Şehircilikte Optimumun Etiği ve Politiği

Şehircilik lisans eğitimimizin son yılı (2002-2003) disiplinin duayen hocalarından Prof. Dr. Raci Bademli’nin yürütücülüğünde geçti. Raci Hoca’nın tedrisatından geçmiş olmanın gururu, onun tedrisatından geçen son öğrencilerden biri olmanın hüznü bugün bile güçlü. Stüdyoda yaptığımız sohbetlerden birinde, şehircilikte optimumun ne olduğunu masaya yatırdığımız sırada hoca, gülerek ama hiç tereddütsüz “kulak memesi kıvamı” demişti. Bu sözün belleğimdeki yeri ve bende bıraktığı etki de o günkü kadar güçlü. 

MIT’de doktora yapmış, ODTÜ’de nice öğrenci ve hoca yetiştirmiş, bürokrasiye yön vermiş, ulusal ve uluslararası pek çok projede çalışmış bir şehircilik duayeninin ölçüsüz ve ciddiyetsiz bir ölçü birimi olan kulak memesi kıvamını şehircilikte referans alması, mesleki deneyimi olmayan öğrencilerine de referans almalarını salık vermesi, sembolü bilim ağacı olan bir bilim yuvasında nesnel göstergelere değil öznel olana güven çağrısı yapması nerden baksanız büyük bir iradeydi. Bunun böyle olduğunu anlamam yirmi yıl sürdü.

ŞEHİRCİLİK BİLİMİ

Şehircilik doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin kesişiminde yer alır, çünkü çalışma nesnesi hem mekandır hem toplumdur. Fiziksel mekânı şekillendiren kararlar üretir, ancak bunu toplumun refahına, huzuruna, faydasına katkı verecek şekilde, toplumun mekanla kurduğu ilişkiyi merkeze alarak ama toplumun tasarlanması gibi bir hadsizliğe düşmeden yapar. 

Modernizmin çocuğudur ama yanıtlarını salt akılcılıkla üretmez. Postmodernizmin araçlarını kullanır ama akılcılıktan ve nesnellikten uzaklaşmaz. Hedef çıktısı yerleşim yoğunluklarını, alan büyüklüklerini, yapılaşma koşullarını kapsadığı kadar stratejileri, politikaları, bütçe planlamasını ve sürecin tasarımını da kapsar. Geleceği öngörebilmek için projeksiyonlar, simülasyonlar, eğilimler gibi birtakım nicel göstergelere başvurur ama geçmişten kalan hatıralara, hafızaya, izlere, değerlere, deneyime de saygı duyar. Doğal ve toplumsal yaşamın sürekliliğinin, kısıtlı kaynakların etkin kullanımının, birbirine bağlı ve bağımlı fonksiyonlar arasındaki bütünlüğün gözetilmesinin sorumluluğunu taşır. İnşa edileceklere, yıkılacaklara, iyileştirileceklere veya olduğu gibi korunacaklara karar verir. Nihayetinde hem mekânın hem toplumun dönüşümünde payı vardır. 

Planlama kararları, temel olarak, meşruiyet (ihtiyaçlar, beklentiler, talepler), nedensellik (etki-tepki ve neden-sonuç ilişkileri), stratejik öncelikler (ihtiyaçlar ve kaynaklar arasındaki uyum ve tutarlılık), bağlamdaki geçerlilik (toplumsal, politik, idari, iktisadi, hukuki yapı), görsellik (estetik, denge, süreklilik, bütünlük) ve vizyonerlik (düşler, idealler, atılımlar) temelinde belirlenir. Hata payı yüksek, geri dönüşü zor, başarıda deneyim isteyen bu süreç plancının yetkin, adil, müzakereci ve sağduyulu olmasını gerektirir. Süreçlerde plancının yokluğu, sessizliği, apolitikliği de en az o kadar belirleyicidir. Tam da bu noktada aklımıza, bu farklı parametreler dikkate alınarak belirlenecek “planlama kararlarının rasyonelliğini ne tartar” sorusu gelir ve Raci Hoca’nın verdiği referansı hatırlarız; kulak memesi kıvamı.

