Osmanlı’da Efkâr-ı Umumiye’nin Keşfi ve İlk Yerel Seçimler

Bizim Bizans dediğimiz Doğu Roma İmparatorluğu döneminin kitabı olan Kuran’da “demokrasi”ye en yakın kavram, bir anlaşmaya varmak için başkalarına danışmak, başkalarının fikrini almak (istişare) anlamına gelen “şura”. Şara fiili bir şeyi yerinden ayırmak anlamına geliyor. Bir başka anlamı da bir şeyin içerdiği iyi özelliklerin sergilenmesi. Dil bilimcilere göre bu kelime Kuran öncesi dönemdeki Arapçada yoktu, Kuran’la birlikte ortaya çıktı ancak Kuran’da sadece bir tek yerde, Şura Suresi’nin adında geçiyor. Şara kökünden gelen ‘istişare’ kelimesi ise hem Şura Suresi’nin 38. ayetinde hem de Bakara Suresi’nin 233. ayetinde geçiyor: Birincisinde “işleri kendi aralarında istişare ile olanlar” şeklinde, ikincisinde ise “Eğer (anne ve baba) kendi aralarında istişare ederek (iki yıl dolmadan) çocuğu sütten kesmek isterlerse onlara günah yoktur…” şeklinde. İmran Suresi’nin 159. ayetinde ise şara fiili emir kipinde kullanılıyor. “…Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et…”

Bir de şu hadis var istişareye ilişkin: “Kim bir işe girişmek ister de o hususta Müslüman biri ile müşavere ederse Allah onu işlerin en doğrusunda muvaffak kılar.” 

Kitap böyle diyor peki uygulama nasıldı?

İtaat ve biat kültürü

Müslümanların kendilerinden olmayanlara layık gördüğü boyun eğme, zimmî statüsü, kölelik, kafiri katletmek vaciptir vs. Kendilerinden olanlardan (Müslümanlardan) ne talep ettiğine gelince: Arapçada’ ‘itaat’, ‘biat’ ve ‘din’ sözcükleri aşağı yukarı aynı anlama gelir: “Kendini gönüllü olarak bir güce tabi kılmak, gönüllü olarak boyun eğmek, birinin emrine amade olmak, onun hâkimiyet ve otoritesi altında boyun eğmeyi kabul etmek.” 

Kuran’da içinde ‘itaat’ ve ‘biat’ kelimesi geçen pek çok ayet var. (Örneğin Nisa 13, 42, 56, 64, 69, 80, 115, Fetih 10, Al-i İmran 132, Maide 33, 92, Enfal 46, Şuara 108, 126, 144, 150, 179, Ahzab 66 ve başkaları) Özetle İslam düşüncesi, tanım icabı yönetilenlere direnmeyi öğütlemez. Aksine, İslami ekollerin hemen hepsi hukuksal ve siyasal sistemlerini, Allah’a, genel olarak peygamberlere, özel olarak son peygamber Muhammed’e ve ‘ulu’l emr’e itaat etmeyi emreden ayetler üzerine kurarlar. 

Sözlük anlamı ‘emir sahipleri’ olan ‘ulü’l-emr’e kimlerin dâhil olacağı Kur’ân’da açıklanmaz. Ancak hadislerde halife, imam, emir, reis, sultan vb. kelimelerle nitelenen kişilere itaat edilmesi emredildiği için bu konuda tartışmalar bitmez. Tarihsel pratik ise şöyledir: İslam’da devlet ve din ayrılığı olmadığı için hukuksal çerçeve şeriatın emirleriyle çizilir. Hazreti Muhammed hem tanrısal hem de politik gücünün temsilcisidir. Peygamberin şahsında somutlaşan dini ve politik liderlik, Dört Halife Dönemi’nde, Emeviler ve Abbasiler döneminde de sürmüş, hanlar ve sultanlar politik egemenliklerinin meşruiyetini, halifenin onayıyla sağlamışlardır.

Gazali etkisi

Ebu Bekir’in halife seçildikten sonra yaptığı konuşmada “Allah’a ve peygamberine itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah’ın ve peygamberinin kanunlarını ihmal ettiğim takdirde itaatinize hakkım yok.” diyerek kendisine gösterilecek itaatin sınırlarını çizmesi ileriki tarihlerde patlak veren bir dizi kanlı isyan üzerine, duruma Gazali (ö.1111) el koymuş ve ‘diktatör bile olsalar yönetenlere itaat etmenin savaş ve anarşiye yol açacak bir direnişten daha iyi olduğu’ fikrini tüm İslam dünyasında egemen kılmıştır. 

Doktrinin böyle katılaşmasının tarihsel, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel nedenleri var elbette. Gerekçe ne olursa olsun bugün İslam dünyasında demokrasi kültürünün kökleşmediğini sanırım herkes kabul eder. 

Tarihsel pratik ise şöyledir: İslam’da devlet ve din ayrılığı olmadığı için hukuksal çerçeve şeriatın emirleriyle çizilir. Hazreti Muhammed hem tanrısal hem de politik gücünün temsilcisidir. Peygamberin şahsında somutlaşan dini ve politik liderlik, Dört Halife Dönemi’nde, Emeviler ve Abbasiler döneminde de sürmüş, hanlar ve sultanlar politik egemenliklerinin meşruiyetini, halifenin onayıyla sağlamışlardır. Sultan güçlü ve adilse gücün tek elde toplanması sorun yaratmamıştır. Osmanlı Devleti de bu kültürü aşağı yukarı aynen devralmıştır. 

Toplumsal talepler, itirazlar 

İslam şehirlerinde de çıkmaz sokaklarla, avlularla mahremiyeti öne çıkaran kent dokusunda kamuoyu merkez camiinin avlusunda şekillenirdi. Doğan Kuban’ın dediği gibi “Büyük camiler, başka bir deyişle, Cuma camileri, kentlerin ticaret ve üretim alanlarının, yani çarşıların yakınında ya da içinde yer alır ya da cami çarşıları kendine çeker. Büyük kalabalıklar camide ve cami avlularında buluşur. Cami, İslam kentinin forumudur.”

Ancak 17. yüzyıldan itibaren Batı ile aradaki makasın sürekli açılması üzerine Osmanlı yöneticileri, “devletin kurtuluşu” için, halkın isteklerini göz önünde tutan, ciddiye alan, daha etkin bir yönetim kurmak gerektiğini anlamışlardı. Orhan Koloğlu’nun aktardığı “Jurnal katipliği kurulması”na ilişkin talimatnamesi (sadeleştirilmiş dille) II. Mahmud’un yaptırdığı bir kamuoyu araştırmasının belgesi niteliğinde bence: “Vilayet merkezleri, kaza ve kasabalarda yöneticiler ve ileri gelenler tarafından bir jurnal kâtibi atanacaktır. Bunlar, milletin malının korunması, refah ve halkın huzuru ile ilgili iyi ve kötü meydana gelen her türlü işin bilgisini toplamak, bunun için büyük ya da küçük her türlü işi kaydedip jurnali hazırlamak ve İstanbul’a ulaştırmakla yükümlü olacaklardır. Bu iş için nüfus defteri kayıt tutucuları da kullanılabilir. Jurnal katibi her gün meydana gelen davalar, hükümet işleri, kanunlar, evlenme, doğum, ölüm, hacca gidip-geliş, göç ve ticaret sebebiyle seyahat, ekinler, ürünler ve bütün gerçek ve açık hesapta olmayan şeyleri yazmakla görevlidirler. Bunlar bir üst makamda toplanacak ve sonunda vali ya da mütesellim tarafından Ceride Nazırı’na (Takvim-i Vekayi Nazırı’na) ulaştırılacaklardır.”

Abdülmecid ve efkar-ı umumiyenin keşfi

II. Mahmud’un jurnalcilikten muradının bilgi edinmek ve ona göre politikalarını düzenlemek mi yoksa devlete, sultana, düzene karşı gelenleri cezalandırmak mı olduğunu bilecek kadar veriye sahip değiliz. Ama halefi Abdülmecit’in ilk dört yılına ait yüzlerce sayfalık ‘havadis jurnalleri’ni incelemiş olan Cengiz Kırlı, kaynakçada belirttiğim kitabı hakkında Toplumsal Tarih’in Temmuz 2009 tarihli 187. sayısında yayımlanan söyleşisinde şöyle özetliyor bulgularını: 

“Jurnaller, İstanbul’da yaşayan veya geçici olarak İstanbul’a gelmiş olan sıradan insanların gündelik sohbetlerine kulak kabartan hafiyelerin, sohbeti yapanların kendi ağzından naklettiği raporlar. Sohbeti yapan kişinin ismi, hangi devletin tebaası olduğu, sohbetin hangi mekanda ve hatta hangi gün ve saatte yapıldığı gibi ayrıntılar da jurnallerde yer alıyor. Başka bir deyişle bu jurnaller halkın gündelik konuşmalarından fotoğraf kareleri. (…) Jurnallerin tamamı Türkçe olarak kaleme alınmış olmakla beraber İstanbul’da konuşulan farklı dillerde yapılmış azımsanamayacak sayıda sohbetin kaydı da tutulmuş. (…) Dolayısıyla, jurnallerin bütününe baktığımızda odaklanılmış belirli bir grup göze çarpmaz. Mümkün olduğunca geniş bir ‘kamuoyunun’ nabzı tutulmaya çalışılmış. Bu nedenle jurnallere yansıyan sohbet konuları büyük çeşitlilikler gösterebiliyor. Kıyamet alametlerinden duvar altında kalıp ölmüş bir küçük kızın annesinin feryadına, geçim sıkıntısından devlet ricalinin atamalarına, İngiltere ile Çin arasındaki Afyon Savaşı’ndan Fransız kralına suikast girişimine kadar dramatik, eğlenceli, kaygılı, umutlu ve meraklı her türlü sohbet jurnallerde yer almakta. 1840’lı yıllarda insanların ne konuştuklarına 170 yıl sonrasında kulak kabartmak için bu jurnaller gerçekten çok değerli bir pencere açıyor.”

Osmanlı’da ilk yerel seçimler

3 Kasım 1839’da Gülhane Parkı’nda yerli ve yabancı seçkinlerin huzurunda okunarak yürürlüğe giren, Tanzimat Fermanı olarak bilinen belge bu kavrayışın sonucuydu. İşte bu sıralarda Osmanlı toplumu ilk kez seçimle tanıştı. 1840 yılında Devlet, daha etkin vergi toplayabilmek amacıyla taşrada Muhassıl Meclisi (Meclis-i Muhassılin) adıyla yerel kurumlar oluşturdu. Bu kurumların başında bir tür mali vali olan ve “Muhassıl” olarak adlandırılan bir yönetici olacaktı. Muhassılın yanında bir meclis bulunacak ve atamayla gelen üyelerin yanı sıra bir kısmı da seçimle işbaşına geleceklerdi. 

Bu meclise üye olmak isteyen adaylar ve onları seçecek olanlarda belirli koşullar aranıyordu. Aday ve seçmenlerin sancağın yerlisi erkek olmaları, reşit olması, o yörenin akıllı, namuslu ve muteber kişilerinden olması gerekiyordu. Seçmenlerin ise akıllı, sözden anlar ve emlak sahibi olmaları öngörülmüştü. Devlet işlerinden anlamak artı puandı. 

Seçmenler sancağın bağlı olduğu köylerden kura ile seçilecek beşer kişi ile sancak merkezlerinden sancağın büyüklüğüne göre anılan şartları taşıyan 20 ila 50 kişiden olarak belirleniyordu. Önce seçmenlerin bir listesi çıkarılıyor, aday olmak isteyenler adlarını mahkemeye yazdırıyor, sonra da seçmenlerin oylarına başvuruluyordu. 

Doğrudan demokrasi örneğini anımsatan bu seçimler şöyle yapılacaktı: Adaylar teker teker seçmenlerin karşısına gelecekler, adayın seçilmesini isteyenler bir tarafa, istemeyenler ise diğer bir tarafa toplanacaktı. Seçilmesini isteyenler fazla ise aday seçilecek, az ise seçilemeyecekti. Eşitlik hâlinde kura çekilecekti. Ancak uygulamada seçimden çok atama usulünün işlediği tahmin edilmektedir. 

Dahası Muhassıl Heyeti birlikte Sancak hâkimi, müftüsü, zabiti, ruhani reisi de tabi üye olarak görev yaptığı için devletin “bu doğrudan demokrasi” örneğine müdahalesi seçimden sonra devam ediyordu. Buna rağmen ilk kez halkın bir seçim sürecine katılmasının yarattığı ümitleri tahmin edebiliriz. 

Osmanlı modernleşmesinin öncülerinden Mithat Paşa 1864 yılında Tuna vilayetinde bir uygulama başlattı. Bu uygulamayla vilayet, liva, kaza ve nahiye idare meclisleri kuruldu. Bu kısmi uygulama, 1871 yılında bütün ülkeye yaygınlaştırıldı. Hazırlanan tüzüğe göre “vilayet idare meclisi” ve yılda bir toplanan vilayet umumi meclisinde seçimle gelen üyeler bulunacaktı. Bu meclisler ilk genel seçimlerde gündeme gelecek, bu üyelerin bir kısmı ilk Osmanlı parlamentosunun da mebusları olacaklardı. 

Osmanlı’da ilk anayasa, Kanun-i Esasi adı ile 23 Aralık 1876 yılında, iç ve dış gelişmelerin bir ürünü olarak hazırlanıp ilan edildi. Böylece Osmanlı Devleti’nde I. Meşrutiyet dönemi başlamış oldu. Kanun-i Esasi’de “Meclis-i Umumi” olarak anılan ilk parlamento “Heyet-i Mebusan” ve “Heyet-i Ayan” olarak iki kanattan oluşuyordu. Anayasada Heyet-i Mebusan üyeleri için seçim yapılması öngörülmüştü. Ancak zaman darlığı nedeniyle seçim kanunu çıkarılamadığı için ilk parlamento seçimlerinde uygulanmak üzere geçici bir yönetmelik hazırlandı. Seçmek ve seçilebilmek için Muhassilin Heyetleri üyesi olmak için aranan şartlara ek olarak, Türkçe (Osmanlıca) bilmek, az çok emlak sahibi olmak gerekiyordu. 

Başkent olan İstanbul için ayrı bir seçim düzenlemesi yapılarak 10 mebus seçileceği belirtildi. Bunun 5’i Müslüman, 5’i gayrimüslim olacaktı. İstanbul 20 bölgeye ayrılarak seçimler yapıldı. Ve İstanbul, tarihinde ilk kez seçimle tanıştı. Milletvekillerini seçmek için belirlenecek 40 kişinin seçimi ancak 18 Şubat 1877 tarihinde bitmiş, belirlenen ikinci seçmenler oylarını ancak 13 Mart’a kadar atmış, sonunda bu 10 milletvekili belirlenmişti.   

Taşrada ise doğrudan seçim yapılmadı. Hazırlanan geçici yönetmeliğe göre yukarıda sözü edilen il genel meclislerindeki üyeler ikinci seçmen (müntehib-i sani) sayılarak mebusları seçtiler. Ülke çapında yapılan seçimlerde 130 milletvekili belirlendi. Geçici yönetmeliğe göre Meclis-i Mebusan’ın mart başında açılması gerekiyordu ama uzaklık, mevsim gibi nedenlerle henüz Bağdat, Erzurum gibi önemli merkezlerin mebusları İstanbul’a ulaşamadığından açılış 19 Mart’a ertelendi. Buna rağmen İstanbul’a 69’u müslim, 46’sı gayrimüslim olmak üzere toplam 115 mebus geldi. Tunus, Mısır, Romanya, Sırbistan, Karadağ, Sisam, Umman ve Necd gibi iç işlerinde muhtar olan vilayetler mebus göndermemişti. Buna karşılık doğrudan Babıali tarafından yönetilen Yemen, Trablusgarp ve Bosna gibi uzak vilayetlerden seçilen mebuslar gelmişti. Gelenler arasından padişahın seçimiyle bir de Ayan Meclisi oluşturuldu. 26 üyelik meclisin 21’i Müslüman, 5’i gayrimüslim idi. Osmanlı döneminin ilk “Meclis”i Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan bir törenle 19 Mart 1877’de II. Abdülhamid’in huzurunda açıldı. Meclisin ilk toplantısını ertesi gün, 20 Mart 1877 günü Sultanahmet’teki Darülfünun binasında yaptı. Üç aylık mesaisi sırasında gündeminde olan konuları bitiremediği için 10 günlük bir uzatma açıkladı. Bu ilk meclis, 28 Haziran 1877’de Osmanlı-Rus Savaşı’nın çıkması nedeniyle dağıldı. Ancak bu meclis, Anayasaya uygun bir seçim yasasası üzerinde çalışmalar yapmıştı. Buna göre milletvekili sayısı her 50 bin erkek nüfusa bir vekil olarak hesaplanmıştı. Seçmenler oy pusulası kullanarak bu kâğıda diledikleri isimleri yazabileceklerdi. Seçim tasarısı Meclis-i Mebusan’da kabul edilerek Ayan meclis’ine gönderilmişti. Ancak yeni usule göre seçime gidilmesinin uzun süreceği düşünülerek eski usule devam kararı alındı. Buna göre vekilleri Vilayet Meclisleri belirleyecekti.


İkinci genel seçim aynı yıl, yine zaman darlığı nedeniyle ve aynı esaslara göre (iki dereceli, basit çoğunluk usulüyle) yapıldı. Kabul edilen kanun II. Meşrutiyet’te uygulandı, kimi değişikliklerle 1943 yılı dâhil yürürlükte kaldı.

13 Aralık 1877’de Darülfünun binasında toplanan ikinci meclise 106 mebus katılmıştı. Bunların 59’u Müslüman, 47’si gayrimüslimdi. O dönemde gayrimüslim tebaanın yüzde 25 oranında olduğu düşünülürse mebus dağılımı gayrimüslimlerin lehineydi. Bu dönemin arka planında ise Osmanlı-Rus Savaşı vardı. Ruslar bir yandan Tuna’yı aşarak Sofya’ya yaklaşırken, diğer yandan Erzurum’u kuşatmışlardı. Meclis kanun yapma işini geriye atarak hükümet faaliyetleri ve harbin yönetimini tartışıyordu. Milletvekilleri dolaylı yoldan da olsa durumdan II. Abdülhamit’i sorumlu tutuyorlardı. Bazı Hıristiyan vekiller ise ortaya çıkan durumdan kendi cemaatleri lehine bir durum çıkarılabilir mi davasındaydılar. Sonunda II. Abdülhamid Kanun-i Esasi’nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak 14 Şubat 1878’de Meclisi önce “tatil” sonra da “tehir” etmiş ve anayasayı askıya almıştı. Böylece 1 yıl 1 ay 21 gün süren (toplantı süresi itibariyle 10 ay 25 gün) “demokrasi” macerası bitmiş ve yaklaşık 30 yıl sürecek İstibdat Dönemi başlamıştı.