Antik Roma’dan miras aldığımız genius loci (yerin ruhu – spirit of place) kavramı, her mekânın bir koruyucu ruhunun olduğu inancına dayanır. İnanışa göre bu ruh, orada bir yaşam kurulmadan önce mekânda mevcuttur, yerleşmenin sonrasında insanı ve mekânı korur, insan psikolojisini etkiler, aynı zamanda onun özünü ve karakterini belirler.
Buradan hareketle, insan-mekân ilişkisinin öteden beri aidiyet üzerinden kurulduğu iddia edilebilir. Biricik özümüzün ve kimliğimizin kodları içine doğduğumuz, bir süre bulunduğumuz, bir şekilde ilişkilendiğimiz mekânlarda yazılır. Bu nedenle bizi biz yapan mekânlara ait hissederiz ve ait hissettiğimiz mekânları ve onlarla kurduğumuz bağları varoluşumuzun kanıtı, doğrulaması, garantisi ve sürekliliği adına korumaya gayret ederiz.
Kavram zaman içinde felsefe, psikoloji, mekânsal planlama, tarihi çevre koruma, sosyoloji, halk bilimleri gibi insan-mekân ilişkisini farklı ölçeklerde analiz eden çeşitli alanlarda karşılığını bulsa da mekân tasarımı ile bağlantılı olarak gelişmesi Christian Norberg-Schulz’un 1980 yılında mimari yapılarda yerin ruhunu arama ve yaratma, kendine has ruhu ve kimliği olan mekânlar tasarlama çabalarına dayanır. Bu çabanın bir kaynağı, insan varoluşunun mekân ve yapı ilişkisi üzerinden belirlendiğini dile getiren ve “barınma, öncelikli olarak ikamet etmek değil, bir şeyin kendi olup geliştiği o alanı korumak ve yaratmaktır” diyen Heidegger’dir.
Özetle, tasarladığımız ve ürettiğimiz mekânın bir kimliği, kendine has bir karakteri, ayırt edici bir özelliği olması onun bir ruhu olduğu, ruhunun olması ise yaşadığı anlamını taşır. Yani mekân yalnızca bir “içeren” olarak bulunmaz, etkileşime geçilen kanlı-canlı bir karaktere dönüşür. Fakat ruh mekâna tasarımcı tarafından değil, kullanıcılar tarafından üflenir. Mekândaki fiziksel katmana zaman içinde sosyal, kültürel, ekonomik, psikolojik katmanların eklenmesiyle bir yaşam kurulur. Yapı bittiğinde ana rahmindeki bir fetüs gibi kalbi atar ama yaratıcısından koparılıp dış dünyayla tanışmadan, yani toplumsal havayı solumadan, yani insanla olumlanmış bir ilişkiye girmeden yaşamı başlamaz.
Dolayısıyla, kimliği olan bir mekân sıfatlarla değil anlamlarla karakterizedir. Toplumun hafızasında yeri olan olaylara ve hikayelere tanıklığıyla, üretim ve tüketim ilişkilerine sunduğu olanaklarla, bir toplumsal gruba harç, bir başkasına yuva, bir diğerine güven veya umut, ötekine sınır sunmasıyla bu anlamı üstlenir. Toplumsal, siyasî, tarihî bağlamla ilişki kurar, o bağlamda büyür, olur, gelişir. Var olduğu ve oluştuğu bağlamdan çekip alındığında veya bağlam yok sayıldığında hafızasını yitirmiş, kimliğini kaybetmiş, ruhu çekilmiş, etten ve kemikten ibaret bir yere döner. Hasankeyf, Ayder, Sulukule olur.
Kısacası, Calvino’nun dediği gibi, “bir kenti kent yapan şey kapladığı alanın ölçüleri ile geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkidir”. Yani, bir yeri mekâna çeviren şey öyküdür. Bir mekânın ruhunu okumak ise hikâyelere karşı meraklı bir birey, bir öykünün nasıl okunacağının farkında bir bilinç, yapılan her okumayla mekânın ruhuna bir katman ekleyen bir anlatıcı ister.
