Kamusal Eğitim, Erişilebilirlik, Kapsayıcılık

KAMUSAL EĞİTİMİN KISA TARİHİ

Toplumsal bir kurgu olarak eğitime ilk olarak Antik Yunanda rastlıyoruz. Köleleri ve kadınları dışarıda bırakan bu eğitim sisteminde, özellikle genç erkek çocuklar için onları savaş ve siyasete hazırlama amaçlı beden eğitimi ve retorik dersleri yer alıyordu. Bu eğitimler Gymnasion adı verilen yerlerde yapılıyordu. (Gymnas->Çıplaklar)

Ortaçağda ilk kez eğitimin halka yayılmasına şahitlik ediyoruz. Kiliselerde Tanrının iradesine boyun eğme karşılığı yoksul halk çocuklarına verilen din eğitimlerinin asıl işlevi, geniş toprakları olan kilise için işgücü yaratmaktır.

Coğrafi keşifler ve Rönesans’la birlikte toplumsal yapıda giderek güçlenen, gücünü ticaretten alan kentsoylulukla birlikte kurumsal anlamda belediye, okul vb. yapıların ortaya çıkışına tanıklık ediyoruz. (Ortaçağ Kentleri – Henri Pirenne)

Eğitimin devlet denetiminde yapılması fikri ise Fransız ve Amerikan devrimleri ile ortaya çıkar. Ulus devletler özellikle kendi memurlarını yetiştirmek için yurttaşların eğitimini kiliseden devralarak aynı zamanda kilise karşısında kendi iktidarını da güçlendirir. Burada henüz zorunlu, eşit ve ücretsiz kamusal eğitimden hâlâ bahsedemiyoruz. Evet yurttaşların eğitiminde kilisenin egemenliği kırılmıştır ancak ilk ulus devletler bunu yerel yönetimlerin, şahısların ya da vakıfların okul açabilmesi, evde eğitimin mümkün kılınması şeklinde gerçekleştirmiştir.

“Bütün çocuklar için devlet okullarında parasız eğitim.” talebine ilk kez Marx ve Engels’in kaleme aldığı ve burjuvazinin evde eğitim uygulamasının şiddetle eleştirildiği Komünist Manifesto’da rastlıyoruz. Manifestodan 1 yıl sonra zorunlu eğitimi ilk yasalaştıran Almanya olsa da burada devletin okul açma zorunluluğundan çok özel okullar, evde eğitim vb. yapılar güçlendirilmiştir.

Eğitimin tam olarak devlet yükümlülüğünde zorunlu, ücretsiz ve eşit nitelikleriyle yer almasına 1939 SSCB anayasasında rastlıyoruz. BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948); Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi, Çocuk Hakları Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (1953), Avrupa Sosyal Şartı (1961) ve sonraki tüm sözleşmelerde artık eğitimin yasal tanımlaması bu hâliyle yer almaktadır.

OSMANLI VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NDE EĞİTİM

İlköğretimde zorunluluğu getiren en önemli düzenleme 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi (Eğitim Yasası)’dir. Osmanlı’da eğitimi düzenleyen ilk önemli yasa olan 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nde ilköğretim zorunluluğu 5 yıl olarak alınmıştır. 1876 Kanun-i Esasi’de de ilköğretimin devlet okullarında zorunlu ve parasız olduğu, aynen vurgulanmıştır. 1913 yılında İlköğretim Geçici Kanunu ile zorunlu eğitim 6 yıl olarak düzenlenmiş. (Bu kanunun “geçici” başlığına rağmen Cumhuriyet’in ilk yıllarına ve hatta 1961’de çıkarılan 222 sayılı İlköğretim Kanununa kadar birçok maddesi yürürlükte kalmıştır.)

