Küreselleşme, piyasaların bilgi akışının ve teknolojinin sınırları aşmasıyla ilgiliyken gezegensellik ise sınırların bizi aşması, insan uygarlığının kendi habitatına gömülmesi ve dolanmasıyla ilgilidir. Bu, Jonathan Blake ve Nils Gilman tarafından yazılan “Kriz Çağı İçin Gezegensel Düşünce: Mütevazı Bir Yıldızın Çocukları” başlıklı yeni ve paradigma değiştiren bir kitabın özünde yer alan temel tezdir.
Gezegensellik, insanların doğanın üstünde ve dışında olmadığını, aksine gezegensel sistemlerle karmaşık bir karşılıklı bağımlılık içinde olduğunu anlamaya başladığımız yeni bir durumu ifade eder.
Blake ve Gilman şöyle yazıyor: “Eğer Kopernik’in güneş merkezciliği, Dünya’yı göklerin merkezinden uzaklaştırarak Birinci Büyük Merkezden Uzaklaşmayı, Darwin’in doğal seçilim yoluyla evrim teorisi de İkinci Büyük Merkezden Uzaklaşmayı temsil ediyorsa, Gezegensellik kavramının ortaya çıkışı da Üçüncü Büyük Merkezden Uzaklaşmayı ve her şeyin ölçüsü ve efendisi olarak insan figürünün yerini alarak meskene en yakın olanı temsil etmektedir.”
Berggruen Press’in yakında yayımlanacak kitabında da savunulduğu üzere, “bilimsel bir kavram olarak gezegen, çeşitli biyojeokimyasal sistemler ile hem insan hem de insan olmayan canlı varlıklar arasında sayısız entegrasyon katmanına sahip karmaşık bir ekosistem ağı olarak Dünya’ya odaklanmaktadır. Yeryüzü sistemi bilimine ve sistem biyolojisine dayanan bu bütüncül anlayış, gezegen ölçeğindeki yeni algı teknolojileriyle mümkün kılınmaktadır. Örneğin, hızla olgunlaşan sensörler, ağlar ve süper bilgisayarlardan oluşan bir teknosfer, gezegen sistemini giderek daha görünür, anlaşılır ve öngörülebilir hâle getirmektedir. Yakın zamanda evrimleşen bu akıllı dış iskelet, özünde dağıtılmış bir duyu organı ve bilişsel katman, eşi benzeri görülmemiş bir gezegensel sapiens biçimini teşvik ediyor.”
Asıl soru, Antroposen’in (insan çağı) son evresinde, insan yönetiminin şu anda elde ettiğimiz bilgiyle nasıl ve ne kadar uyumlu olabileceğidir.
BİZİ BÖLEN ŞEY BAĞLANTIDIR
Paradoksal olarak, gezegen ölçeğindeki bağlantı aynı zamanda bizi bölen şeydir. Yakınsama, ayrışmayı da beraberinde getirir çünkü dünyayı birbirine bağlayan teknoloji ve ekonominin evrenselleştirici ve rasyonelleştirici mantığı, kökleri duygulara ve kendi türümüz arasında geliştirdiğimiz yaşam biçimlerine dayanan siyaset ve kültür ahlakından tamamen farklı bir boyutta işler.
Ortaya çıkan dünyayı kapsayan bilişsel aygıt, senkronize bir gezegensel zekânın sinapslarını filizlendiriyor olsa da bu, tarihi ve mekânsal kimliğine sıkı sıkıya bağlı kalmaya devam eden ulusların ve medeniyetlerin aidiyet duygusuyla çelişiyor.
Sonuç olarak, bu yeni kuşatıcı farkındalık alanı, şimdiye kadar ortak bir zemin olduğu kadar bir çekişme alanı da sunuyor.
Planetaryum (gezegensellik) kavramını kavramak, bakış açımızı değiştiren felsefi bir olay olsa da etkili bir toplumsal hareket oluşturmak adına gereken kolektif kimliğin ve meşruiyetin oluşması için henüz siyasi ve kültürel eşikleri aşamamıştır.