Yerin Öyküsü
Öyküler hikâye anlatma sanatında edebî bir biçimdir. Uzun bir ömür içinden anlamlı ve derin kesitler alarak üretilir. Karakter hayatı boyunca ne yaşamış, olayın öncesinde veya sonrasında neler olmuş, olaylar nasıl ve neden bu hale gelmiş bilmeyiz, bilmek zorunda da değiliz. Ancak, bize aktarılan kesitin karakterdeki etkilerini, karakterin yaşadığı olaylara tepkilerini, tanık olduğumuz şeyin karakterdeki ve bizdeki dönüşümünü mesele ederiz. Bu nedenle, her iyi öykünün yapısında akıcı ve tutarlı bir olay örgüsü, olayın geçtiği atmosferi betimleyen ve bizi de bir göz olarak oraya konumlandıracak bir zamansal ve mekânsal tasvir, olayın başından geçtiği veya parçası olan bir karakter bulunur. Anlatıcının ustalığı ise üslubu oluşturur, anlatılan hikâyenin etkisini güçlendirir. Öykünün tadını doyulmaz yapan, bu ustalıkla, kısacık bir kesitten bir yaşam deneyimi veya duygusu çıkarabilmesidir.
Kentin yaşam öyküsünden kesitler almak da her an, isteyerek veya istemeden, farkında olarak veya bilmeden yaptığımız bir şeydir. Mesela bir kafede kahvemizi içerken insanların nereye ve neden olduğunu bilmediğimiz yetişme telaşını seyrettiğimizde, otobüs camından kente kesintisiz ama anlık bakışlar yönelttiğimizde, bir pazarcı esnafıyla kime olduğu net ama ne kadar süreceği belirsiz öfkeli bir diyalog kurduğumuzda, karşıdan karşıya geçerken dalgın bir yayayla gözlerimiz buluştuğunda, neden dikkatsiz olduğu bilinmez sürücülerin kullandığı araçlardan kaçtığımızda, neden çıktığını bilmediğimiz bir kavgaya tanık yazılmaktan korktuğumuzda, kimin suçlu olduğunu bilmediğimiz bir kazaya tanık olduğumuzda, ne kadar süredir birlikte olduğunu bilmediğimiz bir çifti öpüşürken gördüğümüzde…. Tüm bunlar, uzun süredir yaşanmayı beklemiş, tesadüfen yaşanmış, yaşanmak isterken yaşanamamış, yaşanması bilinçli olarak engellenmiş, yaşanması istenmezken başa gelmiş, hiç yaşanma ihtimali olmayan, hâlâ yaşanması beklenen olayları betimler. Olaylar, durumlar ve duygular bir zincirin halkaları, birbirinin hayatından habersizce yol alan insanların zincirleme öykülerinin parçalarıdır. “Neden”, “acaba” ve “belki” diye sordukça da öyküler çözülür.
Öyküde mekân sadece bir yerdir; karakter, okuyucu veya anlatıcı olmadan sadece bir dekordur. Anlatı duyulara temas ettiği, yani mekândaki renkleri, ışıkları, hacimleri, kokuları, sesleri, dokuları ve tatları bize aktardığı ölçüde atmosferi algılar, yani mekânın ruhuna yaklaşırız, fakat insan yoksa mekân da kent de kentin öyküsü de yoktur. Mekânın üretimini, tüketimini, dönüşümünü veya yok edilişini anlatmak da muhakkak bir olay örgüsüne ve her hâlükârda olaylara karışmış, karışmasa da sebep veya tanık olmuş, olmasa da etkilemiş veya etkilenmiş karakterlere ihtiyaç duyar. Kaybedilmiş, bağlamından koparılmış, kimliğini ve karakterini yitirmiş mekânlar bile hikâyedeki kötü karakterlerin, talihsiz olayların, makus talihlerin eseridir ve bu da anlatılmaya ve okunmaya değer bir hikâyedir.
Kısaca, iki kişinin, bir mekânla bir kişinin, bir kişiyle bir kitlenin, bir kitleyle bir mekânın karşılaşması uzamda bir hâl, zamanın mekânda büküldüğü veya mekânın zamanda hapsolduğu büyülü ama geçici bir andır. Kişi bu anın farkındaysa isterse bir okuyucu olur yazılmış bir öyküyü okur, isterse bir anlatıcı olur yeni bir öykü yazar, isterse o kişiyle, mekânla, kitleyle ilişkiye geçer karakter olur. Yaptığı her okuma, anlatım veya katılımla, başkaları tarafından okunmak veya yazılmak üzere kente bir katman daha koyar. Bu ihtimaller denizinde olanın ve olmayanın karaktere etkileri, karakterin buna tepkileri, tepkilerin mekândaki izleri bir bütün olarak yerin ruhudur. Okuyucu, anlatıcı, katılımcı olmak ise bir tercihtir.