1924 yılında alınan bir karar ile Anayasanın 87. Maddesi ile düzenleme yapılarak zorunlu eğitim 5 yıla indirilmiştir. 10 Aralık 1946’da toplanan III. Milli Eğitim Şurası’nda şehir ilkokullarının ortaokullarla birleştirilerek, öğrenim süresinin 8 yıla çıkarılması önerilmiş fakat uygulanamamıştır. 1961 Anayasasının 50. Maddesinde ilköğretimin zorunlu ve devlet okullarının parasız olduğu ilkesi tekrarlanmıştır. 1961 tarih ve 222 Sayılı Kanun’la ilkokul ve ortaokul ayrımı kaldırılarak “ilköğretim okulu” olarak değiştirilmiştir. 8 yıllık eğitime geçilme çalışmalarındaki ilk adımlar 1971 yılında görülmüştür. Temel eğitim modeline uygun olarak hazırlanan eğitim programı 16 yatılı bölge okulunda denenmek üzere illere gönderilmiştir. Temel eğitimin 8 yıl olmasını öngören 1973 tarih ve 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nda temel eğitimin örgün eğitim sistemi içindeki yeri, amacı, görevi kapsamlı olarak yeniden ele alınıp tanımlanmıştır. 18 Ağustos 1997 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan 4306 sayılı kanunla “ilköğretim kurumları 8 yıllık okullardan oluşur” belirlemesi kesinleşmiştir. 11 Nisan 2012 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6287 sayılı kanunla (kamuoyunda 4+4+4 kanunu olarak bilinmektedir) kesintisiz sekiz yıllık temel eğitim sona ererek okul kademeleri dört yıllık okullara ayrılmış ve zorunlu eğitim 12 yıla çıkarılmıştır. 

KAMUSAL EĞİTİM VE BİREYSEL GELİŞİM BİRLİKTE MÜMKÜN MÜ?

Eğitim, bireyin özerk gelişimi ve kamunun ortak haklarının savunulmasını aynı anda ve dengeli bir biçimde içermediğinde; bireysel otonomi kadar kolektif bilinci de geliştirmeye katkıda bulunmadığında ya devletin siyasal kurgusuna uygun, bireyin özerkliğine izin vermeyen bir toplum mühendisliği aracına dönüşecek ya da kolektif bilinçten yoksun, sadece kendi çıkarlarına odaklanmış bireyler topluluğu ortaya çıkaracaktır.

Kamusal eğitimde okul, nihayetinde resmi ideolojiyi yaygınlaştırma aracıdır. Devletin ideolojisine uygun bir toplum tahayyülü, bireye ve topluma bakışı ile eğitimin işlevselliği doğrudan ilişkilidir. Tam da bu yüzden eğitim, sağlık gibi temel hakların devlet tarafından ve hatta ücretsiz sağlanıyor olması her zaman kamunun ve bireyin yararına olduğu anlamına gelir mi? Yani devlet tarafından sağlanan bir hizmet, salt herkese eşit ve ücretsiz olması ile kamu yararı işlevini kazanmış olur mu? Oysa hakların var olması ile yaşanabilirliği aynı şeyler değildir. Temel her türlü hak; doğası gereği imtiyazlara, ayrıcalıklara karşı olmakla birlikte eşitlik, adalet, erişebilirlik ve kapsayıcılıkla anlamlı hâle gelir. 

EĞİTİM, MERKEZİ BÜTÇENİN BİR TASARRUF ARACI MI?

Ülkemizde 1980 sonrası yaşanan dönüşümlerin doğrudan etkilediği en önemli kamusal alanlardan biri de eğitim oldu. Eğitim herkesin eşit ve ücretsiz yararlanması gereken temel bir insan hakkı değil de parayla satın alınabilen bir hizmet olarak algılanmaya başladı. 

2016’da GSYH içerisindeki payı yüzde 4,21 olan eğitim bütçesinin 2023 yılı içindeki payı yüzde 3,48’e gerilerken, 2016 yılında eğitime merkezi yönetim bütçesi içinde yüzde 19,24 olarak ayrılan pay 2023’te yüzde 14,53’e geriledi. Benzer biçimde, merkezi bütçe yatırım ödeneğinden 2002’de MEB yatırımlarına yüzde 22,34 oranında pay ayrılırken bu oran 2023’te yüzde 12,65’e geriledi. 

OECD Bir Bakışta Eğitim 2023 Raporu’na göre Türkiye, tüm eğitim kademelerinde öğrenci başına en düşük harcama yapan OECD ülkelerinden biridir. 

Rapordaki en vahim tablo ise eğitimin en kritik aşaması olan 6-15 yaşları arasındaki çocukların zorunlu eğitimi için yapılan toplam eğitim kurumları harcamasının en düşük olduğu ülke olmamızdır.

Rakamlar ve tablolardan da anlaşılacağı üzere herkesin eşit ve ücretsiz erişmesi gereken bu anayasal hak, merkezi yönetim için bir tasarruf alanına dönüşmekte ve eğitim hizmetleri yıldan yıla giderek artan oranda özel sektöre devredilmektedir. 

