₺0,00

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Kentte Umudun Sürdürülebilirliği Üzerine

Şehirler gelecek için tasarlanır. Bu tasarıma bir çerçeve oluşturabilmek için, adına ister vizyon deyin ister ütopya, geleceğe dair bir düşe / tahayyüle ihtiyaç vardır.  Ulaşılmak istenen bir son nokta, bir resim. Bu düş plancıya emanet edilir, planlama da bu düşün gerçekleşmesi için kararlar üretir. Dolayısıyla, bugün mekânda gördüklerimizin toplumsal bir tahayyülün yansıması/parçası olması, yapılanların veya yapılmayanların uzun vadede bir amaca hizmet ediyor olması, müdahalelerin bir planlama dahilinde hayata geçiyor veya geçmiyor olması gerekir. Yani kentte olanda, olmayanda veya henüz olamayanda, tasarımı plancıya icrası kenti yönetenlere emanet, sorumluluğu her ikisine ait, kolektif bir umut saklıdır.

Umuda Bir Çerçeve Çizmek

Ernest Bloch Umut İlkesi adlı kitabının ilk cildine, umuda hem zamansal hem de mekânsal bir çerçeve çizerek başlıyor; ilkini doğrudan ikincisini dolaylı yoldan yaparak. Bu bir plancı için iki açıdan önemli bir oydaşma noktası; birincisi, plancının kolektif bir umudun resmini çizen kişi olması; ikincisi, planlamanın da plana hem zamansal hem de mekânsal bir çerçeve çizmek zorunda olması.

Bloch gece gördüğümüz düşleri, Freudcu bir yaklaşımla, bilinç altına itilen arzuların dışavurumu, gündüz gördüklerimizi ise çaba ve eylem gerektiren ve erişilmesi görece mümkün beklentiler olarak tanımlıyor, umudu da bu kümenin içine koyuyor. Yani, gerçekleşme ihtimali olmayan arzuları eylemsizliğin zamanı olan geceye itip beklentilerimizi gerçekleştirebilmek için bizi gündüz eylemeye çağırıyor. Buradan hareketle, Bloch’un iddiaları ile şehircilik kuramı arasındaki bağ şu şekilde kurulabilir; kente dair umutlarımızı hayata geçirebilmek için, birbirini tamamlayan iki tür bilinçli eyleme ihtiyaç vardır; biri plancıların uhdesindeki ve toplumun dahil edildiği mekânsal planlama, diğeri plancıların rehberliğinde toplumun sahipleneceği kentsel toplumsal mücadele. İlkinde sorumluluk plancıda, ikincisinde toplumdadır. İlkinde şehirciliğin çoğunlukla etiği, ikincisinde çoğunlukla politiği devrededir. Nihayetinde, beklentilere erişebilmenin mümkünlüğü plancıları ve toplumu bir araya getirecek kolektif bir mücadelede gizlidir.

Çizdiği mekânsal çerçevenin ayırdına varabilmek için ise umuda olumlu ve kolektif, arzulara olumsuz ve bireyci bir içerik yüklediğini görmemiz ve buradan yola çıkarak metinde sorulmayanı bizim sormamız gerekir: Gece görülen düşlerin mekânı uyuduğumuz bireysel/özel alanımız iken gündüz düşlerini nerede görürüz? Nereye gittiğimizde umutlanıyor, neyi görünce umutsuzlanıyor, umudumuzu hangi mekanlarda besliyor, inşa ediyor ve gerçekleştiriyoruz? Hepimizin aynı umudu taşıdığından nasıl emin oluyoruz? Kent topyekûn bir umudun ürünüyse, biz bu kentlerde neden sürekli umutsuzluğa düşüyoruz?

Bu soruların cevaplarını tersten giderek vermeyi ve son sorudan da anlaşılacağı üzere umuda yüklenen olumluluğu aşmayı deneyeceğim.

Kentsel Gerçeklik

Lefebvre, “Bir merkez olmadan, yani mekânda doğabilecek ve orada üretilebilecek her şey bir araya getirilmeden, tüm nesneler ve öznelerin fiili ya da olası karşılaşması olmadan kentsel gerçeklikten söz edemeyiz” der. Bu hem bir ölçek hem de bir içerik tartışmasıdır benim nazarımda. Ölçek tartışmasında merkezlerin adedini, konumunu, büyüklüğünü, yoğunluğunu masaya yatırabiliriz, içerik tartışmasında karşılaşmaların türünü, niteliğini, sıklığını, etkisini. Fakat, bu ifadede dikkatinizi çekmek istediğim bir çıkarım daha var ki, bu yazının yola çıkış noktası: Mesele etmemiz gereken şey kentsel gerçekliktir, çünkü kente dair umutlarımızın hayat bulup bulmadığını bu gerçeklikle sınarız ve bu sınamaya bağlı olarak umutlarımızı sürdürürüz veya söndürürüz. Yani, umudumuzdan yola çıkarak, umuda yönelerek, umudu inşa ederek bir mücadele olacaksa, bu mücadelenin yolu kentsel gerçekliği doğru anlamaktan geçecek.

Kentsel gerçekliğin açıklamak için yine Lefebvre’in yaptığı şehir (city-ville) ve kent (urban-l’urbain) ayrımına değinmek gerekir. Şehir gerçekliğin fiziki boyutuna, kent toplumsal boyutuna vurgu yapar. Yani, kentsel gerçeklik dediğimizde, bir “kentsel mekân” kurgulayabilme/oluşturabilme/üretebilme düzeyini, yani “mekânı ve toplumu” bütünleştirebilme düzeyini anlamak icap eder. Bence bu, iki yolla sınanabilir; umut ettiklerimizi görerek veya görmeyerek, umudu hissederek veya hissetmeyerek.

Umudun görünürlüğü: Müşterekler

Planlama toplum adına yürütülen bir eylem olduğundan, plana çerçeve çizecek tahayyül de toplum adınadır; ancak kitleselleştiğinde kamusallaşabilir ve kolektif hale geldiğinde mekânı da kolektif hale getirir. Müşterekler dediğimiz kavram kolektif mülkiyeti, mekânın veya kaynakların ortak üretimini ve tüketimini, mekânsal sahiplenmeyi ve aidiyeti tanımlar. Su havzaları, sulak alanlar, denizler, madenler, hava, toprak, kıyılar, ormanlar gibi doğal kaynaklardır; meydanlar, parklar, caddeler, sokaklar, sit alanları, müzeler, okullar, hastaneler gibi kamusal mekanlardır; ulaşım, eğitim, sağlık, altyapı gibi kamusal hizmetlerdir. Bunların tapusu kimsenin üstüne değildir, hatta tapusu bile bulunmaz, dolayısıyla kimse tarafından alınıp satılamaz. Adı üstünde; müşterektir, müşterekçe üretilmiştir, müşterekçe kullanmak içindir. 

Bu kaynakları, mekânları ve hizmetleri müştereğe çeviren şey üretimine veya kullanımına katılan, onu yine üretim ve kullanım yoluyla “temellük” eden birikimli emektir. Emeğe içkin olan kitlesellik bu tür kitlesel mekanlar arzular, çünkü emek kendini ancak müşterekler yoluyla yeniden var edebilir, gücünü ancak müşterekler yoluyla sınayabilir. Bu yönüyle de hiyerarşilerden, bedellerden, erişime dair tüm koşullardan azadedir. 