ŞEHİRCİLİKTE ETİK VE POLİTİK

Aristoteles “Her bilgi ve her tercih bir iyiyi arzuladığına göre, siyasetin arzuladığını söylediğimiz şey ve tüm yapılabilecek iyilerin en ucundaki şey nedir?” diye sorar. Bu soru, bir kent siyasa aracı olarak planlama pratiğinin amacını ortaya koymak, planlama meslek etiğinin sınırlarını çizmek, kulak memesi kıvamının ölçüsü için karar vericilerin referans noktasını tanımlamak için iyi bir başlangıç sorusudur. Nitekim, mekânsal planlamanın nihai amacı iyi bir şehir tasarlamak, stratejik planlamanın amacı ise hedefe gidecek iyi bir yol tarif edebilmektir. Fakat sorun hem iyinin göreceliğinden hem parametrelerin çokluğundan hem geleceğin artık öngörülemezliğinden kaynaklanır. Yine de tercihlerde bulunurken referansımızı tüm yapılabilecek iyilerin en ucundaki o şeye yöneltelim. Fakat o nedir? 

Bu tartışmaya birazdan geri dönmek üzere ara verip etik ve politik üzerine bir parantez açayım. 

Şehircilikte etik olanı belirleyen ilkeleri fenle, bilimle, teknik kurallarla açıklamak gerekir. Bunları takip etmeyen bir süreç, en basit ifadeyle, meslek etiğinin dışında hareket eder hale gelir. İyi bir kent tasavvuru ortaya koyayım derken referansını yitirir ve tutarsız, gerekçesiz, dayanaksız, doğrulanmamış kararlar ve nihayetinde iyi tasarlanmamış bir kent üretir. Yani planlamada etik olanı, çoğunlukla nesnel olanla izah ederiz. 

Bugünkü hakim “akılcı paradigma” gelişmeye başladığı dönemde (1950ler sonrası), somut ve nesnel veriler üzerinden alınacak kararlar etiğin koşullarını çoğunlukla yerine getiriyordu. Oldukça basitleştirerek örneklemek gerekirse, nüfusun demografik yapısına ve değişim eğilimine göre bundan otuz yıl sonrasında şu kadar olması beklenen nüfusun barınma ve altyapı ihtiyacını karşılamak için, mevcut yerleşim yapısının ve deseninin, kentsel ekonominin ve toplumsal ilişkilerin bilimsel analizinin neticesinde, korunacak alanları ve riskli bölgeleri dışarıda bırakarak, yani eşikleri belirleyerek tanımlanmış yerleşilebilir alanlar dikkate alındığında, şu kadar alanın yerleşime açılarak yapılaşma koşullarının şu şekilde belirlenmesi, kişi başı asgari şu kadar sosyal donatının şu kadar erişilebilir mesafede tasarlanması, fonksiyonların mekânda şu şekilde dağıtılması halinde ideali tarifleyen bu resme otuz yılın sonunda ulaşmak mümkün görünüyordu ve kentin, çevreye zarar vermeden sorunsuz biçimde “çalışmaya” devam edeceğine inanılıyordu. Buna dair kulak memesi kıvamı, bugün, iyi bir yazılımla hesaplanabilir durumdadır. 

Planlamada politik olan ise etiğin uygulanamadığı, uygulandığı durumda başka çatışmaların ortaya çıkacağı, tek bir doğrunun veya hakikatin geçerli kılınamayacağı, hatta doğruların bile zaman içinde değiştiği durumlarda gündeme gelir. Etik ile politiğin karşılaşmasında etik olanın iddiası “ama doğru olan bu” iken politik olanın iddiası “ama kime göre, hangi koşulda ve ne kadar süreliğine”dir. Dolayısıyla, şehircilikte politik olanı sürece ve bağlama bakarak anlayabiliriz. Şehirciliğin politiği, toplumsal iyiyi ve nesnel doğruları gözeten öznel yargılarımızda gizlidir.

Bu diyalektik, planlamanın rasyonelliğine dönük bugünkü en temel tartışmalardan birinde görünür olur; plan kararları kim için üretilmekte ve planlama kurumu, esasında, kime hizmet etmektedir?

