Gazeteci-yazar Akın Olgun ile Türkiye’nin temel gündemlerinin başında gelen Barış Süreci ve Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu çalışmaları üzerine ayrıntılı bir söyleşi gerçekleştirdik. Akın Olgun, sürecin meşruiyet zemininden toplumsal algıya, siyasi aktörlerin rollerinden komisyonun işleyişine kadar ayrıntılı değerlendirmelerde bulundu.
Bahçeli, sürecin meşruiyeti ve riskler

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin geçen yıl Ekim ayında yaptıgı açıklamadan bu yana süreci yakından takip ediyorsunuz. O günden bu yana geçen sureci nasıl tarif edersiniz?
Sürecin başında, gelişmelere paralel olarak Fikir Gazetesi’yle iki söyleşi yapmıştık ve o söyleşilerde de ifade ettiğim gibi, süreç bölgesel gelişmelere paralel olarak, kimi aksamalar yaşasa da hedefinden hiç uzaklaşmadı.
Bugün görünen o ki, D. Bahçeli’nin işareti ve tam desteğiyle ön açtığı çözüm süreci, Meclis çatısı altında kurulan geniş katılımlı komisyonun varlığıyla, kamusal anlamda kendisine meşru bir zemin de oluşturmuş oldu. En azından bir adım daha atılmış oldu bu temelde.
Bu aşamayı, sürecin meşrulaştırılması, meşruluk zemininin sağlanması olarak da görebiliriz.
Bundan sonra atılacak her adım, sürecin meşruluk zeminini güçlendirmeye ve toplumsal rızanın sağlanmasına yoğunlaşacaktır muhtemelen.
Bu yoğunlaşma halini uzatmak ve kimi siyasi fırsatlar üretmek için, sürecin yönünü kasacak iktidari adımlar karşımıza çıkabilir ama bu adımlar dahi gerçeğin öze dönüşünü engelleyemeyecektir.
Sürece dair her zaman öz’e dikkat çeken ve bunun önemli olduğunu, bu yüzden de olmayacak şeyleri sürecin başında tartışmanın gereksiz ve kafa karıştırıcı bulduğunu çok kez kaleme almış biri olarak hâlâ aynı şeyi söylüyorum. Çünkü “normal” bir süreç ve “normal” bir yol izlenmediği aşikar ama biçimi de yadsıyan bir yaklaşım değil bu kesinlikle.

Çünkü biçimin görsel yanı ile sürecin algılarda meşru zemine oturması arasında güçlü bir bağ var. Bu bağın kurulabilmesi için, biçimin gözlerimizin önünde “kurucu” rolünü sahnelemesi gerekiyor. Tıpkı sembolik anlamı çok güçlü olan silahları yakma törenininde olduğu gibi.
Bu vb. sembolik anlamı güçlü yeni hamlelerle yakın zamanda daha fazla karşılacağımızı ve bunların etkisinin iç ve dış siyasette çok daha fazla görüp, hissedeceğimizi de söyleyebilirim.
Yeri gelmişken, komisyonun kurulması ve yol almasıyla birlikte, özellikle AKP cephesininin sürecin her yeni aşamasında, “kasma” siyaseti yürüteceğini ve gücünü toparladıkça, MHP’nin “olmazsa olmaz” pozisyonunu da bir nebze geriye çekmeye çalışarak, kendisi üzerindeki zorlayıcı yanını etkisiz kılmayı hedefleyeceğini de düşünüyorum.
D. Bahçeli’nin de bunun farkında olduğunu söyleyebiliriz. Sürecin önüne geçecek politik kurnazlıklara karşı, çok muhtemeldir ki daha ön alıcı bir politika belirleyeceğine ve sözünü yükselteceğine tanıklık edeceğiz.
İşin aslına bakarsanız, iktidar bu süreçten güçlenmiş ve yenilenmiş olarak çıkarak ömrünü daha fazla uzatmayı, MHP ise devletin ve Türkiye’nin ikinci yüzyılına ve geleceğine dair bir hedef önceliyor gözüküyor.
Buradan hareketle, Erdoğan-Bahçeli ittifakında kimi zaman söyleme yansıyan gerilimlerin ana kaynağını buralarda aramak yanlış olmayacaktır. Bu temel bir çelişkiye dönüşmüş değil ama dönüşme riski de barındırıyor. Riskin olduğu yerde uzlaşı da kaçınılmazdır tabi…
Siyasi aktörlerin katkısı ve denge arayışları
Sürecin başından bu yana farklı siyasi aktörlerin sürece katkısı sizce nasıl gelişti, sürecin nihayete ermesi için sizce bu katkılar yeterli mi?
Sürecin bir paradigması ve stratejisi var. Bunu hem Öcalan hem de Bahçeli çok net ortaya koydu ama aynı zamanda tarafların kendilerine has stratejileri de var.
Bu “kendine has” tutumların sahada birbirini zorlayıcı hamleler yaptığı da açık ve pek tabii ki siyasetin olmazsa olmazı bu. Tarafların “kendine has” stratejileri, bu yol haritası üzerinde en “kârlı” olanı hanesine yazacak şekilde bir sonraki adıma uyum göstermeye çalışıyor. Tıkandığı yerde ise hem Devlet hem de Öcalan bir orta yol inşa ederek, atılan adımları dengeye çekiyor. Öte yandan sürecin başka aktörleri de var. Örneğin bölgesel aktörler ve eğer bölgesel aktörlerin tutumu, hamleleri çözüm haritasına uygun şekilde, incelikli bir yaklaşımla ve diplomasi ile ele alınamazsa, çok fazla kırılgan alanlar yaratabilir.
İşte bu noktada H. Fidan’ın açıklamaları, yaklaşımları tepki görüyor. Eğer ortak bir çözüm geliştiriliyorsa, yapmanız gereken bu çözüme uygun şekilde diplomaside de ortak bir zemin kurmaktır.

