Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim 2024’te Meclis’te DEM Partililere mesajıyla başlayan ve ardından Bahçeli’nin PKK lideri Abdullah Öcalan ile ilgili çağrılarıyla kamuoyuna duyurulan yeni sürecin görüşmelerinde mesafe kaydedildi.
DEM Parti heyetinin, Abdullah Öcalan ile yaptığı ilk görüşmede, Öcalan’ın ortaya koyduğu yedi maddelik mesaj, hem Türkiye hem de Ortadoğu coğrafyası için yeni bir tarif sunarken, bu mesaj neticesinde DEM Parti heyetinin ilk görüştüğü partinin MHP olması ve görüşmelerde ağırlığın AKP’den ve Erdoğan’dan ziyade MHP ve Devlet Bahçeli ekseninde yoğunlaşması dikkat çekmişti.
Öte yandan DEM Parti milletvekilleri Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder, kısa bir süre önce İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi’nde PKK lideri Abdullah Öcalan ile ikinci bir görüşme de gerçekleştirdi.
Bu açıdan bakıldığında sürecin, kimi zaman ağır aksak da olsa yol aldığı da görülebiliyor.
Takvim Ortaya Çıkıyor: Kritik Tarih 15 Şubat mı?
MHP’li Bahçeli’nin çağrısıyla başlayan, kimi başlıklarda yol alan ve İmralı’da Öcalan ile görüşmelerle cisimleşen yeni süreç, diğer yandan seçilmiş DEM Partili belediyelere uygulanan “kayyum siyaseti” ile de farklı bir içerik kazanmıştı.
Son süreçte ise gelen haberler, önümüzdeki günlerin yeni gelişmelere gebe olduğunu da gösteriyor. Olası tarihler arasında sivrilen 15 Şubat tarihinin hem PKK hem de Türkiye için önemli bir eşik olabileceğini işaret ediyor.
Buna göre, Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişinin yıldönümü olan 15 Şubat 2025’te, İmralı’da heyet üyeleriyle birlikte bir açıklama yapması bekleniyor. Bu açıklamanın “Örgütün lağvedilmesi,” “Örgütün Türkiye’deki silahlı varlığını sonlandırması” veya “Örgütün silah bırakması” olarak değerlendirilebilecek tarihi bir çağrı niteliği taşıyacağı öne sürülüyor.
Şu Zamana Kadar Yaşananlar: Yeni Bir Görüşme Olacak mı?
DEM Parti Van Milletvekili Pervin Buldan ve İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, 28 Aralık’ta İmralı’da Öcalan ile görüşmüş ve İmralı’dan önemli mesajlarla ayrılmışlardı. Daha sonrasında ise Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder, Abdullah Öcalan ile yapılan görüşmeye ilişkin yazılı açıklama yaptı.
Abdullah Öcalan’ın “Sayın Bahçeli’nin ve Sayın Erdoğan’ın güç verdiği yeni paradigmaya, ben de pozitif anlamda gerekli katkıyı sunacak ehil ve kararlılığa sahibim” mesajı iletildi. Buna göre Öcalan, “Heyet bu yaklaşımımı gerek devletle gerekse siyasi çevrelerle paylaşacaktır. Bunlar ışığında gereken pozitif adımı atmaya ve çağrıyı yapmaya hazırım” ifadelerini kullandı.
Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder’in yanı sıra Ahmet Türk’ün de eklendiği DEM Parti heyeti, yılbaşından sonra siyasi partilerle temasa başladı. 2 Ocak’ta ise TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş ile görüşen DEM Parti heyeti, daha sonra MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi ziyaret etti.
Heyet, 6 Ocak’ta AKP TBMM Grubu ile görüştü. DEM Parti heyeti 7 Ocak’ta CHP Genel Başkanı Özgür Özel ile bir araya geldi. Sonrasındaysa heyet, Saadet Partisi, Gelecek Partisi, Yeniden Refah Partisi ve DEVA Partisi ile görüştü. DEM Parti heyeti ayrıca eski HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ı da ziyaret etti.