Devrimci Ruh ve Mekân
Böyle bir tartışmada, devrimci mekânın nasıl okunabileceği, ayırıcı özelliklerinin neler olduğu, hangi katmanları içerdiği, ruhunun nasıl oluştuğu veya okunduğu sorularını sormak her toplumcu birey için bir ödevdir. Fakat ilerlemeden şunu açıklığa kavuşturma gereği duyuyorum; devrimci mekân dediğimde devrimi bizzat gerçekleştiren, devrim için yanıp tutuşan yoldaş bir karakter olarak mekândan değil, devrime bir yer olarak tanıklık eden, bize bir hikâye aktaran, bir öyküsü olan mekândan bahsediyorum, yani devrimde rol alan devrimin mekânından, yani biçimden ve dekordan öteye geçip ruhuna kavuşan bir yerden.
Bu noktada, özcü bir yaklaşımı benimseyip kavramın temellendiği Antik Roma inanışına sığınacağım: Yerin ruhu her şeyden önce koruyucu bir ruhtur, dolayısıyla devrimin mekânı öncelikle oradaki ruhu koruyan, koruduğu şeye kimlik, karakter, öz kazandıran bir mekândır. Diğer yandan, devrim dönüşüm demektir. Devrimci mekân bir karakter olarak kendi başına bir şeyleri dönüştüremez ama karakterin, okuyucunun veya anlatıcının dönüşmesine imkân sunabilir, dönüşümüne tanıklık edebilir, dönüşümünün gerçekleştiği mekân olabilir. Bütünleştirecek olursam, dönüşümü arzulayan, çabalayan ve gerçekleştiren devrimci ruhtur, bu ruha ve dönüşüme kaynak ve mahal olmuş yer devrimci mekândır. Devrimci mekân bireyi ve toplumu dönüştürür, dönüşen bireyin ve toplumun özünü ve kimliğini oluşturur, devrimci ruhunun harcı ve koruyucusudur. Devrim ilerici bir karakter taşıdığından, dönüşümün olumlu yönde seyrettiği durumları, olumlu olayların cereyan ettiği veya olayların olumlu niyetler, içerikler ve sonuçlar üstlendiği mekânları devrimci olarak anmak gerekir. Mesela bir büyüme sancısı, bir özgürlük savaşı, bir çoğalma umudu. Belki bir bakış açısının değişmesi, bir düşüncenin hayata geçmesi, bir inancın vücut bulması. Bunlar değilse bile hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmaması, kötü günlerin geride kalması, gelecek mutlu günlerin az ötede durması. Devrimci mekânın ruhu karakterlerin çokluğu, olayların büyüklüğü veya anlatıcının yeteneği ölçüsünde güçlüdür. Salt bu nedenle de devrimci ruhu taşıyan ve koruyan herkes bu hikâyenin hem karakteri hem okuyucusu hem anlatıcısıdır.
Benim devrimci mekanlarım dedemin fındık bahçesi, ODTÜ yerleşkesi ve Gökçeada. Kimliğimin ve özümün kodlarını oluşturan, dönüşmeme imkân sunan, dönüşümümün gerçekleştiği, dönüşümüme tanıklık eden mekânlar. Giresun’a ait olmadığım kadar fındık bahçesine; Ankara’ya ait olmadığım kadar ODTÜ’ye; anakaraya ait olmadığım kadar adaya aitim. Fakat mesele elbette ben değilim. Mesele birey de değil. Mesele toplum. Devrimci mekânın ruhunu ve öyküsünü okumanın yolunu ben gösterdim, toplumun devrimci mekânlarını bulmak okuyucunun ödevi olsun.
Cumhuriyet’in İlk Yüzyılında Kentleşme Pratiklerine Bir Bakış ve İkinci Yüzyılın Kentlerini Planlama