavırdır.
Sanatta devrimler, var olan kalıpların ve klişelerin aşılmasıyla; bu aşma ediminin felsefesini oluşturan deneysel tutumlarla gerçekleşirken, bir yandan ideolojik/sosyal anlamda taşlaşmış yapıların eleştirel bir tutumla aşılması sonucu hayata geçen süreçleri kapsar. Italo Calvino, hem politik tutumuyla hem de bir yazar olarak, sanatta var olan dar kalıpları aşma mücadelesi eksenindeki yapıtlarıyla, insanı sınırlayan ve yaratıcılığı engelleyen her türlü güç ve iktidara karşı koyar. Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’da doruğa ulaşan bir yaklaşımla, okurun metnin hazzına kapılmadan okuma yapmasını, anlatının dünyasına dalıp, gerçekliği -okuma süresi boyunca bile- terk etmemesini, unutmamasını, uyanık kalmasını, bilinç ve algı kapılarını sürekli açık tutmasını sağlamaya çalışır. Özellikle bu yapıtında okumanın ve anlamlandırmanın gerilimini inceden inceye yaşatır bize Calvino.
Birkaç yıl önce gençlerle bir söyleşide şunları dile getirmiştim: “Okumak, yaratıcı bir eylem… Farklı farklı okuma tarzları, yorumlamalar, değerlendirme biçimleri var. Okudukça, yazma konusunda da kendimizi geliştirmiş oluyoruz. İster kuramsal kitaplar olsun, ister kurmaca kitaplar olsun, herhangi bir şey okumadan, sadece birtakım hayat deneyimleri ve yaşantılar üzerinden geliştirilen öykü ya da roman yazarlığının, bir noktadan sonra tıkanacağını düşünüyorum. Kitaplardaki imgelere de muhtacız. Bu, bence önemli.” Bir bakıma, yoğun okumalar yapmadan, okuma alışkanlığı kazanmadan yazmanın, kişiyi getireceği olumsuz noktaya dikkat çekmiştim.
Böylesine zorlu bir zihinsel çaba olan okuma, anlamlandırma ve yorumlamanın yazıya dökülme hali, ayrı bir yoğunlaşma yaşantısını gereksinir; dikkatli bir araştırma, inceleme ve sorumluluk, “okuryazar” kişiye yol gösterir. Yazan bir okur olmak; edebiyata yön veren süreçlere dâhil olmak; edebiyatın sonsuza akışı içinde sorumlulukla yol almak demektir. Hem metni ve yazarı belli yazınsal/estetik ölçütler içinde değerlendirmeniz hem de olabildiğince nesnel bir tutum içinde olmanız gerekir. Bunların yanı sıra eleştiri ya da inceleme metninizi güzel, anlaşılır, akıcı bir dille kaleme almalı; yalın ama derin olabilmeyi başarmalı; metnin katmanlarını aralama çabanıza kendi yazınsal yaratıcılığınızı katmalısınız.
Okur, bir anlam yaratıcısıdır; “okuryazar” yani eleştirmen ise anlam yaratıcısı olmanın yanı sıra o anlamları bir dizge içinde, yazı aracılığıyla sunma gayretinde olan kişidir. Söz konusu dizgeyi oluştururken, bütün akıl yürütme, yorumlama, çıkarsama süreçlerini dikkate alır; bunlar arasında eleştiri ya da inceleme metninin gereksindiği her ne var ise onları metnine özenle yükler; metnin örgüsünü oluşturmak üzere onları sabırla ve sağlamlıkla dokur.
Eleştirmen olmak, hem okumanın, araştırmanın ve anlamlandırmanın gerilimini hem de iyi, anlaşılır ve doğru bir metin yazmanın gerilimini bir arada yaşamak anlamına geldiği için ne okurluğa benzer ne de yazarlığa. Belki her ikisinden bazı özellikler almıştır; ama eleştirmen, tamamen kendine özgü biridir. O, popüler ve hazcı edebiyata teslim olmadan okumak ve yazınsal gerçekleri yazmak uğruna bazen yalnız kalmayı, kendi içsel adasında yaşamayı bile göze alır; bu durum onun hayatına ayrı bir gerilim yükler. Ancak, eleştirmen için çok da önemli değildir bu yalnızlık. Çünkü gerçek bir eleştirmen, bütün kalbiyle görür ve bilir ki; kalıcı, nitelikli, güzel ve iyi olana işaret ettiği sürece, kendisi de edebiyat sanatının sonsuz akışına yaratıcı bir katkı sağlamış ve “iyi eleştirmenler” arasında yerini almış olacaktır.
Dijital Bir Dünyada Çocuk Olmak: Haklar, Öncelikler ve Riskler