Devlet, Öcalan ile masaya oturuyor ama Suriye’de Ahmet El Şara ile iş tutuyor ve bu iş tutmayı stratejikleştirmeye çalışıyor. Doğal olarak, Kürt siyaseti ile Devlet arasında kurulan “stratejik ortaklık” anlayışının ve çözüm paradigmasının ruhuna aykırılık doğuyor ve bu nedenle Kürt siyaseti, taktiksel hamlelerle kendi pozisyonunu diplomatik, askeri ve konjonktürel olarak öne çıkarıyor.
Bir diğer aktör ise CHP.
Ö. Özel’in liderliğindeki CHP bu sürecin ruhuna uygun bir sorumlulukla hareket ediyor diyebiliriz lakin iktidarın CHP’yi bu süreçten koparmak ve ülke sahtında gücünü olabildiğince kırmak istemesi elbette büyük bir handikap oluşturuyor. Hem toplumsal barışa dair güven duygusunu zedeliyor hem de büyük bir öfke yaratarak, yan yana gelişleri engelliyor. İktidar bunu bilerek ve isteyerek yapıyor elbette.
Daha da önemlisi, güçsüzleşmiş, kolu kanadı ve iradesi kırılmış bir CHP yaratarak, aynı zamanda MHP’nin de iktidara alternatif bir ittifak pozisyonu almasının önüne geçmiş oluyor.
Burada dengeyi koruyacak ve taktiksel anlamda iktidarın “zorba” tutumunu boşa düşürecek olan şeyin, CHP ile DEM arasındaki çözüm merkezli hattın korunması ve MHP ile görünür temasların sağlanması ile mümkün olacağı kanaatindeyim. İktidar nereyi yalnızlaştırmaya çalışıyorsa orayı çoğaltmak, nereyi bozmaya çalışıyorsa orayı korumak temel bir siyaset yaklaşımı olarak belirlenirse, kitleler bunu anlayacak ve ne MHP ile yakın görünmek rahatsızlık verecektir, ne de DEM ile yan yana gelişler.
İktidar bunu ön gördüğü için özellikle ulusalcı, şoven kesimleri hem CHP’nin hem de MHP’nin karşısına çıkararak nefes aldırmamaya ve muhalefetin hareket alanını kısıtlamaya çalışıyor. Ulusalcılığı etkin kıldıkça, CHP kendini daha fazla baskı altında hissediyor farkındaysanız. Muhalefet medyasının ulusalcıların sözünü ve görünürlüğünü arttırarak, bu siyaseti güçlendirdiği de gözden kaçmamalı. Ö. Özel’i sıkıştırma ve istedikleri zemine çekme taktiğinin bir parçası olarak görebiliriz bunu. Bu noktada Ö. Özel’in Kürt sorununun çözümüne dair pozitif tutumunun ve iradesinin güçlendirilmesi bana göre elzem görünüyor. Özellikle DEM’in tavrı bu noktada çok anlamlı olacaktır.

Toplumun algısı ve beklentiler
Toplum sizce bu süreci nasıl algıladı? Zaman geçtikçe beklentiler ve tepkilerde bir değişim gözlemliyor musunuz?
Bu sürecin başlangıçta sadece siyaset üstü bir zeminden değil, toplum üstü bir yerden de kurgalandığını artık biliyoruz. Çözüm sürecine dair denenen yeni yöntemin de bir yansımasıydı bu aynı zamanda. Meselenin çetrefilleşmemesi ve karşıtlığın toplumsal bir zemin bulmaması için, öncelikle yol haritasının oluşturulması, aşamaların belirlenmesi ve sonrasında toplumsal zeminin inşasının sağlanması olarak öngörülmüş.
Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz, iktidarın seçimlerden yenik çıkması, yükselen muhalefet dinamizmi, bölgesel gelişmeler bir arada düşünüldüğünde, bu çözüm yöntemi bir mantığa oturuyor aslında.
Bu yanıyla komisyon aşaması, sürecin toplumsal bir zemine ve meşruluğa oturması açısından, (her şey demek olmasa da) kıymetli ama yeterli olmadığı herkesin malumu. Demirtaş, Yüksekdağ, O. Kavala, Can Atalay ve onlarca siyasetçinin, insan hakları aktivistinin özgürlüklerine kavuşması bu zeminin oluşması için olmazsa olmaz olduğu net.
Tartışmasız olarak toplum bunu bekliyor.
Kürt siyaseti, yaptığı binlerce halk toplantısı ile bu süreci kendi seçmenine anlatmaya çalışıyor. MHP’nin de böylesi bir çalışmaya start verdiğini biliyoruz. AKP’nin de kendi seçmenine süreci anlatmaya dair bir dizi program geliştirdiğini basından takip ediyoruz. Bunlar anlamlı ama yeterli değil. Halk, silahların yakıldığı o sembolik ama gerçek olan tutumu, ülke içi siyasette de görmek istiyor. Sembolik anlamda söylersem, Demirtaş’ta somutlanan kucaklaşmayı yaşamak istiyor.

Öte yandan, tarafların iradesini temsil eden aktörlere dair de, 50 yıllık savaşın bir sonucu olarak büyük önyargılar mevcut ve bu kırılabilmiş değil. Kolay kolay da kırılamayacak elbette. Çünkü arada çok büyük acılar var ama halkın feraseti bence barıştan yana. Acıyı bağrında taşıyanlar, birbirlerine acıdan tanış olanlar, canın yokluğu ne demek çok iyi biliyorlar.
Özetle, toplumun bu sürece rızası, ona temas edebildiği ölçüde gerçekleşecektir ve sanırım komisyon bu temasın meşru zeminini inşa edecek bir rol de üstleniyor.
Solun konumu ve ittifak tartışmaları
Sizce Kürt Özgürlük Hareketi’nin sürece katılımı, Türkiye’deki eşitlik ve özgürlük mücadelesi veren ve Ķürt Özgürlük Hareketi’nin ittifak ilişkisi kurabildiği Türkiye sol hareketi ile arasında bir mesafeye sebep olur mu ya da oluyor mu?
Olacaksa ve olma eğilimi gösteriyorsa burada kendisini sorgulaması gereken solun kendisidir bence.
Solun eleştirel yaklaşımları, önerileri kıymetlidir elbette ama sürece negatif bir pozisyon alarak ve bunun belirleycisi olmaya heves ederek, barış karşıtlığı temelinde şovenizme omuz veren, onu morallendiren bir siyaset hattına geçiş kabul edilemez.

Solun ana damarlarını da temsil eden EMEP ve TİP gibi sol, sosyalist partilerin bu süreci hem eleştirel temelde ele alıp hem de ön açıcı devrimci bir pozisyon belirleyerek tarihsel anlamda ilerici bir rol üstlenmiş olmaları bence gerçekten çok anlamlı ve bunun öne çıkarılmasını çok daha anlamlı bulanlardanım. Hiçbir risk almayan, “politik doğruculuk” pozisyonlamasıyla suya sabuna dokunmayan ve devrimciliği dükkancılığa indirgeyen her yaklaşımı bir sol sapma olarak tarif etmek yanlış olmayacaktır sanırım.
Barışın toplumsallaşması
Farklı eğilimleri ve siyasal tercihleri olan toplumun, sürece katılımı konusunda ne düşünüyorsunuz? Barışın toplumsallaşması mümkün ya da gerekli mi?
Siyaseti karşıtını ikna edebilme becerisi olarak görüyorum ben ve bu noktadan bakınca, sürece karşı olan veya barış karşıtı propagandanın etkisi altına giren kesimlerie dönük ikna edici, yaratıcı bir siyaset ve söylem gücü geliştirmenin çok ama çok kıymetli olduğunu düşünüyorum.
İnsanlara, barışı savunacak argümanları, cümleleri veremiyorsanız, onları barış karşıtı cepheye itiyorsunuz demektir.
Kürt siyasetinin, özeleştirel süreçlerde çok kullandığı “netleşmek gerek” sözünden hareketle söylersem evet “netlik” ve “netleşme” şart. Henüz bu içselleştirilemediği için, tabana derdi anlatmak, iknanın cümlelerini bulmak, yaratıcı söylemlerle derdi azaltmak tam olarak istenilen boyutta değil gibi gözüküyor.
Komisyonun işleyişi ve şeffaflık tartışması
Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun şimdiye kadarki işleyişini nasıl değerlendirirsiniz?

Daha çok başındayız ama komisyonda yer alan arkadaşların ifadelerinden de anladığım kadarıyla meseleyi ele alma, birbirini duyma, dinleme konusunda bir siyaset adabı varmış gibi görünüyor. Komisyonun kaba tartışmalara girerek çözümsüzlük üreten bir poz vermesi, sürecin ruhunu bozabileceği gerçeği de var elbette. Sözlerin havada uçuştuğu, hakaretlerin savrulduğu, kimsenin kimseyi dinlemediği bir görüntü, çözüme olan inancı toplum nezdinde sıfırlayacağı şüphesiz. Bunun istenmediğini anlıyoruz şu an ve umarım soğukkanlı ve çözüm odaklı siyaset aklı hakim olmaya devam eder.
Kapalı bir oturum da gerçekleştirdi komisyon ve bunun üzerinde “hani şeffaflık” temelli çokca eleştiri de geldi. Bu eleştirilerin önemli bir kısmının barış karşıtlığına enerji katmak isteyen şoven kesimlerce köpürtüldüğünü biliyoruz ama bunun dışında gerçekten şeffaflık talebi olan bir kesim de var ve bunu talep etmekte haksız da değiller. Lakin devletin güvenlik bürokrasisinin yapacağı bir sunumu ve anlatacaklarını kapalı oturum içine alınmasının bence şeffaflıkla bir ilgisi yok. Burada asıl önemli gördüğüm şey, sürecin ciddiyetini yansıtacak şekilde, devletin güvenlik çatısını oluşturan en önemli üç kurumunun komisyona gelip, toplumun en geniş kesimlerinin toplamını temsil eden partilere ve temsilcilerine bilgi vermesi ve sunum yapması… Bu, meseyi ve doğal olarak süreci ne kadar ciddiye alındığını gösterir ve daha da önemlisi sürecin devlet siyaseti olarak belirlendiğini işaret eder.
“Önce nereye bakmalıyız” sorusu kısmında sanırım hep bir sorun yaşıyoruz ama “şeffaflık” tartışmasını asla önemsiz kılmıyor bu.
Akın Olgun: “Yol haritasından daha çok bahsedeceğimiz bir aşamadayız”
Akın Olgun ile Söyleşi: “Yeni Çözüm Sürecinin Akıbeti Ne Olacak?”
