Geçtiğimiz yıl seçimlerden bir ay kadar önce kamuoyunun önemli bir bölümü CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun bütün anketlerde önde olduğunu, ekonomik zorluklar ve dış politikadaki gelişmeler nedeniyle konjonktürel bir değişikliğin kendini dayattığını anlatırken Altılı Masa bütün zorluklara rağmen Türkiye iktidarına hazırlanıyordu. Öyle ki CHP’nin elindeki ilk atama listelerinden bakanlıkların paylaşımına kadar bütün detaylarıyla yeni dönemin dinamiklerini anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyorduk. Saray çevreleri ise sessizdi. Ankara’dan başlayarak taşraya doğru devlet bürokrasisine “devam ediyoruz” mesajı verdiler. Bunun dışında hiçbir ses dışarı çıkmadı.
Pozitif kampanyalar, güçlü mitingler ve ayakları üzerine basan programlar bu işin bittiği yönündeki algıları pekiştiriyordu. İki gün sonra gerçekleşecek yerel seçimlere işte bu hafızanın getirdiği tedirginlikle gidiyoruz. Ortada pozitif kampanyalar, güçlü mitingler ve ayakları üzerine basan programlar yok. Anketlerle desteklenmesi beklenen siyasal söylem, daima bir şüpheye yer bırakarak ağızdan çıkıyor. Belediye başkan adayları bütçe harcayamıyor, kampanya yapamıyor. Bunun yerine elde avuçta ne varsa doğrudan seçmenin önüne sosyal yardımlar yığmaya ayırıyorlar. Üstelik bütün bu çalışmalar tedirginlikleri asla dağıtmıyor. Arada tarihi bir fark olduğu söylenen Ankara’da bile bu tedirginlik çok sık karşımıza çıkıyor. Mansur Yavaş ekibi coşkuya kapılıp kampanyayı sonlandıramıyor.
REİS ŞAPKADAN TAVŞAN ÇIKARIR MI?
Süreç her parti için çok sancılı. Ancak Saray’ın ve AKP’nin elinde bundan bir fazlası var: Şapkadan tavşan çıkarabilme kabiliyeti. Bu daha çok siyasi süreçlerle örülüyor. Bunu anlamak için tam bu aşamada birkaç nota ihtiyaç var:
- CHP mevcut belediyeleri görece iyi yönetmesine rağmen partideki siyasal süreçler ve illerdeki aktörlerin siyasal pozisyonları birtakım zorluklar getiriyor. Örneğin Zeydan Karalar’ın pek çok defa siyasal pozisyon alması, onu Adana sandıklarında zor duruma sokabiliyor. Karalar’ın siyaset yapma tarzı, bir şekliyle orada tutunmasını yine sağlayacak. Ancak komşusu Vahap Seçer kamuoyunun gözleri önünde neredeyse hiçbir siyasal pozisyon almamasının getirdiği rahatlıkla Mersin gibi zor ve kritik bir kentte en yakın rakibiyle farkı açmışa benziyor. Üstelik kaderin cilvesine bakın ki “bir siyasal süreç olarak” 2019 seçimlerinde İyi Parti’nin kentin en güçlü figürü Burhanettin Kocamaz’ı siyasetin dışına atmasının sonucu olarak o koltukta oturuyor kendisi.
- Yeniden Refah Partisi’nin yükselişi “babanın üvey olmayan oğlu”nun siyasete girişiyle başladı. Milli Görüş hareketinde vefa, önemli saiklerden bir tanesi. Dolayısıyla hocanın oğlunun mahallede bir karşılığı var. Bu yükseliş boşuna değil. Ancak bu kurguda sosyolojik cevaplar henüz yer almıyor. Ne demek bu? Örneğin Refah Partisi bugün sıklıkla vurgulanan “94 ruhunu” SHP’nin boşalttığı alanı doldurarak yaratmıştı. O ruhun altlığında kent yoksulunun sınıfsal karakteri ve sistem dışından gelenlerin bu düzeni “artık” değiştireceği yönünde esaslı bir arzusu vardı. Bunu bir dönem SHP sahiplenmiş ve 89 ruhunu yaratmıştı. Sonraki büyük boşluğu Refah Partisi bütün gövdesiyle kaplamış, yoksulun sınıfsal karakteri İslam sancağıyla buluşmuştu. Yeniden Refah’ın yakalamak istediği 94 ruhunun İslamcı karakteri daha yüksek. Üstelik hukuk devleti, demokrasi ve aydınlanma gibi hedeflerin karşısında yeterince yıprandı. Dolayısıyla partinin saflarını kent yoksulları yerine AKP’de yara alanlar doldurdu. Bunlar 20 yılın yüklerini taşıyan ve temel motivasyonları Erdoğan’a ve/veya çevresindeki kadrolara acı çektirmek olan sınırlı kadrolar. Aynı zamanda bu kadrolar kırsaldan büyük kent merkezine doğru yaklaştıkça yoğunlukları ve temel motivasyonları azalıyor. Çünkü erken Cumhuriyet döneminde Meclis’in ikinci grubunun, sonraki yıllarda ise AKP’nin ele geçirdiği “Cumhuriyetin taşralıya önem vermeme, onu ikinci sınıf vatandaş olarak görme” sorunsalı bizzat sağ partiler tarafından 100 yıl boyunca tatbik edildi. İşte bu sorun, AKP kadar Yeniden Refah’ın da önündeki sosyolojik engellerden bir tanesi.
- AKP’nin 11 milyon kayıtlı üyesi var. Bu üyelerle hemen hemen temas kurmak ve farklı aşamalarda teşkilat çalışmalarının içine dâhil etmek, iktidardaki partinin en büyük güçlerinden biri. Üstelik bunu siyaset kurumun göremeyeceği titizlikle saklıyorlar. Her bir üye, teşkilat çalışmalarına gücü ve zamanı oranında katılıyor. Modern parti örgütlenmelerinden farklı olarak AKP’deki üyenin koyacağı katkı üye tarafından değil, bizzat parti tarafından belirleniyor. Buna göre belirli bir sayıda üye aynı zamanda anket şirketlerinin saha araştırmalarına takılan yurttaşlar. Bunları organize etmek, belirli zamanlarda kararsız olmalarını, hatta rakip partiye oy vereceklerini beyan etmelerini sağlamak hiç zor değil. Bunun birkaç yerden sağlaması yapılabilir. En güvenilir anket şirketleri dahi geçtiğimiz yıl yapılan genel seçimlerin birinci turunda yanılmıştı. Sadece aynı seçmene yıllar boyunca yönelimlerini soran anket şirketlerinden birkaçı, muhalefetin adayı Kılıçdaroğlu’nun rakibinin gerisinde olduğunu seçime bir hafta kala belirleyebilmişlerdi. Ayrıca son 10 yılda yapılan bütün seçimlerde toplumsal muhalefet adaylarının kampanyaların başladığı aşamalarda yarışa önde başladıklarını, zaman geçtikçe rakipleriyle farkın kapandığını ve/veya rakiplerinin öne geçtiğini defalarca kez gördük. Bu durum bize AKP teşkilatlarının ve 11 milyon üyesinin partiden gelen talimatlara göre hareket ettiğini bilmem kaçıncı kez göstermiş oluyor. Ben iki gün sonra yapılacak yerel seçimlerde bu ve benzeri sürprizlere hazır olmamız gerektiğini düşünüyorum. Üstelik İstanbul ve Ankara’da “artık” kapanmayacağı düşünülen farklar sandıkta bir miktar kapanmış olsa dahi, bu AKP’nin kamuoyuna “gerilerden gelip farkı kapatan/azaltan parti” görüntüsünü “başarısızlık içinde başarı” olarak satmasını getirecektir. Bu bölümü seçim sonrasındaki bir yazıya bırakmak isterim fakat bu başarı hâlinin “millet nosyonunun” bir aşaması olarak kayıtlara geçmesi icap etmektedir.
DÜNYANIN SONU DEĞİLMİŞ
Bütün bunlara rağmen AKP’ye hayatının herhangi bir döneminde oy vermekten Recep Tayyip Erdoğan’ın retorik hakimiyetine dönüşen seçmen blokları için 2019’da yaşanan şey bir hafıza yenilemesine izin vermemişti. Özellikle 28 Şubat gibi toplumun bir bölümünde kök salmış “zulüm” hikâyeleri, elbette muhalefet hattının çıkardığı derslerle birlikte, 2019 seçimleriyle çöpe atılmışa benziyor. Çünkü büyük kent merkezlerinde genel seçimlerde “reisçi” olup aynı zamanda oy kullandığı pusulanın diğer boşluklarına başka isimler yazma isteği sergileyen tuhaf bir sosyolojik kırılmanın da tam ortasından geçiyoruz. İdealize edilen partiden ideolojiye kadar bir yığın pratik, belirli bir aşamada yeniden-üretilip bizzat seçmen tarafından önümüze konuluyor. Öyle ki seçmen blokları Erdoğan’ın karşısında görmek istediği rakibi yerel seçimde ödüllendiriyor. Hatta kanaatimce öne alınacak genel seçimlerde onu oy pusulasının üzerine yazmayı istiyor. Siyasete katılımın tuhaf bir yolu olarak sandık, demokrasiyi sizin ve benim anladığımdan farklı olarak seyreltilmiş bir şekilde mutlak bir hakimiyet kuruyor. “Dünyanın sonu değilmiş” sözcüğü de “Türkiye tarzı demokrasiyi” yeniden-üretmiş oluyor işte. Türkiye’nin ilk yüzyılına damgasını vuran savaş, ikinci yüzyılın başında en azından bir cepheyi kapatmış oluyor.