İmralı’da yapılan görüşmede, DEM Parti heyeti ilk görüşmede olduğu gibi Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder’den oluşurken, siyasi partilerle görüşmelerde yer alan Ahmet Türk İmralı’daki ikinci görüşmede de yer almadı. İmralı’dan döndükten sonra yeniden iktidar muhatapları ile görüşecek heyetin, bir olumsuzluk yaşanmaması durumunda üçüncü kez Öcalan ile görüşmesi de beklenenler arasında yer alıyor.
Devlet ve İmralı arasındaki yeni süreç bu şekilde devam ederken, Fikir Gazetesi’nin ulaştığı Gazeteci ve yazar Akın Olgun, gelişmeler hakkında kapsamlı değerlendirmelerde bulundu. Fikir’in sürece ilişkin sorularını yanıtlayan Olgun, 2015’te oluşturulan Dolmabahçe mutabakatının kaldığı yerden ve çok daha hızlı şekilde yol aldığını belirtirken; bu yol için, sürecin hassasiyeti ve bölgesel gelişmelerin etkisi göz önünde tutularak, özgün bir yöntem seçilmiş gözüktüğünü ifade etti.
Yakın ya da orta gelecekte de neler olabileceğine ilişkin öngörülerde de bulunan Akın Olgun, bölgede tarihin iki “kardeş düşman” gücünün yan yana geldiğini ve artık bu “kardeş düşman” olma haline bir son verilmesi gerektiğinin bir mecburiyet olduğunun altını çizerken, bunun tarihsel olarak da mümkün göründüğünü vurguluyor.
Gazeteci-Yazar Akın Olgun’un sorularımıza verdiği yanıtlar şu şekilde:
“40 Yıldır Tanıklık Ettiğimiz Korkunç Bir Savaş ve Şiddet Gerçekliği Var”
DEM Parti, İmralı ve iktidar bir barış görüşmesi içerisinde. Her şeyden bağımsız olarak ve özellikle iktidarın Kürt sorunuyla ilgili yaptığı açılımı sizce toplum nasıl değerlendirdi şu zamana kadar? Bu, gerçek bir demokratikleşme ya da barış hamlesi midir yoksa süreci Türkiye’nin bölgesel heveslerinin bir parçası olarak mı okumak gerekli? Bu konudaki toplumsal eğilimler arasında neler var sizce?
Toplumun gündeminde bu sürecin ne kadar yer aldığına dair elimizde tutarlı bir veri yok ama karşımızda tüm toplumun 40 yıldır yakından tanıklık ettiği korkunç bir savaş, çatışma, şiddet gerçekliği var.
Toplumun gündeminde olup olmaması üzerinden değil; savaş, çatışma ve şiddet ortamının Türkiye’nin dününde olduğu gibi, bugünde ve yarınında etkili olduğu gerçekliğinin üzerinden soruna bakmak gerekir diye düşünüyorum ve bu gerçekliğin, bölgesel anlamda kendine açtığı yeri ve etkisini düşündüğümüzde, neden böyle bir sürecin başladığını, başlatıldığını daha net anlamış oluruz. Bahçeli’nin, 1 Ekim’den itibaren yaptığı meclis grup konuşmalarında, Türkiye’nin 2. Yüzyılına dair özel bir vurgusu olduğunu, yakından takip edenlerin gözünden kaçmadığına eminim.
Bahçeli’nin 31 Aralık 2024 tarihli yeni yıl mesajında yer alan, “Yeni yüzyılın ana çatısı kutuplaşmayı dışlayıp kucaklaşmayı esas amil kabul eden kaynaşma menşeli yeni bir siyasetle örülmelidir. Kronik ve kemikleşmiş ihtilafları üzerinde uzlaşılmış milli ilkeler temelinde ele almak artık bir mecburiyettir. Yeterince dış düşman varken, yeterince iç huzur ve barış hazinemizi yağmalamak için kuyruğa giren zulüm ve zillet failleri ortadayken, aramızda ve içimizde muhasım odak üretmenin hiçbir sonu olmayacağı gibi sonucu da yoktur. Bu mukadder gerçeği müdrik bir vicdanla ve objektif esaslara bağlı bir görüş derinliğiyle kavramak meselelerin can alıcı noktasına nüfus etmeyi kolaylaştıracak, ülkemize ve milletimize mukayeseli üstünlük kazandıracaktır. Türkiye dar kalıplara, vesayet kapanlarına, taviz ve teslimiyet kabuklarına sığmayacak, sığdırılamayacak kadar büyük bir ülkedir” cümlesinde olduğu gibi, konuyu “aciliyet” koduyla ele aldığını görebiliriz.