ANAYASA İLE GÜVENCEYE ALINMIŞ EĞİTİM HAKKI: ÜCRETSİZ Mİ? EŞİT Mİ? KAPSAYICI MI? 

Özel okullar ve kamu okulları arasındaki uçurumun gitgide artması, nitelikli eğitime erişimin kendisinin bir sınıfsal sorun olmasına sebep oldu. Geldiğimiz noktada uçurumun bir tarafında eğitim, yemek, ulaşım, kırtasiye, etüt, genel giderler gibi kalemleriyle orta ve alt gelirli ailelerin yanına yaklaşamayacağı ücretleriyle özel okullar; diğer tarafında giderlerinin birçoğunun velilere devredildiği devlet okulları var. 

Aşağıdaki tabloda hane halkının eğitim harcamalarına Türkiye’nin özellikle yükseköğretim öncesi, yani zorunlu eğitim çağında, OECD ortalamasının 2 katından fazla bütçe ayırdığını (ayırmak zorunda kaldığını) görüyoruz: 

Bu da yetmezmiş gibi devlet okullarının bulunduğu konumların sosyo-ekonomik yapısına göre kendi aralarında ortaya çıkan farklılıklar, erken çocukluk ve okul öncesi eğitime erişim olanakları, ortaöğretimde öğrencilerin sınavla ve sadece yüzde 10’unun  alındığı “nitelikli liseler”,  işsizlik istatistiklerini gizleme dışında niteliği tartışılır üniversiteler ile Türkiye’de eğitim sistemi, fırsat eşitliği sağlama ve kapsayıcı olma iddiasını yitirmektedir.

“Sosyoekonomik durum endeksi ve en yüksek başarı gösteren öğrenciler arasında olma olasılığı” başlığını taşıyan tablo ise sosyo-ekonomik açıdan avantajlı öğrenciler ile öğrenci başarısı arasındaki korelasyonu ortaya koymaktadır. Bir başka deyişle bu tam bir fırsat eşitsizliği özetidir. Eğitim sistemimiz sosyal mobilite ve umut olma işlevini yitirmiş, “Sosyo-ekonomik açıdan ne kadar iyi durumdaysan o kadar başarılı olursun”, “Yoksulluk kaderindir” mesajı vermektedir.

Koşulları, geldikleri yer ve nitelikleri ne olursa olsun kimseyi dışarıda bırakmadan, tüm öğrencileri içerecek şekilde herkesin kendi özelliklerine göre fırsat ve imkân eşitliğine sahip olabildiği kapsayıcı eğitim anlayışında söz edilen eşitlik, eğitimin akademik sonuçlarının eşit olması değil bu sonuçların öğrencilerin din, dil, ırk, cinsiyet ve sosyoekonomik aidiyetlerinden ne kadar bağımsız olabildiğidir. Yani eşitlik onlara sağlanan koşullar ve sunulan olanaklar bağlamında konuşulmalıdır. Kapsayıcı anlayışa sahip nitelikli; eşit, ücretsiz ve süreklilik arz eden bir kamusal eğitim yoksulluk ve dezavantajlılık döngüsünden çıkışın tek ve en etkili yoludur.

Sonuç olarak ülkemizde çağın ihtiyaçlarına cevap veremeyen içeriği ile kriz içinde olduğunu söylediğimiz kamusal eğitimin sürmekte olan köklü iki temel problemi bulunmakta:

Birincisi nitelikli eğitimin herkes için erişilebilir olmaması; ikincisi bireylerin özgürlüğü ile kamunun çıkarları arasında denge kurabilen, bireysel özgürlük kadar sosyal sorumluluk  bilincini de geliştiren bir eğitim yaklaşımının oluşturulamamış olması… Bu başlıkların kamuoyunda tartışılmasını diliyoruz. 

Bizler Bayetav Okulları olarak bu sorunları aşabilen kapsayıcı ve nitelikli bir eğitimi erişilebilir kılmak üzere yola çıktık. Bu anlamıyla özel okullar zincirine eklenen bir halka olmaktan çok öncelikle kamunun, sonrasında da aynı amacı taşıyanların sahiplendiği, geliştireceği ve örneklerini çoğaltacağı bir model geliştirmek istiyoruz.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik