₺0,00

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Aynı sınıfın kavgası: Barınma krizinde kim kimin düşmanı?

Beni düşünmeye ve yazmaya iten meselelerin neredeyse tamamının gündelik hayatın eleştirisinde, bireysel deneyimlerimde köklendiğini fark ediyorum. İyi ki öyle oluyor çünkü yaşadığımız çağın tanıklığını kayda geçmek için kişisel deneyimlerimizi de bilimin merceğinden geçirmek gerekiyor.

Ofis olarak kullandığım gayrimenkulden tahliye edilmem konusunda hukuki bir sürecin içindeydim. Mülk sahibi bu mülke konut kullanımı için ihtiyacı olduğunu dile getiriyordu, bense tahliye edilirsem mağdur olacağımı. Mülke kimin daha çok ihtiyaç duyduğu, kullanım hakkının kimde olması gerektiği konusunda mahkeme bir karar verecekti. Adaletin terazisi mülkiyet ve kullanım hakkı arasındaki ince dengeyi bir de benim için gözetecekti. İhtiyacın gerçek ve samimi bir ihtiyaç olmadığı yönündeki iddialarım üzerine mahkeme mülk sahibinden ihtiyacını belgelerle doğrulamasını istedi, mülk sahibi bu doğrulamayı yapmak yerine mülkü satmayı tercih etti. Yeni alıcı, yine ihtiyaç nedeniyle beni tahliye etmeye karar verdi. Yani mülk sahibi elindeki sıcak patatesi bir başkasına fırlatırken, benim için mesele yeni bir döngüye girmek ya da girmemek noktasında kilitlendi.

Adalet Bakanlığı resmî web sitesinde 22.06.2024 tarihinde yapılan bilgilendirmeye göre; kira uyuşmazlığı davalarında arabuluculuk başvurusu yapan 176.769 dosyadan 96.461’i, yani yaklaşık %54’ü anlaşma ile sonuçlanmış. Geriye kalan yaklaşık 80 bin dosya mahkeme sürecine taşınmış. 27.11.2025 tarihinde Evrensel’de yayınlanan bir haberde ise; toplam başvuru sayısının 443.679’a çıktığı, arabulucu aşamasında çözüme kavuşan dosya oranının %33 olduğu paylaşıldı. Mahkemeye taşınan dosya sayısında kısa sürede katlanarak yaşanan artış, arabuluculuk mekanizmasının çözüm bulduğu dosya sayısındaki düşüş ortada. Sayılara gerek yok esasında; çevresinde eşi, dostu, akrabası kira uyuşmazlığı nedeniyle mahkemelik olmayan kaldı mı? Neticede durum tüm açıklığıyla ortada; ihtiyaçlar ve mağduriyetler ekseninde yürütülen hukuki süreçler ancak vaka özelinde bir değerlendirme ve karar üretirken sistem mağdur üretmeye devam ediyor. 

Nedeni, hükümetin yanlış ekonomi politikaları nedeniyle azmanlaşmış bir enflasyon karşısında yaşanan barınma sorununun bir sınıf içi düşmanlaştırma stratejisine dönüşmesi. Sorunu kökünden çözecek yasal ve yönlendirici araçların yokluğunda aynı sınıfın mensubu mülk sahipleri ve kiracılar karşı karşıya getiriliyor. Sorunun çözümsüz bırakılmasından yola çıkarak, bunun bilinçli bir düşmanlaştırma olduğu söylenebilir, çünkü çözüm adına uygulanan artış limitleri mülk sahibi gözüyle mali gerçeklikten, kiracı gözüyle de hukuki gerçeklikten uzak.

Bunu böyle dile getirmek mülk sahiplerinin hangi sınıfın mensubu olduğu tartışmasını da beraberinde getirdiğinden bunu netleştirmek için iki konuda parantez açma ihtiyacı duyuyorum, fakat bu konudaki detaylı bir tartışmaya ihtiyaç duyanlar Sungur Savran’ın “Sınıfları Haritalamak: Sınıflar Birbirinden Nasıl Ayrılır?” başlıklı yayınını okuyabilirler.

Sınıf sonumu

Kapitalizme içkin sınıflı toplum yapısında bir ucunda aşırı zenginleşmiş sermayedarların diğer ucunda mülksüzlerin yer aldığı skalada kişinin sınıf konumunu, mülkiyetindeki mallara bakarak kendisi belirleyemez, üretim ilişkilerindeki konumuna bakarak sistem belirler. Kaldı ki, sınıflar arası geçişin koridorları dardır. Haliyle, üstünde adı yazan bir mülke sahip olsa da üretim ilişkilerinde emeğini satarak geçimini sağlamış ve sağlayan herkes işçidir, emekçidir veya emeklisidir. Kişinin küçük burjuva, bürokrat, aydın vb olması skalada belki birkaç adım sağa veya sola kaymasına neden olur ama onu, üretim araçlarına sahip, bu nedenle tahakkümün belirleyeni ve uygulayıcısı olan, emek üstünde tahakküm kurarken kârına kâr katarak büyüyen, büyürken tahakkümü büyüten, büyümek için hiçbir kural ve kaide gözetmeyen, böylece sistemi düğümlemeye devam eden sermayedar yapmaz. Belki, hayata nereden baktığına bağlı olarak, sermayenin bunları yapabilmesinin koşullarını yaratan sermaye dostu veya koşulları ortadan kaldırmaya çalışan sermaye düşmanı yapar. Üçüncü bir seçenek yok.

İkincisi; sermayedarlar üretim araçlarının mülkiyetine sahip olanlardır ve konut bir üretim aracı değil, emeğin kendini yeniden var edeceği, kişinin varoluşunu gerçekleştireceği bir barınma/yaşam alanıdır, en azından böyle algılanmalıdır. Mülk sahiplerinin sermayedara benzediği nokta sürekli büyüme, daha çoğuna sahip olma, daha çok biriktirme iştahları olabilir, ki bu iştah bence bir sınıf kininin dışavurumundan fazlası değildir. Çok fazla mülke sahip olarak sermayedar olabileceğini düşünenler, sermayeyi taklit ederek sınıf atlama telaşındaki hayalperestlerdir. Kent toprağı üstündeki bu hırs sermaye birikim sürecinde bir araca dönüştürülmüşse de bu araçtan birkaç konut ile faydalanmak kişiyi sermayedar sınıfına atlatmaz ama başka emekçilerin barınma hakkından çalmalarına neden olur. Sınıfın hayalperest üyeleri müttefiklerinin yaşamlarını zora sokarak ve sermayeye karşı dirençlerini kırarak ancak ve ancak kendi sınıfının güç kaybetmesinin sebebi olur.

Dolayısıyla, belki yıllarca emek vererek hak ettiği emekli ikramiyesiyle, belki dişinden tırnağından ayırarak yaptığı birikimle, belki uzun vadeli-düşük taksitli-ipotekli kredi yükleriyle mülk sahibi olan, belki bu mülkten elde ettiği kira gelirleriyle yaşam maliyetlerini azaltıp enflasyon karşısında bir nebze olsun tutunmaya çalışan, belki çocuğunun barınma endişesi duymadan okuyabilmesini, çalışabilmesini, evlenebilmesini uman insanları sermayedar gibi görmek, sermayedara ve dostlarına yöneltmemiz gereken öfkeyi bu insanlara yöneltmek, toplam servetin %40’ını alan en zengin %1’in dışında kalan herkesin herhangi bir şekilde mağdur edildiği bu ülkede mağduriyetler arasında hiyerarşi uygulamak ve yalnızca en mağdur olanın yanında durmak, kimin daha mağdur olduğunu adalet karşısında belgelendirmeye çalışarak hak mücadelesini bireysel alanla sınırlı tutmak sorunun çözümü değil. Yani mesele, kira artışına sembolik bir limit koymak, çatışmanın taraflarını adaletin terazisine oturtmak veya mülk sahibi ve kiracı çatışmasında her daim kiracıdan yana olmak gibi çözümlerden çok öte.

Bu bir sistem sorunu. Baktığı yerde rant gören, rantın çevresinde faaliyet üreten, rant olmayan yerden çekilen bir kamusallık sorunu. Birbiriyle mücadele halindeki kiracı ve mülk sahiplerinin sorunun kaynağını görmeleri ve mücadeleyi birlikte örgütlemeleri gerekiyor. Mücadele edilmesi gereken şeyi ise sosyalistler uzun süredir açık açık işaret ediyor: Barınma hakkını metalaştırarak hakkın kullanımını piyasanın işleyişine bırakma, konutu bir yatırım ve sermaye birikim aracına dönüştürme, konut üretim sürecini kamusal hizmet olmaktan çıkarıp özelleştirme, arsa spekülasyonları ve değer artışlarını yönet(e)meme, değer artışlarını kamuya döndür(e)meme, toplum temelli ve bütüncül planlamayı terk etme ve mevcut krizden haksız kazanç elde etme yönündeki eylemler ve bu eylemleri örgütleyen ve uygulayan taraflar. Bu bazen bir mülk sahibi, bir belediye başkanı, bir meclis üyesi, bir bürokrat, bir siyasetçi, bir yatırımcı, bir müteahhit, bir emlakçı, bazen de bir şehir plancısı olabilir.

