ABD’nin 4 Felaketi: Caner Ercan Teksas Houston’dan Aktardı

ABD, coğrafi olarak büyük bir ülke, her yanında büyük çeşitli doğal risklerle yaşıyor; dünya siyasetinde ağırlığı büyük, dünyanın her tarafına kendince uygun gördüğü hamlelerle kontrolü altında tutmaya çalışıyor. Ancak içeride ve dışarıda bu büyük devleti kontrol eden çıkar odakları, halkların yaşadığı sorunları pek dert atmıyor hatta onların sorumlusu olarak karşımıza çıkıyor. İşte geçtiğimiz günlerde bu sorunlarla bağlantılı bir dizi olay gerçekleşti.

Ülkedeki büyük şirketlerin sahipleri, Beyaz Saray’daki başkanlar ve lobi şirketleri sıkça gündeme gelirken, asıl üreticiler olan emekçi halkın yaşantısı genellikle gölgede kalıyor. Örneğin, transhümanizm gibi bir avuç sermaye sınıfının etik dışı fantezileri medyada yer bulsa da, kronik hastalıklar nedeniyle sağlık sigortası hizmetlerinden yararlanamayan insanların sıkıntıları göz ardı ediliyor. Elon Musk gibi milyarderlerin Atatürk ve Sabiha Gökçen havalimanları arası kadar mesafe için bile özel jetini kullanması ilgi çekerken sosyal güvencesiz çalışan ve geçimini sağlamak için zor koşullarda yaşayan insanların fırtına öncesinde tahliye edilmesine kaynak bulunamadığı pek konuşulmuyor. İşte bu hafta halkların penceresinden ele aldık ABD’nin felaketlerini.

Pasifik Kıyısında Depremler ve Tsunamiler

Batı yakasındaki aktif fay hatları güncel bir risk de olarak, tarih boyunca büyük yıkımlara yol açmıştır. İşte bu risk geçtiğimiz hafta 7.0’lık depremle kendisini gerçekleştirdi. Kuzey Kaliforniya’da okyanus’ta meydana gelen deprem boyutuna rağmen büyük yıkıma yol açmasa da ardından tsunami uyarıları geldi. Ancak o uyarıların da kaldırılmasıyla bu olay da kayıpsız atlatıldı. Ancak bu tür depremler, San Francisco ve Los Angeles gibi şehirler için büyük bir tehdit oluşturmaya devam ediyor. Özellikle Los Angeles’ta yaşayan halk, politikacıların bu riski görmezden geldiğini ve bilim insanlarının uyarılarını dikkate almadığının bilincinde. Bu sebeple depremde olabilecek yıkımın kaygısıyla yaşayan önemli bir kesimden bahsedebiliriz.

Deprem yıkımının riski altında yaşamanın kaygısını Türkiye halkı çok iyi bilmekte. İstanbul için %64 olasılık ile beklenen 7.0 şiddetindeki deprem için on binlerce can kaybı öngörülmekte. 6 Şubat depremindeki resmi toplam can kaybının 55bin, sadece Hatay’da bu sayının 27bin olduğunu düşündüğümüzde kaygılarımızın artmaması elde değil. Hele bir de devletin nasıl da halkı tek başına bıraktığı, depremzedelere esas dayanışma elini parti örgütlerinin, gönüllülerin, çadır satan kansızlar hariç sivil toplum kuruluşlarının uzattığını hepimiz gördük. Türkiye’deki Saray rejimi kadar olmasa da devletin kendilerini benzer güvencesizliklerde bıraktığını bilen halk depremi bekleyen şehirlerde yaşantısını sürdürmekte.

Batı Sahillerinde Kasırgalar

Her yıl haziran ile kasım ayları arasında ABD’nin güneybatı sahilleri kasırgalarla karşı karşıya kalıyor. Geçtiğimiz hafta sona eren kasırga mevsimi, ardında büyük yıkımlar bıraktı. Eylül ayındaki Helene kasırgası son 20 yılın en yıkıcı üçüncü kasırgası olarak kayda geçti. Onu takip eden Milton kasırgası ile birlikte 300’den fazla can kaybına ve binlerce insanın evsiz kalmasına neden oldu.

Afetlerin ardından gözler, federal hükümetin afet fonlarına çevrildi. Trump ve Biden/Harris’in birbirlerine yönelttiği başkanlıkları sırasında bu fonları başka amaçlarla kullandıkları iddiaları bir anda halkın felaketinin siyasilerin seçim malzemesine dönüşmesine sebep oldu. Sonuçta gerçekten de afet kaynaklarının zamanında başka yerlere aktardığı ortaya çıktı. Benzer şekilde Türkiye’de de toplanan afet fonlarının farklı yerlere harcandığı biliniyor. 

İnsanların afet bölgesinde uzun süre susuz elektriksiz kaldığı bölgede altyapı ve afet hazırlıklarının eksikliği yanında kayıpların bir başka gerekçesi ise boşaltma kararlarının çok geç alınıp yetersiz uygulanması idi. Benzer hatta aynı kasırgaların vurduğu katı ambargolara karşı kısıtlı kaynaklarıyla direnen küçük bir ada ülkesi Küba’da ise afetler elektrik şebekesini çökertmiş, çokça yerleşim yerinde yıkıma yol açtı. Ancak ABD’nin aksine yurttaşların yaşamı için doğru zamanda kaynakların seferber edilmesi sonucu yüzbinlerin tahliyesi sayesinde çok daha az sayıdaki can kaybıyla atlatabildi. Bu farkın da arkasında aslında politik kararların merkezinde neyin olduğu ile ilgili sorunun yanıtı bulunmakta.

Tüm ülkeyi tehdit eden toplumsal sorun: Özel Sağlık Sigorta sistemi

Rousseau ikinci söylevinde tarihte ilk kez bir toprak parçasını mülkü ilan eden kişiden bahsetmişti. O gün kurulan uygarlığın zamanla birilerinin hastalanması üzerinden kâr etmeye çalışan sağlığı bile alıp satılır meta yapan piyasacı sermaye düzenine dönmesi ve bizlerin bugün içinde hâlâ doğalmış gibi yaşıyor olmamızı kapitalimin “başarısı” olarak takdim etmemiz gerek. Bu sağlıkta piyasalaşma karanlık kuyusunun ne kadar derin olabileceğini bugün ABD özel sağlık sigorta sistemi göstermekte. Geçtiğimiz hafta büyük bir sigorta şirketinin üst düzey yöneticisinin suikasta uğraması, sistemin yarattığı öfkenin ne kadar büyük olduğunu gösterdi.

ABD, sağlıkta en ileri tekniğe sahip olsa da geniş halk kitleleri bunda yararlanamamakta. Beklenmedik sağlık masrafları nedeniyle bireysel iflasların sıkça yaşanması, harcanan para yüksek olmasına rağmen sağlıklılık verileri geride kalan bir ülke olması sistemin başarısızlığını gösteriyor. Türkiye’de bulunan genel sağlık sistemi ve kamu sağlık düzeni her ne kadar hükümetlerin neoliberal saldırılarına maruz kalsa da özellikle sağlık emekçilerinin büyük çabaları sayesinde sağlık hizmetini halk için erişilebilir kılmakta. Ancak sağlıkta piyasalaşmanın getirdiği insanlık dışı sonuçları yeni doğan ölümleri sonrasında Türkiye’de de gördük ne yazık ki. TTB gibi meslek örgütlerinin, sendikaların, siyasi partilerin süregelen mücadelesi geçtiğimiz hafta aile hekimlerinin eziyet yönetmeliğine karşı greve gitmesi gibi eylemlerle önemli bir direnç noktası oluşturmakta. 

ABD’de ise sivil toplumun daha çok ihtiyaç duyanlara yardım eli uzatma düzeyinde örgütlenmesi ne yazık ki sadece sisteme palyatif bir bakım getirmekte. Manhattan’da olan gibi eline silah alan kişinin suikast düzenlemesi gibi eylemlerin de yanıt olmadığı açık. Sorun büyük, ABD devleti de sigorta şirketleri de büyük ancak bu eylem sonrası gelen kollektif tepki halkın da büyük olduğunu gösterdi. Bu gücü örgütlü siyaset alanında bir program çevresinde toparlayacak hamlelere hem ABD’de hem de dünyada acil ihtiyaç bulunmakta.

Batı Asya’ya İhraç Edilen Felaket: İslamcılık ve Siyonizm

ABD’nin kendi başındaki felaketlerden bahsederken, emperyalizminin tüm dünyaya getirdiği felaketleri göz ardı etmek mümkün değildir. Güney Amerika’daki darbeler, sosyalist ülkelerdeki suikastler, Vietnam ve Kore’deki savaşlar, Japonya’ya atılan atom bombası ve NATO ülkelerinde kurulan milliyetçi paramiliter çetelerle uzayan bu liste, ABD’nin sicilinin oldukça kabarık olduğunu göstermektedir. Ancak günümüzde Suriye’de cihatçılara devletin teslim edilmesi, İsrail’in Filistin’de uyguladığı soykırım ve yıkımlar, Lübnan’daki katliamlar, bölgedeki IŞİD ve El Kaide gibi örgütlerin tehditleri, Afganistan’daki Taliban baskısı ve İran devriminde İslamcıların öne çıkmasındaki katkısı gibi olaylar, tarihsel bir süreklilik içinde bölgeye daimi felaketler getirdiğini açıkça ortaya koymaktadır. 

Suriye’de de şu günlerde cihatçı bir örgüt ve onun IŞID, El Kaide gibi örgütlerde yöneticilik geçmişine sahip liderinin bir anda farklı bir imaja büründürme, sanki gömlek değiştirme sonrası farklı bir kişi olduğu algısıyla batıya tekrar servis etme çabası bir başka tehlikeli oyunu olarak karşımıza çıkmakta. Batı ülkeleri bir yandan örgütü BM terör listesinden çıkartmaya uğraşırken bir yandan da CNN’de söyleşiler ayarlayarak imaj çalışmalarına hız vermekte.

İslamcılığın her tonunun ne kadar tehlikeli olduğunu Türkiye dahil tüm bölge halkları çok iyi bilmesine rağmen ne yazık ki bazı kişilerin ABD’nin bu yalanına kanmaya dünden razı olduğu görülmekte. Bu kişilerin çoğunun katliamlarını Siyonizm altında ABD’nin desteğiyle işleyen İsrail yanında da konumlanması yine bu büyük devletin kişileri kendi tarafına geçirmekte ne kadar “mahzar” olduğunu bir kez daha göstermekte. İslamcılığın ve Siyonizmin bölge halklarına getirdiği yıkımları unutmayarak, bu felaketlere karşı dayanışmayı büyütmek oldukça önemlidir. Bölge halklarının düşmanlarını iyi tanıması ve bu tehditlere karşı direnç göstermesi, ortak mücadele için kritik bir adımdır.

ABD’nin büyük başın büyük derdi olur misali doğal ve insan eliyle gelen felaketlerle karşı karşıya olduğu açık. Ancak bu felaketlerin asıl yükü, görünürdeki milyarderler ve Beyaz Saray’daki siyasetçilerden uzak bir şekilde, sıradan halkın omuzlarında. Benzer bir durumun birçok ülkede geçerli olduğu gerçeğinin görülmesi, uluslararası benzeşimler kurmak, neticede halklar arasında dayanışmayı artırmak, bu düzenin yarattığı felaketlere karşı en güçlü yanıt olacaktır.