Bellek; yaşananların, deneyimlerin, bilgilerin depolanabildiği, istendiğinde geri çağrılabildiği, dolayısıyla deneyimin ve bilginin geçmişle ilişkisinin kurulabildiği bir sistemdir. Belleğin odağı geçmiştir fakat sanılanın aksine belleğin bugün ile ilişkisi geçmiş ile olan ilişkisinden fazladır. Zira geçmişin ne olduğuna dair dert yanış bugüne özgüdür ve çoğu kez bugünden yorumlanır. Dinamizmini biraz buradan alır.
20.yüzyılın başından itibaren bellek ve belleğin inşası için farklı yorumlar yapılmıştır. Temelde tek bir bireyin belleğini temsilen bireysel bellek yanında, tek bir belleğin bağımsız olamayacağını belirten ve bireysel olanla ilişkili olarak toplumsal odaklı kolektif bellek kavramları söz konusu edilmiştir. İster bireysel ister toplumsal ele alınsın, tüm bellek kavramları zamana ve mekâna içkindir. 20. yüzyılla birlikte bellek mefhumunun dert edinilmesi de hızla değişen zaman ve mekân ile ilişkilidir. 1980’li yıllardan itibaren “bellek patlaması” olarak anılan yoğunluklu akademik çalışmaların da değişimin hızıyla göbekten bağı bulunur. Peki, hakikaten biz neyi hatırlar ya da unuturuz? Toplumlar neyi hatırlar ya da unutur? Bir şeyi hatırlamak ya da unutmak ister miyiz? Buna muktedir miyiz?
Tarih, geçmişin aynasıymış gibi anlatılır. Oysa tarihin dilediği bir konuyu, dilediği şekilde evirme, hatırlanmalarını sağlamak için istediği şekilde resmi belgelerle, yazılarla destekleme gücü vardır. Çoğu zaman bunlar bilinçlidir. Ulusların temelindeki ortak unutma ve hatırlama hâllerinin elzem sayılması biraz buraya denk düşer. Dolayısıyla toplumsal olarak hatırlananın da unutulanın da belirgin sınırlarının olduğunu bilmek gerekir. Bellek dediğimiz şey, işte tam burada oyunbozanlık yapma şansı elde eder. Üzerine söylemler inşa edilen, kültür oluşturulan tarihi bir olayın yıkılmaz sanılan kalın duvarlarına; bir kişinin hatıraları, günlüğüne yazdıkları, aldığı ses kayıtları delikler açabilir.
20. yüzyılın başından itibaren tüm ulus devletler, devletin tüm ideolojik aygıtlarıyla topyekün kendi tarihlerini, mitlerini kurdu. Her şeyin “milli” olduğu bir bellek rejimi inşa edildi. Müdahale edilmeyen hiçbir alan bırakılmadı. Bu müdahalelerle yaratılan ulusal anlatı, elbette içinde bastırılmış bellekleri barındırdı. Tüm müdahalelerin, tarih inşalarının, yaşanan şiddete karşı büyütülen inkâr politikalarının karşısında bellek hep oradaydı, duyarlıydı, uzun belirsizliklere ve ani uyanışlara elverişli bir yerdeydi. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası ulusal anlatıların dışında tutulmuş, şiddet görmüş, inkâr edilmiş ve gerek dini, gerek dili gerekse herhangi bir “ötekiliği” dolayısıyla sessizliğe mahkûm edilmiş topluluklar her neyi hatırlıyorlarsa belleği araçsallaştırarak mücadele alanlarını filizlendirdiler.