Giddens’ın yapılanma kuramında ortaya koyduğu üzere; aktörler, bilinçli eylemleriyle, eylemlerini etkileyen yapıları bilinçsizce yeniden üretirler. Toplumsal sistemler ise zaman ve mekân boyunca yeniden üretilen, insanların yerleşik faaliyetleriyle oluşur. Toplumsal sistemleri analiz etmek, bu sistemlerin etkileşim içinde nasıl (yeniden) üretildiğini incelemek anlamına gelir (Giddens, 1986). Yani, toplumsal sistemlerin inşası bir mekâna ve mekânda yerleşik, düzenli ve bilinçli insan eylemlerine ihtiyaç duyar; dolayısıyla toplumun müşterekleri kullanma biçimi ve sıklığı, karşılaşmaların niteliği ve türü, toplumsal ilişkilerin de belirleyicisidir. Dolayısıyla, müşterekler Lefebvre’in işaret ettiği, her şeyin bir araya geldiği, tüm nesnelerin ve öznelerin fiili ya da olası karşılaşma merkezleridir, mekânın ve toplumun bütünleşme mahalleridir, toplumun kullanım yoluyla müşterekçe (yeniden) ürettiği ve sahiplendiği kolektif mülkiyetlerdir. Müşterekler yoksa kentsel gerçeklik yoktur. Bu nedenle, toplumcu kaygıyla üretilen mekânsal planlarda ve kentsel tasarımlarda müştereklere sıklıkla yer vererek, onları erişilebilir kılarak, korunmaları adına önlemler alarak, geri kazanılmalarını sağlayarak, kullanımlarını kolaylaştıracak düzenlemeler yaparak mekân ile toplumun bağı güçlendirilir. Böylece, kentsel gerçekliğin hayat bulacağı merkezler oluşturulur, kolektif umut mekânda görünür olur.

Bugün mülksüzleştirme olarak tanımladığımız süreç, çoğunlukla mülkiyetimizdeki şeylerin yoksunluğu veya kaybı olarak bilinse de, müştereklerin kaybını da içerir. Kamu mülklerinin satılması, yerel toplumların yaşam alanlarından uzaklaştırılması veya mekânla kurdukları ilişkilere yıkıcı biçimde müdahale edilmesi, kamusal mekanlara ve hizmetlere erişimin fiziki ve mali açıdan zorlaştırılması, kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi ve metalaştırılması, doğal kaynakların tehdit veya yok edilmesi, hatta muhtemel tehdit ve yıkımlara karşı önlem alınmaması vb süreçlerin tümü müştereklerin kaybedilmesi yoluyla toplumsal mülksüzleştirmedir. Emeğin yeniden üretimine müdahale olduğundan emek sömürüsünün bir başka biçimidir. Habitusa müdahale içerdiğinden yaşam hakkının gaspıdır. Nihayetinde mekân-toplum bağına, kentsel gerçekliğe, kolektif umuda bir saldırıdır. 

Kentin kolektif umut mekanları tehdit altındaysa, umut ettiklerimizin karşılığını mekânda bulamıyorsak, bize ait olan mekânları sahiplenip koruyamıyorsak, inşa ettiklerimizi kaybediyorsak, yeni müşterekleri müşterekçe üretemiyorsak ve hepsinden de önemlisi, birlikte aynı umudu taşımıyor ve kentlere dair ortak bir tahayyül kuramıyorsak kentte umut sürdürülemez. Toplumsal mülksüzleşmeye tanıklık ediyorken ve planlamanın araçları toplum yerine sermaye birikim süreçlerinin hizmetine devlet eliyle sunuluyorken planlarla geleceği hayal ettiğimiz gibi tasarlayabilme, tasarladığımızı hayal ettiğimiz gibi gerçekleştirebilme düşleri kurulamaz. Gündüz kurduğumuz düşler yanlış eylemenin veya eylemsizliğin neticesinde gerçekleşemeyen, bilinçaltına itilen arzularımızın kabusuna dönüşür. 