“Bahçeli’nin Verdiği Mesajlarda Stratejik Bir Yaklaşım da Var”
Devlet Bahçeli’nin, 1 Ekim’den itibaren yaptığı konuşmalarının içerisine yerleştirdiği stratejik yaklaşımı ve ifadeleri değil de, yüzeyde olanı tırtıklayıp, kendi tabanını irite etmeyecek şekilde kurduğu cümleleri öne çıkarıp tartıştıran vasat aklın, meseleyi ne kadar anladıkları, derinleştirdikleri şüpheli. Barış ve çözüm temelli bir siyasete, karşıtlık temelli bir politik tavır koyanların ana argümanlarının, “iktidar koltuğunu bırakmamak için bunu yapıyor” içine sıkışması hali hazırda çok şey anlatıyor zaten.
Öte yandan, barış bir insan hakkıdır ve savaşsız, çatışmasız, şiddetsiz bir Türkiye talebinin barışçıl yollarla çözüm iradesi geliştirme çabası önemlidir. Bu iradenin kimden geldiğinin bir önemi yoktur bu yanıyla. Önemli olan içeriktir ve bir iradenin olmasıdır. Bu girişimlerin arkasında binbir hile aramak yerine, bu hakkı sağlayacak stratejik, siyasi, kültürel, ekonomik yaklaşımı ortaya koymak gerekir ki etik olan da budur diye düşünüyorum. Karşıtlık çok kolay bir yaklaşım, asıl zor olan kendi çözüm anlayışınızı ortaya koyup, onu tartıştırabilmeniz ve çözme iradesine sahip olduğunuzu siyaseten gösterebilmenizdir. Bu toplumu da konu hakkında daha katılımcı hale getirecektir. Olmayan şey bu. İsteniyor mu bundan da emin değilim.
“Yanılma Payım Elbette Var Ancak Çözüme Daha Yakın Olunduğunu Düşünebiliriz”
Biliyorsunuz ve az önce de değindiniz. Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’a ve DEM Parti’ye çağrısı çok şaşırttı, konuşuldu ve bunun ardından da birçok yeni gelişme de peşi sıra geldi. İmralı Heyetinin açıklaması da bir çerçeve çiziyor. DEM Parti’nin barışı savunan ve bu konuda samimi olunmasını talep eden ifadeleri de önemsiz sayılamaz. Son olarak ise DEM Parti İmralı Heyeti, Abdullah Öcalan ile 2’nci kez görüşmek için Adalet Bakanlığına başvuruda bulunmuştu. Süreç nereye doğru evriliyor sizce?
Dediklerime bir ek de yapmış olayım. Geçmişte yaşanan, başlayan ancak yarım kalan açılım denemelerinden ne tür farkları ya da benzerlikleri var bu sürecin? Bildiğimiz kadarıyla, Dolmabahçe Mutabakatı içerisinde kapsamlı bir içerik de vardı, 2015’te. Değil mi?
Çok net olarak söylemem gerekirse, 2015’te oluşturulan Dolmabahçe mutabakatı kaldığı yerden ve çok daha hızlı şekilde yol alıyor. Bu yol için, sürecin hassasiyeti ve bölgesel gelişmelerin etkisi göz önünde tutularak özgün bir yöntem seçilmiş gözüküyor.
Bu yöntemi kamuoyu da aslında gözlemliyor. Bahçeli’nin sürece dair irade koyduğu, Erdoğan’ın sürecin netleşmesine paralel olarak, “nihai sonuca yakınız” cümlesiyle, hakim olduğunu ilan ettiği, Dem Parti heyetinin Öcalan ziyaretleri ve partileri dolaşarak konuya dair bilgilendirme, görüş alışverişinde bulunma tutumları ve bugün çok konuşmadığımız ama yakın zamanda çokça konuşacağımız Demirtaş etkisiyle birlikte düşündüğümüz de, sürecin çözüme yakınlaşıldığı izlenimi sunuyor bize.
Hiçbir şey yokmuş, olmuyormuş algısına çok fazla katkı sunan operasyonları, baskıları, gözaltıları vb gibi eylemleri nereye koyacağız o zaman gibi bir soru elbette haklı bir soru olacaktır. Bu soruya verebileceğim tek cevap, Türk devleti gerçekliğinin, barış ve çözüm temelli bir süreci işletirken, zayıf olmadığı izlenimini verme ve onu koruma zorunluluğunu, bir refleks olarak şiddet ve baskı temelli sahneye koyduğudur.
Aynı yolu Suriye’de, Fırat’ın iki yakasına dönük yapılan operasyonlar, bombalamalar vb için de geçerli. Örgüt de benzer temelde bir yol izleyerek “yenik” olmadığının ve görünenden daha fazla güçlü olduğunun mesajını, sahada karşılık vererek gösteriyor. Gördüğümüz çatışma, şiddet ve baskının her zaman bir çözümsüzlüğü işaret etmediğini, bazen çözüme çok yakın olunduğunun işareti olarak da görülebileceğini ifade etmeye çalışıyorum özetle. Benim okumam, çözüme daha yakın olunduğu üzerine ve elbette yanılma payım da var.
“Konuyu Doğru Şekilde Ele Almak Önemli, Barış Hepimize İyi Gelecektir”
Peki, Erdoğan’ın bu süreçten kişisel olarak faydalanma ihtimali olduğunu düşünüyor musunuz? Örneğin bu süreç, Erdoğan’ın yeniden Cumhurbaşkanı seçilmesinin önünü açar mı? Burada bir ‘pazarlık’ yapılma ihtimali de olabilir mi?
40 yıllık bir yangının sonlandırılmasına dair, barışçıl bir yolun seçilmesi bile Türk devleti için oldukça büyük bir adım. Bu konuda geçmişte çokça girişim olduğunu ve bu girişimlerin çeşitli provokasyonlarla, cinayetlerle ve “vatan, millet, beka” temelli söylemlerin arkasına dizilen statükocu kesimlerin ayak koymasıyla hep boşa düşürüldüğünü öncelikle aklımızda hep tutalım derim.
“Barış kime yarar?” sorusuna “Erdoğan’a yarar”, “Cumhur İttifakına yarar” diyerek cevap verirseniz, aklımızda tutmamız gereken şeyleri çöpe atmış oluruz. Bu yaklaşım hatalı olduğu kadar, manipüle edilmeye açık da bir akıl yürütme halidir. Konuyu iktidara yarayacağı üzerinden baktığınızda, kendinizi barış iradesinin karşısında bulursunuz ve sürekli böyle olmadığınızı anlatmak için “ama, fakat” diyerek cümle kurar, kurarken bile şoven yakaya düşersiniz.
Barışın bir insan hakkı olduğu üzerinden yaklaşır ve “ona yarar, buna yarar” diye bakmaz, bir hakkı savunmanın etik değerine sırtınızı ve aklınızı yaslar ve barış-çözüm temelli sürecin sağlıklı yürümesi için tarafları zorlamayı, teşvik etmeyi seçerseniz, durduğunuz yerin sarsılması da çok mümkün olmaz.
Öte yandan bu süreci yürüten tarafların bir aklı, fikri, politik, stratejik zekası olmadığını düşünmek de oldukça yaban bir yaklaşım olur ve bu yaklaşım kendimizi abartmaya da yol açacaktır. Evet, iktidar elbette böylesi bir süreçten kendi çıkarlarını korumak ve bunu fırsata çevirmek ister, isteyecektir. Aynı şey örgüt için de geçerli. Barış ve çözüm temelli bir sürece eğer bu hâl hakim olursa, çok büyük riskler doğuracaktır. Bu sürecin birilerine kazandırma temelli yürüyemeyeceği çok net ve geçmiş deneyimler de risklerin ne kadar büyük olduğuna dair önemli veriler sunuyor taraflara. Yoğurdu üfleyerek yendiği bir yaklaşım görüyoruz bu yüzden. Bir süreç yok-muş gibi yapma biçimi dahi bize bunu tarif ediyor.
Özetle, söyleşimizin başına döner ve Bahçeli’nin Türkiye’nin 2. Yüzyılına dair, Meclis grup konuşmalarına atfen söylemem gerekirse, o konuşmaların içinden, klasikleşen devletçi, güvenlikçi, ezber cümleleri ayıklarsanız, geriye asıl politikayı, stratejik yaklaşımı ve niyeti görürsünüz ama o devletçi, güvenlikçi, ezber cümleleri önünüze koyup bakmaya çalışırsanız, göreceğiniz tek şey, buradan asla bir çözüm çıkmayacağı olur.
Barış bence hepimize iyi gelecek. Hepimize yarayacak ve kime yarayacağı tartışmalarından çıkıp, bu süreci politik ve toplumsal bir dönüşümün parçası haline nasıl getireceğimizi konuşur ve bir yol haritası belirlersek, birilerinin insafına da bırakmamış oluruz. Hem birilerinin “insafına” bırakıp, hem de şikayet etmeyi politik bir yaklaşım olarak görmüyorum açıkçası.
“Sözü Söyleyen Bahçeli Ama…”
Tam da burada şu konu hakkında da görüşünüzü almak isterim. Hükümet, ‘iç cepheyi güçlendirmek gibi bir hedefle hareket ediyor’ diyebilir miyiz yaşanan bu süreç için? Türkiye’nin “bölgesel bir güç olma hevesini”, hiç hoş olmayan ancak sıklıkla kullanılagelen bir tabirle, “Kürt kartı” söylemini de kullanarak ifade edersek, bu güçle tahkim etme gibi bir hedefi olabilir mi, ne dersiniz?
Kürt halkını, Kürt siyasetini “kullanışlı” ve bir “kart” olarak dilimize yerleştiren müesses nizam etkisini öncelikle dilimizden temizlemeliyiz bence. Farkına varmadan bazen dilimize yapışan kimi ifadelerin, sadece barışın ve çözümün değil, hak ve özgürlükler mücadelesinin önünde de ciddi bir engele dönüştüğünü, “kart” yaklaşımının dilde bir süre sonra “maşa”, “dış güç” gibi toksik bir söyleme bürünme riski taşıdığını buraya not düşmem gerekiyor. Sorunuza bu notu düştükten sonra cevap vermem gerekirse, “iç cepheyi güçlendirmek” sözünün sadece Bahçeli’ye ait olduğu kanaatinde değilim. Öcalan’ın “Türk ve Kürt ittifakı” olarak dillendirdiği, Demirtaş’ın “Barış ve Kardeşlik” olarak tarif ettiği, Bahçeli’nin “Türk ve Kürt kardeşliğini büyütme” olarak ilan ettiği ve Erdoğan’ın “Nihai çözüm” olarak işaret ettiği ortamın sonuç cümlelerinden biri olarak yaklaşıyorum bu söze. Yani sözün söyleyen Bahçeli ama ana fikir, aktörlerin siyasi, felsefi, stratejik değerlendirmelerinin ortak bir yansıması.
İç ve dış cephe tarifi, sadece devletin değil, İmralı’nın bölgeye ve bölgede hakim güç olmaya çalışanların, Türkiye’ye etkisine dair yaptığı bir çok uyarının, bugün gelinen aşamada, taze gelişmeler ve bilgiler eşliğinde yeniden elden geçirilerek, ortaya konmasıyla da ilintili. Yani bu söylemde eşleşen bir durum var taraflar arasında. Bunu da gelen mesajların içinde, metinlerde bulmamız mümkün ve hatta geçmiş sürecin görüşme notlarında, bölgeye ve bugüne dair çok fazla öngörü bulabiliriz.