Bu konuda Marksist kuramcılar oldukça net; planlama egemenlere, yani sermayeye hizmet etmektedir. Devlet ise, planlama ve sermaye arasındaki bu belirlenim ilişkisinde başat rol oynamaktadır, çünkü mekânsal planlama devlet merkezli bir eylemdir. Planlama kurumunu oluşturan idari yapılar, mevzuat, teknik ve yasal süreçler devlet tarafından “gerektiğinde” değiştirilerek koşullar sermayenin çıkarları için uygun (esnek, hızlı, yatırım ve rant odaklı) hale getirilmektedir. Peki, sermayenin üretim, yatırım ve bölüşüm dinamikleri için planlamanın aldığı kararlar etik ve politik açıdan optimum faydayı sağlar mı? Tekrar başa dönüp soruyu Aristoteles’in işaret ettiği eksende soracak olursak, her bilgi ve her tercih bir iyiyi arzuladığına göre, şehircilikte etiğin ve politiğin arzuladığını söylediğimiz şey ve tüm yapılabilecek iyilerin en ucundaki şey nedir? Mekânsal planlamanın arzu ettiği “iyi kent”in optimumu nedir? Raci Hoca’nın bahsettiği bu “kulak memesi kıvamı”nda referansımız nedir? 

ŞEHİRCİLİKTE KIVAM SORUNSALI

Nasıl ki bir hamur karılırken temel malzemelerin belli ölçülerde bir araya gelmesi gerekiyorsa, planlamanın kimyası da bunu gerektirir, bir plancı bilimsel ve teknik olan neyi gerektiriyorsa öncelikle onu referans almalıdır. Yerleşilebilir olmayan zeminlerde yerleşim kurmak, altyapının taşıyabileceğinden fazla nüfus öngörmek, nüfusun ihtiyacı olan temel kamusal hizmetler için yer ayırmamak veya bu fonksiyonları erişilebilir şekilde konumlandırmamak, kentin temel kaynaklarını tüketecek ekonomik fonksiyonları öncelemek, kaybedildiğinde yerine konulması mümkün olmayan değerleri yok etmek, yaşamı ve toplum sağlığını tehdit edecek müdahaleler öngörmek, kısıtlı kaynakları toplumun ihtiyacı olmayan hizmetler için kullanmak, toplumun mekanla kurduğu ilişkiye uygun olmayan biçimler tasarlamak bilimsel olarak yanlıştır, dolayısıyla meslek etiğine aykırıdır. Etiğin dışına çıkıldığında, her şeyden önce, insan ve kent yaşamı tehlikeye girer. 

Planlamanın politiği ise bu kararlar üretilirken dikkate alınan taleplerde, gelebilecek baskıya karşı takınılan tutumda, bilime aykırı kararlarda ısrarcı olma veya bu kararlara karşı durma iradesinde aranmalıdır. Planlama alanındaki toplumun sağlığını, huzurunu ve refahını göz ardı eden, elde edilen faydayı uzun vadeli çıkarlar için topluma değil, kısa vadeli çıkarlar uğruna sermayeye aktaran, toplumu doğrudan etkileyecek kararlarda toplumun önce fikrini sonra icazetini almayan, toplumsal muhalefeti sönümlemek için göstermelik ve manipülatif bir katılımcı süreç uygulayan ve böylece, topluma rağmen planlama yapanlar, nihayetinde planlamanın varoluş nedenine, yani sağlıklı ve sürdürülebilir yaşam alanları tasarlamaya aykırı hareket eder. Bu açıdan plancı yanlış bir politik tutum içine girer. Diğer taraftan, bireylerin talep ve beklentilerinin bilimsel doğru ile çatıştığı noktada da plancı, bir uzmandan beklenen açıklamaları doğru bir politik üslupla paylaşmalı ve toplumun bilimsel olana yaklaşmasını sağlamalıdır. 

Burada kastedilenleri biraz daha açabilmek için plancının etik ile politik arasındaki salınımının tarihselliğine de bakmak gerekir. 1950’lerde serüvenine başlayan rasyonel planlama plancıyı, başlangıçta, yalnızca bir teknik uzman olarak tanımladı. Plancı, mesleğin etik ve bilimsel standartlarına hâkim bir kişi olarak, tüm alternatifler içinden, herkes için en iyi ve doğru kentleşme kararlarını tanımlayabilecek yetkinlikte bir profesyoneldi. Kararlarını üretirken bilimsel doğruları temel alacak apolitik bir uzmandı. Fakat, alınan kararların toplumun tüm kesimleri için iyi olmadığı gün gibi ortadaydı. Plancının apolitikliği onu esasında güçlüden yana taraf haline getiriyordu, planlama tepeden inme bir kararlar dizisiydi ve plancının ve planlama kararlarının meşruiyeti tehlikedeydi. Böylece, plancıya atfedilen bu tanrı rolüne ve sınırsız rasyonaliteye dönük eleştiriler baş gösterdi. Plancının kent siyasetinde aktif bir politik rol üstlenmesine dair söylemler 1960’larda Davidoff tarafından ileri sürülen Savunmacı Planlama yaklaşımıyla başlar. Buna göre, toplumda baskın konuma gelemeyen “öteki”lerin haklarının savunuculuğunu yapacak kişi plancıdır ve kentin fiziksel gelişimine yön verecek bu teknik uzman, haklarını savunacağı kişilerle sağlıklı bir iletişim kurabilmek için bir avukatın sahip olduğu bilgi ve yeteneklerle de donanmalıdır. Fakat plancı, burada yine bir “aracı” rolüne bürünür; toplumun güçsüz kesimlerinin avukatı olmak. Postmodernizmin planlama bilimine belki en büyük katkısı, öncelikle adına karar verilen bireylerin birer siyasi özne olduğunu, ayrıca plancının da politik bir birey olduğunu ve olması gerektiğini hepimize hatırlatmasıdır. Patsy Healey’nin de belirttiği üzere; “plancı hem suçlamanın ve düşmanlığın nesnesi hem de etkin toplumsal düzenlemelere dair umutlarımızın öznesi”dir. Umudumuzu yüklediğimiz postmodern plancı, artık, hem teknik bilgiyle donanmış bir uzman hem çatışan fikirlerin ve taleplerin müzakeresinin koşullarını oluşturacak ve bu müzakereden teknik doğrulara dayalı bir uzlaşı çıkaracak kolaylaştırıcı hem de kentin çok boyutlu, çok katmanlı ve dinamik yapısını birlikte değerlendirip bütünleşik kararları birlikte üretecek disiplinler arası ekibin koordinatörüdür. Kısacası, planlama plandan, yani süreç sonuçtan daha önemli hale gelmiştir ve etik ile politik arasındaki salınım postmodern planlamanın alametifarikasıdır.

Özetle, tüm yapılabilecek iyilerin en ucundaki şey, toplumun iyi halidir. Dolayısıyla, şehircilikte doğru kıvamı politik açıdan hangi tarafta durduğumuz ve o tarafı savunurken neye tutunduğumuz belirler, çünkü optimum kararlara ancak sağduyulu bir politik tutumla ulaşılabilir. Diyebiliriz ki, nesnel ile öznelin, geçmiş ile geleceğin, koruma ile gelişmenin, içermek ile dışlamanın sarkacında optimum olan hiçbir zaman orta nokta değildir, fakat deneyimli, toplumcu ve bağımsız bir plancının elinden çıkan her karar etik olarak da politik olarak da olabilecek en optimum noktadadır. 

Bugünkü deneyimimle anlıyorum ki, Raci Hoca’nın “kulak memesi kıvamı” diye tabir ettiği ölçü cetvel, terazi, derece netliğinde yanıt bekleyen öğrencilerine bazı soruların bağlamında cevaplanacağını, bazı ölçülerin bağlamında hesaplanacağını, ideal ölçünün deneyimle tartılacağını, doğru bir politik tavırdan yoksun her kararın ya çok sert ya çok yumuşak kaçacağını anlatmanın pratik yoluymuş. Raci Hoca’nın devri daim olsun.

Cumhuriyetin İkinci Yüzyılı Nasıl Başladı?

Halkın Ortak Sloganı “Yaşasın Cumhuriyet” 

Sporun Yüz Yıllık Bakiyesi: Kumbarada Ne Kaldı?