Bir ulus-devlet olarak Türkiye, elbette yukarıda bahsettiğim konulardan, milli inşalardan, tarihlerden ve mitlerden, dolayısıyla bastırılmış belleklerden ve zaman içinde sessiz kalanların konuşmaya karar verip mücadele alanları yaratmasından azade değildir. Peki zamandan ve mekândan bağımsız olmayan bellek mefhumunu, tam olarak zaman ve mekân üzerinden nasıl değerlendirmeliyiz? İkinci yüzyıla girerken, yeni bir sözü nasıl yükseltebiliriz? Değişimin mutlakıyetini ve belleğin dinamizmini aklımızda tutarak “milli” olanın inşası sırasında dışarıda bırakılan her şey ve herkes için elbette genel bir söylemle, devletin ideolojik aygıtlarının kullanımıyla kökten bir inşa, kökten bir kabul, bir yüzleşme, bir kapsam genişliği, eşit yaşam hakkı mümkündür fakat bu durum maalesef an itibariyle büyütülen gündelik politikalar bağlamında bir o kadar hayali görünmektedir. Yukarıda bahsettiğim, dışarıda bırakılıp sessiz kalması sağlanan, daha sonra hatıralarıyla sesini yükseltenler bu coğrafyada da var elbette. Özellikle kültürel kodlar aracılığıyla, tepeden inme bir inşanın yanında kendi bildiğini okuyanlar sayesinde bir alanın oluşabildiği görülmektedir. Burada mühim olan, düzenli şekilde inşa edilenin karşısında düzenli bir yapısökümün gerekliliğidir. Yerelden yükselebilecek olan ses de, kültürel kodlar aracılığıyla aktarımı sağlanana sahip çıkmakla mümkün olabilir. Bu durumda genelden bir inşa yerine zaten var olandan işe başlamak gerekiyor. Karadeniz’e tayini çıkan imamın tabutla defnedilen insanları gördüğünde geçirdiği şaşkınlıktan, bu pratiğin devamlılığından ve bu karşılaşmalardan söz ediyorum.
Belleğin mekânla olan göbek bağı dolayısıyla kentsel bellek üzerine yoğunlaşmak gerekmektedir. Zira ne kadar inşa edilmiş olursa olsun, insan bir yere çentik atıyor. Özellikle 1980 sonrası gizlendikleri yerden çıkmaya başlayan sesler, o çentiklerin ne kadar derin olduğunu ve mekânlarla ne derece bağlı olduğunu da gösteriyor. Dolayısıyla kentleri, mekânları salt fiziksel yapılar olarak görmekten ziyade ürettikleri anlamlar üzerinden de toplumsal ilişkiler üzerinden de incelemek, okumayı başka bir yerden yapmak gereklidir. Zira bellek, içinde bulunduğu sosyal ve fiziksel çevreden bağımsız tanımlanmamalıdır. Bu çerçeveden hareketle yerel yönetimlerin, yerelin belleğinden ve kültürel kodlarından faydalanmadan atacağı her adım, başka bir inşanın yaratımı anlamına gelecek, hatırlamaya ve sesini yükselmeye başlamış toplum nezdinde bir anlam bulamayacak, popülist görülecek ve sonuçta başarılı olamayacaktır.
Kent belleğine dair yerelden yükselen başarılı çalışmalar mevcuttur. 2012 yılında başlayan Selçuk Kent Belleği çalışması, özellikle sözlü tarih çalışmalarıyla kentin göç tarihine, çeşitliliğine vurgu yaparak başka bir anlam doğurmak ve kent aidiyeti yaratmak üzerine çaba göstermekte, kenti 8600 yıllık arkeolojik tarihinin dışında da ele almayı başarabilmektedir. Ayvalık’ta bulunan eski bir Rum köyü olan Küçükköy’de (Yeniçarohori) bulunan göç müzesi de benzer bir amaçla, kolektif bir çalışmayla oluşturulmuş başarılı bir çalışmadır. Üstelik müze, kiliseden dönüştürülen caminin bahçesindeki manastır binasındadır. Tabiri caizse Allah’ın bildiğini kuldan saklamayı hedefleyen birçok yapıya karşı, olanı olduğu gibi aktararak, kültürel kodları besleyerek, kent aidiyetini sağlamak hedeflenmiştir. Son yıllarda İzmir tarihi Kemeraltı çarşısı için yapılan sözlü tarih çalışması da benzer bir hedefle gerçekleştirilmiştir. Kent belleğinin canlı tutulması bu durumda yerel yönetimlerin üzerinde durması gereken bir konu olarak öne çıkmaktadır. Bir arada yaşamın da inşası bağlamında bakıldığında yerel yönetimler;