Kürt ve Türk ittifakının bölgenin geleceğinde önemli bir güç olabileceği ve böyle bir “fırsat penceresi” olduğu tespiti, her iki tarafın üzerinde ortaklaştığı bir yaklaşım olarak doğmuş olabilir. Bu “fırsat penceresinden” daha fazla pay alma mücadelesinin, askeri, siyasi ve diplomatik alanda kimi karşı karşıya gelişleri beraberinde getirdiğine de tanıklık ediyoruz elbette ama bunu doğal bir “sonuç” olarak görmeliyiz düşüncesindeyim.
“Demirtaş’ın Özgürlüğünün Sağlanması Sürecin Akıbetini Belirleyebilir”
Bir sorum da aktörler ve sürecin değişkenleri üzerine olacak. Sürecin akıbetini belirleyecek değişkenler arasında neler yer alıyor sizce? Buna siyasi tutsakların, örneğin Selahattin Demirtaş’ın bir etkisi var mı ya da Demirtaş’ın serbest bırakılması söz konusu olabilir mi?
Çok açık ifade etmem gerekirse, sürecin akıbetini belirleyecek olan şeylerden birisi Demirtaş’ın özgürlüğünün sağlanması olacaktır. Bunun toplumsal ve siyasal anlamı tartışmasız çok güçlü olacak ve sürecin toplumsal meşruluğu ile siyasal meşruluğu arasında hissedilen o boşluğu, Demirtaş’ın “Barış ve Kardeşlik” temelli duruşu dolduracaktır. Bunu yapabilecek ilkesel, etik, siyasi ve felsefi donanıma sahip olduğu ise tartışmasız bir gerçek.
Daha önce sosyal medya üzerinden de dile getirmiştim, yeri gelmişken tekrar dile getirmeyi önemli buluyorum. Demirtaş’ın, kendisini ziyaret eden heyetin hemen ardından, sosyal medya hesabı üzerinden paylaştığı metin, Demirtaş’ın bu sürece dair önemli bir inisiyatif aldığını, geliştirdiğinin işaretlerini verdi. En azından ben böyle okudum. Metindeki olgunluk, ifade gücü, sunduğu tam destek ve en önemlisi soğuk kanlı tutumu bana bu hissi veriyor. Siyasi deneyimden süzülen aklım ise Demirtaş gibi bir aktörün zaten bu sürecin dışında kalmayacağı, bırakılamayacağını söylüyor. İmralı’dan dört isme selam gönderildiğine dair kamuoyuna yansıyan haberler de bize geleceğe dair önemli okumalar sunuyor kanımca..
Peki ne olursa bu süreç tersine dönebilir, riskler neler diye bakarsak, çok fazla şey söylememiz mümkün ama ben iki şeyin bu süreci sekteye uğratabileceğini düşünüyorum. Birincisi, bölgede olağanüstü bir çatışmanın gelişmesi, yeni Suriye yönetiminin bir iç darbeye maruz kalması, iç savaşı tetikleyecek yeni bir sürecin başlaması, diğer ise bu sürece iradesini ve inisiyatifini koyan aktörlerinden birisinin hayatını kaybetmesi.
“Kandil’in Öcalan’ı Kontrpiyede Bırakacağını Sanmıyorum”
Örgütün olası bir silah bırakma sürecinde bir olumsuzluk yaşanacağını düşünüyor musunuz? Örneğin, Öcalan’ın yaptığı çağrıya direnen ya da bu çağrıyla ters düşen grup, fraksiyon ya da başka yapılar çıkabilir mi? Ya da tam tersi durum yaşanırsa, sürecin bir sıkışmayla bitmesi de gündemde yok mu?
Böyle bir şeyin olasılığını tamamen reddetmek gerçekçi olmaz ama bir bütün olarak Kürt Hareketinin çok büyük aşamalardan ve sınavlardan geçtiğini düşünür ve en önemlisi ideolojik, askeri, teknik ve diplomatik anlamda kendini yenileyerek, gelişen konjonktüre uygun konumlandırabilme kabiliyetine sahip oldukları üzerinden meseleye bakarsak, pek de kolay olmadığı tahmininde bulunabiliriz.
En azından 40 yıllık bir savaşın bölgesel anlamda aldığı boyut da bunu bize işaret ediyor. Sadece bize değil, devletin de karşısında duruyor bu hakikat. Yoksa neden bir çözüm arayışına girsin değil mi? Bu nedenle “olmaz” diyemeyiz ama olmaması için PKK’nin ideolojik donanıma çok özel bir önem verdiğini görüyoruz. Kürt hareketini yakından takip edenler de bunu ifade edecektir. Savaşın ideolojik alanda yürüyen boyutunun hayli yüksek şekilde kesintisiz sürdüğünü, tarafların propaganda savaşlarına bakarak bile anlayabiliriz.
Sürece dair sıkışma alanları olabilir elbette. Hatta bir çıkmaza da sürüklenebilir ama bu “çıkmaz”a düşme riski her iki tarafı da fena hırpayabilir. Bu nedenle olabildiğince riski azaltmaya çabalayacaklardır ve tavizler de zaten bu risk dengesinde oluşur ve riskler azaltılır. Umarım böyle olur. Kandil’in, Öcalan’ı kontrpiyede bırakacağını, sözünü yere düşürecek bir pozisyon alacağını düşünmüyorum.
Böylesi bir durumun gerçekten hareketi zayıf bırakacağını, kırılgan hale getireceğini ve büyük bir ideolojik bunalım yaratacağını bilirler. Aksine, Öcalan’ı pozisyonunu güçlendirmek isteyeceklerdir. Karşı karşıya gelen değil, uzlaşıyı önceleyeceklerdir. Restleşmeyi değil, tamamlamayı tercih edeceklerdir ve bunu yaparken istek ve taleplerini işler kılacaklardır. Öcalan’ın önderlik misyonunu en tepeye ve hatta ulvi bir noktaya taşıyan bir yapının tersini yapması, abartarak söylersem “çarpılma” sonucunu doğurur.
Barış, büyük gücünü kitle desteğinden alır evet ama daha büyük gücünü aktörlerin ortaya koyduğu iradeden alır demek yanlış olmayacaktır. Bu iradeyi ortaya koyan aktörlerin arkasındaki kitle desteği bu nedenle çok ama çok önemlidir. Her iki taraf da bu gücü korumaya çalışıyor ve çalışmak zorunda.
Ve bu iki gücün arasında, her iki tarafın kitlesinde karşılık bulacak, sözü, cümlesi ile “olur” un motivasyonunu yükseltecek isimlerin, aktörlerin önemi daha fazla önce çıkar/çıkacak. Demirtaş’ın isminde somutlanan bir başka gerçeklik de bu işte. Barışın toplumsal dengesini sağlayacak bir aktör olarak da karşımızda duruyor Demirtaş.
“Barış ve Süreç Karşıtlığında En Net Pozisyon Alan Partiler, İYİ Parti ve Zafer Partisi…”
Başka bir yönden de fikirlerinizi almak isterim. Süreç canlı ve hali hazırda aktif olarak da devam ediyor. Süreci izleyen birçok parti, sivil toplum örgütü ya da kuruluş var. Sizce bu yapılar, “sessiz” mi kalıyor? Eğer böyle bir tespit yapılacak olursa, bunun nedeni ne olabilir? Bir farkındalık mı eksik yoksa yine sürecin kimi araçlar tarafından baltalanacağı ihtimalinden mi korkuluyor?
Sürecin önemine uygun olarak pozisyon alan ve barışın ülke ve toplum için olmazsa olmaz hale geldiğini düşünen siyasi partiler, demokrasi güçleri çok bedel ödediler bu konuda. Ödedikleri bedellerin olgunluğu ve deneyimiyle sürece yaklaşan bu kesimler zaten sürecin arkasında duruyor. Sürece inanmayan ama barış iradesinin önünde durmayı da etik bulmayan bir kesim de engel olmayacak bir pozisyonda duruyor. Yani ne karşı çıkıyor, ne de destek veriyor. Barış ve süreç karşıtlığında en net pozisyon alan İYİ Parti, Zafer Partisi gibi partilerin içinde ve etrafında konumlanan ve CHP’yi bu pozisyonda tutmaya çalışan kesim ise bir strateji etrafında sert bir pozisyon alıyor. Bu iki partinin öncülük ettiği kesimin söylemleri toplumda ne kadar karşılık bulur bilinmez ama devleti üzerlerinde hissedecekleri kesin…
“Türk ve Kürt İttifakının İnşasının Gerekliliği Kaçınılmaz Olarak Gündeme Gelmiş Oluyor”
Son olarak öngörülerinize dair de bir soru yöneltmek isterim. Olası bir barış durumunda, bunun ülke ve bölge siyasetine ne tür etkisi olabilir? Bölgede, İsrail ya da ABD de Kürtlerle ittifak yapmanın telaşında. Sizce burada yeni ve taze bir fay hattı ortaya çıkar mı? Öngörülebilir olanlar arasında neler var, gelecekte bizi ne bekliyor?
Bu soru gerçekten de çok önemli. Az buçuk siyaset okuması yapan herkes için, Türkiye’nin 2. Yüzyılının yeni bir anlayışla, yeni bir stratejik yaklaşımla, dünya ve bölge okumasına dayalı, (NATO planlarına da vakıf) bir akıllla inşa edildiği/edileceği, müesses nizamın da buna uygun yeniden şekillendirileceği gerçeğini görür. Bu aklın karşılık bulabilmesi için, “Kürt-Türk İttifakı”nın kurulması gerektiği tespiti kaçınılmaz olarak gündeme geliyor.
Amerika, İsrail veya farklı batılı güçlerin Kürtlerle temas etme, bölgesel planlara uygun olarak ilişki kurma çabasının en büyük nedenlerden birisi, Ortadoğu’nun geleceğinde, tarihin yüzünü Kürtlere dönmüş olmasıdır diyebiliriz. Yani batılı güçler, Kürtler üzerinden kendi bölgesel çıkarlarını geliştirmek isterken, Kürtler’de kendi çıkarlarını bu “fırsat penceresi” içerisinden bakarak, kıymetli bir kazanıma dönüştürmeye çalışıyor.
Türkiye’nin batı ile kurduğu askeri, siyasi ve ekonomik ilişkilerin ne kadar stratejik olduğu ise malum. Dolayısıyla bölgede tarihin iki “kardeş düşman” gücünü yan yana getirdiği ve artık bu “kardeş düşman” olma haline bir son verilmesi gerektiği, bir zorunluluk olduğu kadar, tarihsel olarak da mümkün görünüyor. İşte biz bu aralığın içindeyiz.
İşte tam da bu nedenle, Cumhur İttifakında somutlanan devlet gerçekliği ,bu meseleyi bir nihai sona ulaştırmaya çalışıyor diye düşünebiliriz ama elbette her zaman tahmin edilemeyecek gelişmeler oluşabilir ve bunların olası etkileri çarpan etkisi yaratabilir ve kanlı, yogun bir savaşa da maalesef sürükleyebilir hepimizi.
Foça’da ‘Doğa’nın Zaferi: “Eğer Dava Kazanılmasaydı, Bölge Ranta Açılacaktı”
Bir Liberal Rota Hikâyesi: “24 Ocak Kararları ve Piyasanın Eli”
45 Yıldır Değişen Bir Şey Yok: “Hala 24 Ocak Kararlarının Çizdiği Çerçevenin İçerisindeyiz”
“Neoliberal Hegemonya”nın 45 Yılı: 24 Ocak Kararları Türkiye’yi Nasıl Dönüştürdü?