Henüz uzlaşılamayan temel çelişki, kabileleşmiş kimliğin ağır merkezkaç kuvveti ile bağlayıcı gezegensel birlikteliğin merkezcil zorunluluğunun nasıl dengeleneceğidir.
GEZEGENSEL DAYANIŞMA
Blake ve Gilman, “gezegensel yardımlaşma” olarak adlandırdıkları bir yönetim biçimiyle bu ikileme çözüm arıyorlar. Bu yönetim biçimi, hem çoğul yetki alanlarının çeşitliliğini hesaba katmayı hem de ortak evrensel sorunlar karşısında bir araya gelme zorunluluğunu karşılamayı amaçlıyor.
Çok ölçekli kurumsal yaklaşımlarında yönetim, tıpkı doğal sistemler gibi dağılmış olurdu. Ölçek, ağlar aracılığıyla sağlanır; ilgili eyleme uygun ölçüde mekânsal olarak birim merkeziyetçi hâle gelir ve gerektiğinde daha yüksek seviyelerde yetki ile güçlendirilir.
Özünde, daha alt bir seviyede ele alınamayan sorunlar bir üst seviyeye devredilmelidir. Ancak daha yüksek bir yetki, etkilenen kitlelere yakın alt seviyelerde halledilebilecek konulara el atmamalıdır.
Pratikte, tıpkı askerî ittifakların, örneğin NATO gibi, ülkeler arasında güç bütünleştirmenin sorunsuz uyumluluğunu sağlamaya çalışması gibi, kaynakları verimli kullanarak ortak tedarik politikalarından iklim değişikliği ya da halk sağlığı hedeflerinin yakın koordinasyonuna kadar her şey için şehirler ve bölgeler arasında “yerel ötesi ağlar” öngörüyorlar. Bu ağlar, halihazırda ortaya çıkmaya başlıyor.
Blake ve Gilman ayrıca “gezegensel sorunlar için gezegensel kurumlar” önermektedir. Açıklayıcı bir örnek olarak, PAS (Gezegensel Atmosfer Sorumlusu) ve PPA (Gezegensel Pandemi Ajansı) çağrısında bulunmaktadır.
PAS, BM İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) iklim hakkında bilgi biriktirme işlevini yapay zekanın veri işleme kapasitesinden faydalanarak ve yeni izleme teknolojileriyle sensörlerin geliştirilmesini teşvik edip bir araya getirerek ve güçlendirerek, toplanan bilgileri ulusal, bölgesel ve yerel tüm yönetim kademelerine sunarak IPCC’nin “bilgiye dayalı olarak karbon emisyonlarını sınırlandırma kararları alma ve uygulama yetkisini” destekleyecektir.
Yazarlar bu tartışmalı noktayı açıkça ortaya koyuyor: “PAS, net sera gazı emisyonları için zorlayıcı hedefler belirleme yetkisine sahip olacak, bunlar sadece öneriler veya hedefler değil, uygulanabilir kurallar olacaktır. PAS’ın sera gazı emisyonlarıyla ilgili kararları isteğe bağlı olmayacak; her düzeydeki yönetim kurumları tarafından uyulması ve uygulanması gerekecektir. ‘Gezegensel yardımlaşma’ ilkesi, karar alma haklarının dağıtımına rehberlik eder; gezegensel kurum hedefleri belirler, ulusal devletler siyasi ve ekonomik etkileri nasıl ele alacaklarına ve yerel yönetimler uygulama detaylarına karar verir.”
PAS gibi, PPA’nın (Gezegensel Pandemi Ajansı) ilk görevi, günümüzde Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığına benzer şekilde bilgi toplamak olacaktır. PPA, “ormansızlaşma ve habitat tahribatı alanları, yaban hayatı ticareti, endüstriyel hayvancılık ve antibiyotik kullanımının yoğun olduğu bölgeler dâhil olmak üzere, her yerde insan/hayvan ve insan/vahşi doğa ara yüzlerini izleyecektir.”