Umudun hissedilebilirliği: Toplumsal mücadele

Kentin gelecek tahayyülünde ortaklaşamadığımız kesimlerin mekânın (yeniden) üretiminde daha belirleyici olduğu bir çağ bu. Yaratıcı bir yıkıma değil, ancak yıkıcı bir yapıma tanıklık ediyoruz. Müştereklerimize dönük tehditler çeşitli ve fazla. Planlamanın mekânsal çerçevesini belirleyen ölçekler ve sınırlar belirsiz ve karışmış, zamansal çerçeve “20-30 yıl” idealinden “bugünden yarına” gerçekliğine indirgenmiş. Umudun resmi olan planlar en iyi ihtimalle tadilatlar ve revizyonlarla kırkyamaya (patchwork) dönüşmüş, en kötü ihtimalle ise bir plana bile gerek duyulmadan mekâna müdahale edilmiş. Stratejiler rafa kaldırılmış, öncelikler her seferinde yeni baştan tanımlanmış. Mekân planlanandan, plan tahayyülümüzden kırk fersah uzağa düşmüş. Ne bir kolektif tahayyülden söz edilebilir artık, ne umudun görünürlüğünden. Kısacası, plan ve plancı mekân üretiminde, saldırılara karşı direnmede, ona emanet edilen kolektif umudu korumada ve gerçekleştirmede sınıfta kalmış. 

Neyse ki elimizde, iyimser Bloch’un gündüz düşlerine eylemle ulaşılabileceğine dair söylemleri ve ikinci bir yol olarak, toplumun sahipleneceği kentsel toplumsal mücadeleler var. Bizim olana yönelik saldırılara karşı biz olarak direndiğimizde, kolektif olarak sahip olduklarımıza kolektif olarak sahip çıktığımızda, hakkımız olanı gasp edenlerden mücadeleyle geri aldığımızda umudu göremesek de hissediyoruz. Tutamasak da peşini bırakmıyoruz. Gerektikçe ve olabildiğince, şayet yeterli çoğunluk bulunabilirse, hukuki yollarla ve barışçıl protestolarla sahada bir eylemlilik içindeyiz. Fakat “bir devle savaşıyordu aktivist, yorulmuştu, bir sonraki mücadeleye geçmeden vurulmuştu.” 

Ahtapotun her bir kolundaki onlarca vantuzun bazılarında verilen mücadeleler ahtapotun dokuz beyninden birine bile ulaşamıyor. Mücadele edenlerin biri diğerinden, mücadele etmeyenler ise tümünden kopuk. Toplumsal mücadeleler de kırkyamaya dönmüş bir plan gibi; mahallinde ve bugünden yarına. Mesela, trafik kazalarıyla kentsel saçaklanmanın, iş kazalarıyla imar rantının, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile barınma hakkının, özelleştirmelerle çevre kirliliğinin, gıda güvenliğiyle kıyı ve orman talanının, sokak çeteleriyle şehir hastanelerinin, iklim değişikliğiyle kente göçlerin aynı kökten beslendiğini, kesiştiğini, birbirini ürettiğini göremiyor ve gösteremiyoruz. Hepsinin kentsel mekânla ve kentsel siyasetle ilişkisi ortadayken, birincileri kentsel gerçeklikten muafmış sayıyoruz. Haliyle elde ettiğimiz kazanımlar ve hissettiğimiz ufacık umutlar, kente dair gördüğümüz büyük düşleri gerçek kılamadan sönümleniyor. Bloch’a söylemeyelim ki umutsuzluğa düşmesin.

Hal böyleyken, kendime bu aralar sıkça şunu soruyorum; kendisine emanet edilen kolektif umuda bir resim çizmekten sorumlu bir plancının umutsuz olma hakkı var mı? Ahtapotun beynine ulaşabilecek zehir siyasette iken, siyaset en az planlama kadar toplumcu olmadığı, uzmanı ve toplumu bir araya getirecek bir eylemlilik üretmediği, ahtapotun zekice hamleleriyle parçaladığı mücadeleye zamansal ve mekânsal bir çerçeve çizmediği sürece, evet. Peki, siyasetin bunu başarabileceğine dair bir umut var mı?

Şehircilikte Optimumun Etiği ve Politiği

Cumhuriyet’in İlk Yüzyılında Kentleşme Pratiklerine Bir Bakış ve İkinci Yüzyılın Kentlerini Planlama

Adana’nın Geleceği için Katılımcı Belediye Stratejisi: Halk Jürisiyle Kapsayıcı Bir Kent Vizyonu