- Kent mekânlarına ve kent yaşamına dair anlatılarını kayıt altına alarak, arşivleyerek ve görünürlüğünü sağlayarak,
- Kentin tarihine yönelik yerli-yabancı materyalleri derleyerek, arşiv, müze, anı evi vb. alanlar yaratarak,
- Kent belleğinde yer etmiş alanları belirleyip çok dilli tabelalarla görünürlük sağlayarak,
- Kent belleği üzerine çalışma yapacak profesyonel kişilerden oluşan danışma kurulları oluşturarak, çalışmaları yayın hâline getirerek,
- Kentin tüm bileşenlerini içeren farklı temalarla ve rotalarla ücretsiz geziler düzenleyerek,
- Kentin belleğinde yer eden ve kültürel miras olarak ilgili kurullarca değerlendirilmiş alanların restorasyon ve işlev sürecini şirketler aracılığıyla değil bizatihi belediye bütçeleriyle gerçekleştirerek,
- Profesyonellerce hazırlanan alan yönetim planlarına sadık kalıp düzenlemeler gerçekleştirerek,
- Oluşturulacak mahalle meclislerinde yerelin belleğine yer açacak oturumları düzenleyerek
kent belleğinin yeniden inşasını kültürel kodlar aracılığıyla toplumcu belediyecilik perspektifiyle gerçekleştirebilir.
Genelin inşa ettiği, etmeye çalıştığı şey; yereldeki kültürel kodlar sayesinde karşılık bulamayabilir. Başka bir kent nasıl mümkün olabilir sorusuna buradan doğru bir yol, toplumcu bir yerel yönetim anlayışıyla, yerelde belleğin yeniden inşasıyla mümkün olabilir. Aynı zamanda bunun kolay olmayacağı, genelin böyle bir inşa alanına izin vermemek adına tüm aygıtlarıyla direnebileceği ve asıl güzel olanın sağlanabilecek bu kolektif direnme gücünde yattığı da unutulmamalıdır.
Belleğin geçmişten ziyade bugüne ve geleceğe içkin bir durum olmasından hareketle, popülist söylemlerden ziyade, kent belleğine dair toplumcu perspektifle çalışmalar yapılması, bunların teşvik edilmesi, korunması ve sürdürülmesi, günümüzün politik yapısını doğru yorumlamayı da mümkün kılabilir ve bir arada yaşamın inşasını kuvvetlendirebilir. Batıya göç etmiş bir Kürt’ün yediği dayağın, Alevi’nin söz etmediği semahın, Rum’un sokakta neden Türkçe isim kullandığının, Yahudilerden kalan kültürel miras ögelerinde neden Yahudi mirası olduğu yazılmadığının, kentlerde Ermenilere dair kültürel miras ögesinin neden bu kadar az olduğunun konuşulması, sanılanın aksine olumsuz sonuçlar doğurmaz. İnsanlar için de kentler için de yüzleşmek şarttır ve ikinci yüzyılın başındayken artık daha fazla atlamamamız gereken bir noktaya işaret eder. Zira sakınılan geçmiş; harekete geçip bugünü işgal eder, hayalet gibi üstünde dolaşır, musallat olur. Geçmiş görmezden gelindikçe, bugün; korkulan ve kaçılan geçmişin bir ürünü hâline gelir. Tüm bu korkuları aşarak, bir arada yaşamın inşası, yerelden ve toplumcu bir perspektifle, kentin belleğini canlı tutarak, unutturulmaya çalışanı hatırlayarak, onu yaşatarak ve geçmişle yüzleşerek mümkün olabilir. Zira böylesi bir perspektifle, herkesin eşit haklara sahip olduğu ön kabulünden hareketle kültürel kodlarda yer etmiş belleği yerelde yeniden ele almak, geçmişin kolektif yaşam pratiklerini, dayanışmayı ve paylaşmayı da bugüne taşıyacak, yeni gündelik makyavelist siyasete malzeme yapılan ve toplumu ayrıştıran konuların özneliğinin ve kıymetiharbiyesinin sorgulanmasını sağlayacaktır.