PPA’nın ikinci görevi ise bilgiye dayalı kararlar alarak insanların hastalanmasını önlemektir. Bu kararlar, hayvanlardan insanlara hastalık bulaşmasını ve yeni antibiyotiklere dirençli mikropların gelişmesini engellemeyi hedeflemektedir. Yazarın tasarımında şunlar denmiştir: “Gezegensel kurumun insan sağlığına bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşması, hayvan, ekosistem ve tüm biyosferin sağlığını iyileştirmeye yönelik adımlar atması gerekmektedir. PPA ancak insanlarda enfeksiyon oluşmadan önce önlem alarak salgın hastalıkların önüne geçebilir.”
PPA’nın üçüncü ve en tartışmalı rolü, pandemi ya da olası pandemi durumunda merkezileştirilmiş karar alma ve koordinasyonu içerecek olmasıdır. Kurumun yetki alanı, yalnızca ‘küresel halk sağlığı acil durumu’ ilan etme yetkisini değil, aynı zamanda ‘ulusal ve yerel pandemi savunma planları için standartlar belirleme ve alt kurumların bu planları ne zaman devreye sokması gerektiğini zorunlu kılma yetkisini’ de kapsayacaktır.
Tüm bunların ötesinde PPA, dünya çapında, kullanıma yönelik aşı ve tedavilerin geliştirilmesi, üretilmesi ve dağıtılmasındaki liderliği üstlenecek.
MEŞRU OTORİTE SORUNU
Blake ve Gilman, planlarının işlevsel bir mantık izlediğini ancak günümüz ulus devletinin ötesinde daha yüksek bir egemen otoriteye atfettiği meşruiyet için sağlam bir zemin bulamadığını kabul ediyor. Yazarların yaklaşımları, eğer bir yol gösterilebilirse, koşulların bir gün iradeyi ortaya çıkaracağı umuduna dayanıyor.
Benim görüşüm, böyle bir iradeyi harekete geçirmenin ancak meşruiyetin temel kaynaklarının yani, ortak bir dünya görüşü, yönetilenlerin genel rızası ve devredilen otoritenin hesap verebilirliği yerine getirilmesiyle mümkün olabileceği yönündedir.
Yüz yüze yapılan yerel etkileşimlerin doğuştan gelen pragmatizminden uzak, daha yüksek yönetim kademelerinde devredilen otoritenin meşrulaştırılması, ancak toplumun geniş kesimlerinin paylaştığı ortak bir dünya görüşüne dayanabilir. Yazarların örnek olarak kullandığı iklim ve pandemi gibi konuların, günümüz dünyasında en hararetli anlaşmazlık konuları arasında yer aldığı bir ortamda, bu oldukça zorlu bir hedeftir.
O halde işin ilk vazgeçilmez düzeni, İtalyan siyasi düşünür Antonio Gramsci’nin “ideolojik hegemonya” olarak adlandırdığı kavramı inşa etmektir, yani devletler üstü iktidarı meşru bir şekilde kurumsallaştırabilmenin ve uygulayabilmenin şartı olarak kalpleri ve zihinleri aynı sayfada buluşturmaktır. Gramsci’ye göre devletin zor kullanarak hareket etme konusundaki sert gücünü meşrulaştıran şey, sivil toplumun uzlaşmasının yumuşak gücüdür.
Charles de Gaulle gibi siyasi liderlerin ve Yuval Harari gibi düşünürlerin uluslarla ilgili olarak anladıkları şey, gezegensel düzeyde de aynı derecede doğrudur: Bir kamuoyu bütünlüğünü sağlayan şey, diğer unsurlar değil, bir mit, yol gösterici anlatı veya sürükleyici hikâyedir. Bu nedenle, görme biçimimizi dönüştürmeyi amaçlayan entelektüel çabalar, bu kitabın yaptığı gibi, son derece önemlidir.
Yönetilenlerin geniş politika hedefleri konusunda rızası ancak ortak bir dünya görüşünün oluşması koşuluyla elde edilebilir. Yalnızca bu rızaya (aktif veya pasif) dayanarak, uygulama yetkisi dolaylı olarak yetkili makamlara devredilebilir ve yetkili makamlar da bu yetkiyi devredenlere karşı bir şekilde hesap verebilirlik konumuna getirir.
YETKİ DEVRİ, KATILIM, KARAR VERME
2013 yılında Nicolas Berggruen ile yazdığım “Intelligent Governance For the 21st Century ” adlı kitabımda, küreselleşme ve artan hoşnutsuzluklar bağlamında Blake ve Gilman’ın gezegensel düzeyde ortaya koyduğu çok ölçekli yönetişim zorluklarıyla boğuşmuştuk.
“Daha derin küresel ticaret, yatırım, üretim ve tüketim entegrasyonunun karmaşıklığı, bilgi akışlarından bahsetmiyorum bile,” diye yazdık, “mega şehir-bölge, ulusal ve uluslararası düzeyde, karşılıklı bağımlılığın sistemik bağlantılarıyla başa çıkabilmek için daha fazla siyasi ve teknik kapasiteye ihtiyaç var. Aynı zamanda, küresel ölçekte servetin yayılmasıyla artan çeşitlilik, sosyal ağlar tarafından güçlendirilerek, daha fazla yetki devrini gerektiriyor. Tabanda huzursuz halk, aşağıdan yukarıya doğru, yaşamlarını yöneten kurallarda söz sahibi olmak için çığlık atıyor. Her yerde yaşanan siyasi uyanışlar, anlamlı katılımın onurunu talep ediyor.”
Bu çifte zorluğa kurumsal bir yanıt bulmadaki başarısızlığın, herhangi bir yönetim sistemi için meşruiyet krizine yol açacağını savunduk.
Blake ve Gilman’ın da söylediği gibi dengeyi doğru kurmak, gücün devredilmesini ve vatandaşların kendi yetkinlikleri ile ilgili konulara dâhil edilmesini gerektirirken, daha yüksek karmaşıklık düzeylerinde devredilen otorite için meşruiyet ve rızayı teşvik edecektir. Yetki devri kavramının diğer terimleri olan “Devretme, dâhil etme ve karar paylaşımı”, “bilgili demokrasi” ve “sorumlu meritokrasi” olarak adlandırdığımız şey arasında dengeli bir ilişki kurabilen akıllı yönetimin temel unsurlarıdır.
Bilgili Demokrasi ile, kurumlar tarafından yürütülen politika tartışmaları yoluyla bilgilendirilen bir halkı kastediyorduk. Hesap verebilir meritokrasi ile ise tarafsız teknisyenleri, demokratik tartışmalar yoluyla belirlenen gündemi yerine getiren ve bu gündem konusunda hesap verebilir olanları kastediyorduk.
Blake ve Gilman demokrasiden ziyade egemenlik üzerine odaklansalar da herhangi bir yönetim sisteminde yetki devrinin meşruiyetinin temeli ancak ortak bir anlatı içerisinde rızanın oluşmasına yönelik hesap verme sorumluluğunda bulunabilir.
Performansa dayalı meşruiyeti esas alan Çin gibi ülkeler, bunu halka sunulan ve benimsenen hâkim anlatı içinde yapmak zorundadır. Bu beklentiler çerçevesinde hizmetler sunulduğu sürece, rıza ve sistematik hesap verebilirlik biçimi olarak görülebilir. Ancak hizmetler sunulmadığı takdirde meşruiyet zedelenir. Komünist Partinin gündeminin en başında, bu sınırların dışında rahatsız edici beklentilerin oluşmasını önlemek vardır. Yerleşik bir anlatıyı uygulamaya çalışmak yerine değişen koşullara uyarlamak ise otoritelerini kırılgan kılar.
AMERİKAN TARİHİNDE BİR ANALOG
Gezegensel ölçekten çok uzak olsa da Amerikan tarihinden alt-üst yönetim ilkelerine dayalı bir yönetimin nasıl işleyeceğine dair bir benzetme yapılabilir.