Sınıf bilinci

Konuttan bahsedilen her yazının Engels’in bundan yıllar önce yayınladığı ve hâlâ bu konudaki tartışmaların çerçevesini çizen Konut Sorunu adlı eserine referans vermesi kaçınılmaz. Engels, konut sorununun çözümünü devletten beklemenin, kapitalist üretim ilişkilerinin ve konutun metalaşmasının devamını getirecek olması nedeniyle manasızlığını gösterir. Sorunu üreten bizatihi kapitalist devletken çeşitli yollarla da olsa (borçlandırma, sosyal konut vb) bu sorunu devlet ve sermaye çözemez der. Bunları, reformist çabalar ve gerici ütopyalar olarak değerlendirir. Lefebvre’e göre gerici ütopyadan kastı, başka bir toplum ve hayat resmederken koşulları muhafaza eden bir gelecek imgesidir. Bu yollarla oluşturulacak mülk sahipliğinin yarattığı çıkmazı ise şöyle tarifler: “… nihayet bir ev sahibi, kapitalist sıfatıyla, vicdansızca evinden en yüksek kirayı alma hakkına sahipken, hatta bunu ödev olarak bellemişken; böyle bir toplum konut krizi olmaksızın var olamaz. Böyle bir toplumda konut krizi tesadüf değildir, bir kurumdur.” Çözümü kent ve kır arasındaki karşıtlığı aşacak dönüştürücü bir çabada ve elbette kapitalist üretim ilişkilerinin terk edilmesinde ve üretim araçların kolektifleşmesinde görür. 

Peki ne yapalım? Şayet Engels’in sözü üstüne söz söylemek olarak algılanmazsa, benim güncel durumu hedefleyen ama konut üretim pratiğine dair olmayan birkaç önerim var. Basitten zora doğru sıralayacağım, ki en basiti aslında en önemlisi ama en zoru en etkilisi.

Birincisi; mahkemelerde karşı karşıya getirilmiş aynı sınıfın üyelerini birbiriyle tanıştıralım. Bizi bu duruma düşüren sınıflı toplum yapısının kaynağının ne olduğunu, neden aynı sınıfta olduğumuzu, mücadele edilmesi gereken düşmanın kim olduğunu, bu mücadelede neden müttefik olmak zorunda olduğumuzu tartışalım. Tahliyelerin, ödenmesi güç rayiçlerin, tapuda isim değişikliklerinin sınıfa ve mücadeleye bir hayrı olmadığı, problemi bir noktadan diğer noktaya taşımaktan başka bir işe yaramadığı, mücadelenin ölçeğini toplumdan bireye indirgeyerek değersizleştirdiği, dolayısıyla bunların mücadelede yanlış ve faydasız stratejiler olduğu konusunda ikna olalım. Sınıf içi müzakerenin önemine inanalım. Aslında ne kadar basit ve bir o kadar önemli.

İkincisi; sınıflı toplum skalasını birlikte masaya yatıralım. Daha fazla mülk sahibi olmakla ancak bindiğimiz dalı kestiğimizi görelim. Skalada birkaç adım “ilerlemenin” çocuklarımızı sermayedar yapmayacağını, sorunu kökten çözmek istiyorsak zaten yapmaması gerektiğini anlayalım. Hikâyesi dedesinin fi tarihinde fakir fukaradan üç kuruşa topladığı arsada kurduğu ve işçileri beş kuruşa çalıştırdığı fabrikada; aşirete, ağa babasına vs ait tarlada sömürülen ırgatın emeğiyle yetiştirdiği ürünün ticaretinde veya imar affına güvenip kent çeperinde topladığı tarımsal alanlarda birkaç kaçak inşaatta başlayan bugünün zenginlerinin birer örnek olmadığını, gasp yoluyla sermaye biriktiren bu sözümona girişimcilerin ve onlara yol verenlerin bugünlerin sebebi olduğunu görelim. Pek kolay değil ama gerekli.

Üçüncüsü; bir önceki maddede ısrar edenlere karşı örgütlenelim. Kent toprağımıza rant yoluyla göz dikenlere dur diyelim, dur diyecek mekanizmaların mücadelesini verelim. Nitelikli imar planlarından vergi düzenlemelerine, kooperatifleşmeden sosyal konut üretimine kadar sıralanabilecek farklı çözümlerin birlikte ve entegre biçimde uygulanmasını talep edelim ve en önemlisi bu talebi tabanda, sınıfta, sınıfın mülk sahibi veya kiracı tüm bireyleriyle örgütleyelim. Hiç kolay değil ama hayati.

Dördüncüsü; bir önceki maddede sıralanan mekanizmaları hayata geçirmemekte diretenlere karşı hukukun ve demokrasinin bize tanıdığı hakları ve imkânları kullanalım. Onları iktidar, yani karar verici, yani bu meselede belirleyici yapmayalım. Sorunu gerçekten ve kökten çözecek olanları iktidar yapalım. Oldukça zor ama bir o kadar etkili.

Kalıcı bir çözümün kolay olduğunu iddia etmiyorum. Gereken sadece sınıf bilinci. Bugünden bakınca bence zor olan tam da bu.

Yerin devrimci ruhunu okumak

Kentte Umudun Sürdürülebilirliği Üzerine

Şehircilikte optimumun etiği ve politiği

 

Etiketler: barınma sorunu, kira krizi, sınıf siyaseti, konut sorunu, emekçiler, sınıf bilinci, konutun metalaşması, Engels konut sorunu, Türkiye’de barınma hakkı