Yerel seçime günler kaldı. İki gün sonra seçim sandığına gideceğiz ve muhtarından, belediye meclis üyesine ve belediye başkanına kadar yerel yöneticileri seçeceğiz. Kentlerimizi yönetecek yerel yöneticilerle beraber kentlerimizin nasıl yönetileceğine ilişkin anlayış ve yaklaşımları da belirleyeceğimiz bir irade ortaya koyacağız. Ya da koyduğumuzu düşüneceğiz.
Çokça alıştığımız seçim kampanyalarına yine ve yeniden tanık olduk. Adayların kişisel özellikleri, bolca vaat ve “proje”ler üzerinden süren kampanyalardı bunlar. Taşıdığı siyasal dünya görüşü nedeniyle “çalmadan, çırpmadan” daha iyi yönetmeye aday olanlardan tutun, “proje” yarışları ile yeni vizyonlar açanlara kadar bir dizi adayın arasında seçim yapacağız iki gün sonra. Siyasal aidiyetlerimizin çokça belirleyici olduğu seçim sürecinin anti-demokratik ön süreçlerinin yarattığı hayal kırıklığı ve kırgınlıkları sineye çekip bu aidiyetler üzerinden tercihte bulunmaya ya da yeni bir arayışla “daha düzgün” aday belirlemeye çalışacağız. Ancak bu “daha düzgün” seçeneğinin kriterleri, yönetme sürecinde oluşturacağı katılımcı ve demokratik mekanizmaları, bu mekanizmaların kurumsallaşmış ifadeleri tartışma süreçlerinin içinde yer almadı, en azından görünür hâle gelmedi.
Altındaki siyasal parti amblemleri ya da siyasi partileri ifade eden renklerden ayırt edemesek hangi pankartın ya da afişin kime ait olduğunu kolayca anlayamayacağımız seçim kampanyaları birbirinin aynı reklam kampanyalarına dönüştü. Promosyon yarışlarıyla bezenmiş bu reklam faaliyetinin içinde bolca “katılımcılık”, “şeffaflık”, “hesap verebilirlik” temaları ya da çağrışımları olsa da bunların nasıl gerçekleştirileceğine, bu vaatlerin hangi mekanizma ve kurumsallaşmayla yaratılacağına, yönetme anlayışlarının ne olduğuna ve bunun ifadesi olan biçim ve yöntemlerin nasıl hayata geçirileceğine yönelik tartışmalar gündeme dahi gelmedi. Vaatler, taahhüde dönüşmedi.
Maalesef önümüzde “daha iyi bir kent yönetimi” ve “daha düzgün bir aday” için somut, hedefleri ve uygulama kriterleri açıkça ifade edilmiş bir tartışmanın sonucunda “bilinçli” bir tercihi yapma olanaklarına sahip olmadan sandığa gideceğiz. 31 Mart’ta “seçmen” olarak görevimiz bitecek mi? 1 Nisan’dan sonra, yaşadığımız kentin yurttaşları olarak görevimizi yapmış ve yeni kent yöneticilerimizin sorunlarımızı çözeceğinin güveni içinde gündelik hayata devam mı edeceğiz? Deprem, afet, kentsel dönüşüm, sağlık, temiz ve güvenilir suya ve gıdaya erişim, yoksulluk, engelli hakları, yaşlıların kent yaşamına katılımı, toplumsal cinsiyet eşitliği, ulaşım, çevre, hayvan hakları ve daha da çeşitli birçok sorunun çözümünde ve haklarımızın aranmasında kent yönetimleri ve yöneticileriyle nasıl ilişkileneceğiz ve sorunlarımızın doğru karar ve uygulamalarla çözümünün nasıl izleyicisi ve takipçisi olacağız?
Seçim kampanyalarının bu soruların cevapları üzerinden kalıcı taahhütlere dönüşmesi, bir nevi “sözleşmeler”e ya da güven tesis edici somut politikalara evrilmesi gerekirdi kuşkusuz. Ancak 1 Nisanla beraber bu soruları ve çözüm yollarını gündem yapmak yine kentlerin yaşayanları olarak bizlerin omuzlarında olacak. Sonuçta kentin yaşayanları olarak bu sorunların hepsiyle yüz yüzeyiz, bu sorunlar can yakıcı olarak karşımızda duruyor, hemen hepimizin ortak ve can yakıcı sorunları. Bir beş sene daha “yöneticilerin” insafına terk edemeyeceğimiz kadar da aciliyet oluşturuyorlar. Sokağımızdan, mahallemizden başlayarak kentimize kadar ortaklaşa bu sorunlarla yüz yüzeyiz ve cebelleşmek zorunda kalıyoruz. Yukarıda kurulan masalar yerine sokağımızda ve mahallemizde kurulan masalarla sorunlara ve çözümüne ilişkin müdahil olmak zorundayız. Sorunları yaşayanlar olarak meselenin tarafıysak çözümün de tarafı olmalıyız ve bu taraflığımızı beş senede bir oy vermeye indirgetmemeliyiz.
Kuşkusuz bu konularda geçmiş yaşanmışlıklar ışığında birçok deneyime de sahibiz. Demokratik kitle örgütlerinden dayanışma ağlarına, mahalle forumlarından kent dayanışmalarına, kent konseylerinden mahalle meclislerine kadar birçok deneyim yaşandı ve heybelerimizde epeyce birikim oluştu. Bu deneyim ve birikimlerin kentlerimizde ortak akacağı havuz, kent konseyleridir. Nilüfer Kent Konseyi’nde bu konuda epey emek sarf etmiş ve önemli deneyimler oluşturmuş sevgili Neslihan Binbaş’ın bu gazete sayfalarında yer alan Kent Konseyleri konulu dosyası ufuk açıcıdır. Aynı konulara yeniden girmeyeceğim. Ancak yeni yerel yönetimlerin oluşacağı bu günlerin arifesinde birkaç noktanın altını özellikle çizmekte fayda var. Kent Konseyleri katılımcı yerel yönetimlerin mihenk taşı, önemli aktörleridir. Mevcut yasal mevzuat, eksiklikler taşısa da etkin, etkili ve işlevli kent konseylerinin oluşturulması için çalışmalara dâhil olmak ve etkide bulunmak gerekiyor. Yeni yerel yönetimler, yeni kent konseylerinin oluşumu için seçim sonrasında çağrıya çıkacaklar. Yeni yerel yönetimlerle beraber kentlerin yeni Kent Konseyleri de kurulacak. Demokratik Kitle örgütleri, dayanışma ağları, mahalle, park forumları, kent dayanışmaları vb. demokratik oluşumların ve yerel inisiyatiflerin hepsinin kent konseyleri oluşumuna katılmaları, irade ve inisiyatiflerini yansıtmaları, deneyimleri ile kent konseylerini beslerken, olanakları ile de kendi çalışmalarına katkı sağlamaları önem taşımaktadır. Kentin önceliklerinin belirlenmesinde, sorunların öncelik ve çözümlerine ilişkin görüş oluşturulmasında, stratejik planların oluşumunda ve uygulama süreçlerinin izlenmesinde, kent bütçesinin etkin ve verimli kullanılmasında kent konseyleri üzerinden yerel yönetimlerle ilişkilenmek hedeflenmelidir. Demokratik katılım, ancak güçlü demokratik kanallarla ve güçlü demokratik aktörlerle mümkün olabilir. Kent konseyleri içinde oluşacak meclis ve çalışma grupları, özellikle de mahalle meclisleri yerel tüm dinamikleri katılımcı bir yönetim anlayışıyla sürece dâhil edebildikleri ölçüde yerel demokrasinin güçlenmesinden ülke geneline yayılan bir ivmeye dönüşebilir. Sorunların çözümü için harcanan ortak çaba, bir arada mücadele kültürünü geliştirir. “Masalar” tabandan kurularak aslında çıkarları ortak olanların tabandan güçlü örgütlülüklerine ve ortak mücadele deneyimlerine zemin hazırlar. Bu, aynı zamanda beş yılda bir oy veren “seçmen” kimliğinden sürecin bütününde aktif olan yurttaş kimliğine evriltir.
Akılcı ve demokratik bir yerel yönetimin, birlikte yönetme ve katılım gibi kaygıları olan yerel yöneticilerin kent konseyleri ve mahalle meclisleri için ön açıcı ve geliştirici politika ve çalışmalara ihtiyaç duyacağı ve sağlıklı bir ilişkilenme zemini yaratacağı açıktır. Ancak çok az örnek dışında bu konuda olumlu adımlar atılamadı. Ya yönetme erkinin alternatifi görülüp bir çatışma alanına sürüklendi ya da yerel yönetimin bir ara yüzü, PR çalışmasının araçları olarak görüldü. Bu iki zaaflı durumdan çıkabilmenin yolu, yerel yöneticileri doğru bir bakış açısına yöneltecek doğru örneklerle yönlendirmenin yanı sıra seçim sonrası süreçte yeniden oluşum sürecine girecek kent konseylerine aktif katılımı ve doğru iradeyi zorlamaktan geçiyor. Kentin stratejik 5 yıllık planının oluşturulacağı seçim sonrası sürecin aktif bir katılımcısı olmak, kentine dair sözü olmak kent konseyi oluşum sürecine aktif katılmayı bir görev olarak koyuyor. Daha da ilerisi yerel yönetimleri ölçülebilir kriterlerle izlemenin, yol gösterici aktif katılımın tabandan mahalle meclisleri yoluyla örgütlenmesi vazgeçilmez bir demokratik talep hâline getirilmelidir. Demokratik kitle örgütlerinin, meslek odalarının, akademinin deneyim ve birikimiyle beslenmiş katılımcı demokratik karar süreçleri kentin sağlıklı gelişiminin dinamiğini oluşturacaktır. Kentin tüm aktörlerini kapsayan ve dinamiklerini seferber edebilen mahalle meclisleri üzerinden örgütlenen kent konseyleri birer “halk parlementosu” işlevini görecek sürekliliği olan kurumlar hâline gelebilecektir. Demokratik katılım açısından süreç 31 Mart seçimleriyle bitmiyor, 1 Nisan’la yeni başlıyor. Kentine ve ülkesine dair kaygısı ve sözü olan herkese kolay gelsin.