19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçişte Amerika, tarımsal ve büyük ölçüde kırsal bir toplumdan kentsel ve endüstriyel bir topluma dönüştü. Kültürel normlar ve benzer yaşam tarzları ayaklanma içindeydi. İşlevsiz hâle gelen siyasi kurumlara meydan okundu ve bu, şu anda deneyimlediğimiz dijital topluma ve gezegenselliğe yıkıcı geçişten pek de farklı değildi.
O günlerde yaşanan çalkantılı geçiş dönemi, sonradan “ilerici dönem” olarak bilinen dönemin doğmasına zemin hazırladı. Bu dönemin öncüleri, giderek karmaşıklaşan bir toplumun yeni toplumsal sorunlarına çözüm bulmaya çalıştı. Bu sorunlar arasında şunlar yer alıyordu: Yenilikçi fabrikalardaki çalışma saatleri ve güvenlik koşulları, kadınların oy hakkı, toplu gıda işlemelerinin halk sağlığı üzerindeki etkileri, barınmadan suya ve elektriğe kadar kötü durumdaki kentsel altyapı, demiryolları ve bankalar tröstlerindeki güç yoğunlaşması ve sömürücü özel hizmet şirketleri.
İlerici Dönem’de Amerikan eyaletlerinin tepkisi, aynı anda iki yönde hareket etmek oldu. Hareket, halkın doğrudan kanun yapabileceği ve temsilciler meclislerindeki rüşvetli ve yolsuz yasama organlarını atlayarak vatandaşların oylama girişimi, referandum ve seçilmiş yetkililerin geri çağrılması yoluyla doğrudan hesap verebilirliği sağlayabileceği “doğrudan demokrasiyi” teşvik etti. Aynı zamanda, seçilmiş ilerici valiler, ticaret, bankacılık, demiryolları ve elektrik hizmetlerini kamu yararına düzenleyen komisyonlar için tarafsız uzmanlara yetki devrettiler. Seçilmeseler de kendilerini atayan doğrudan demokrasiye ve seçilmiş yetkililere karşı sorumlu olan profesyonel şehir yöneticileri, giderek karmaşıklaşan kentsel çevreleri yetkin bir şekilde yönetmek için ilk kez ortaya çıktı.
Zamanla, yurttaş katılımı ve teknokrasinin (teknolojinin toplum üzerindeki hakimiyeti) bu eşleşmesinden kaynaklanan reformlar, eyaletler arası Ticaret Komisyonu veya Gıda ve İlaç İdaresi gibi kurumlarda ulusal düzeye yayıldı ve çocuk işçiliğinin kaldırılmasına, sekiz saatlik çalışma gününe ve kadınların oy hakkına yol açtı.
Amerikan tarihine bu kısa yolculuğun amacı, gezegensel ölçekte doğrudan demokrasinin uygulanamaz önerisini ortaya koymak değil, sadece rıza yöntemlerini devredilmiş yetkiyle meşruiyet kazandıran bir şekilde birleştirmenin siyasi hayal gücü dâhilinde olduğuna işaret etmektir.
Blake ve Gilman’ın Mütevazı Bir Yıldızın Çocukları’nda önerdiği paradigma shift ve yönetim yenilikleri, tıpkı geçmişte olduğu gibi değişen koşulların bunu gerektirmesi nedeniyle, zaman içinde gerçekleştirilmesi daha az gerçekçi değildir.
“Mütevazı Bir Yıldızın Çocukları”nda titizlikle düşünülmüş dava, bir sonraki adımları atmak için gerekli ortak dünya görüşünü inşa etmeye yönelik önemli bir katkıdır. Blake ve Gilman, yeni düşüncenin ön saflarında, içinde yaşadığımız yeni gezegensel koşullarda yönetimle ilgili kalıcı sorunları yaratıcı bir şekilde ele alarak ibreyi ileriye taşıdılar.
__________
* Bu içerik Nathan GARDELS’in Noema Magazine’de yayınlanan “The Third Great Decentering a Paradigm Shift From Globalization to Planetary Governance” makalesinden çevrilmiştir.