2016 yılında, tam 94 yıl sonra İzmir’e metropolit atanmış, ilgili merasim için kilisede ufak bir kalabalık oluşmuştu. Kalabalığın arasında beli bükülmüş, bastonlu bir amca dikkatimi çekmişti. Elinde bir poşet vardı. Meraklı gözlerle, birini arar gibi etrafına bakıyordu. İnsanlara yanaşıp ayinin ne zaman başlayacağını sordu. Kimse tam bilemiyordu cevabı. Beklemeye devam etti. Yorulmuştu. Sandalye istedik, önce oturmak istemedi ama ısrarlara dayanamayıp oturdu. Kilisenin bahçesine girmek istememişti. Çay söyleyelim dedik, kabul etmedi. Artık herkesin dikkatini çekiyordu, o ise kararlı şekilde bekliyordu. Yanaşıp kimi aradığını sordum. Yaşlı bir cemaat üyesi sanmıştım. “Müslümanım ben, ayıp olmasın diye bahçeye girmiyorum” dedi. “Bartholomeos’un askerden ranza arkadaşıyım” dedi. Şaşırmıştım. Cemaat üyesi bir iki kişi daha yanaştı. “Patrik yakın dostumdur. Beni aradı dün, geleceğim, görüşelim dedi, elbette dedim. Askerdeyken ailesi ona baklava getirirdi, hep benimle paylaşırdı. O günlerin hatırasına bir kilo baklava getirdim ona, hoşgelmiş” dedi. Ayinden sonra Bartholomeos ile görüşebildi, sımsıkı sarıldılar. İkinci yüzyıla dair bir hoş geldin meselesi gibiydi şahit olduklarım. Yeniden bir başlangıç değil ama yenilenmiş bir başlangıç için, tatlı yiyip yeniden tatlı konuşmak.
Nostalji, nostos (dönüş) ve algos (acı, eziyet) kelimelerinden oluşur ve geri dönüş acısı anlamına gelir. Her ne kadar mitolojik bir kavram gibi dursa bile 1678’de Jean-Jacques Harder isimli doktor tarafından, askerlerin çektiği sıla özlemini tanımlamak için üretilmiş bir hastalık adıdır. (Cassin, 2018:17). O halde hepimiz biraz hasta değil miyiz? Aynı İsviçreli askerler gibi uzakta olduğumuz zaman duyduğumuz bazı şarkılarda memleketimizi anımsayıp gözlerimiz dolmuyor mu? Aynı doktor bu tarz bir hastalık için vatan aşkı deliliği manasında philopatridomania kavramını da önermiştir ama nostalji baskın gelmiştir. Buradaki vurgu dönüş meselesidir. Vatanı, yurdu, memleketi her neresiyse ona özlem duymak, onu delicesine sevmek, onun için her şeyi yapmak, ölümü bile göze almak… Peki, hakikatten neresi kimin yurdudur? Yani buna kim, nerede, nasıl, ne şekilde karar verebiliyor? Biri karar verebiliyor mu yoksa kişi kendine bir yurt seçebilir mi? Belki klişe olacak ama doğduğumuz yer mi, doyduğumuz yer mi? Yoksa bir dönem herkesin bir perde gibi kullandığı, atalarımızın memleketi Horasan mı?
Yunanistan’da tanıştığım, Türkiye’den geldiğimi duyunca beni evinde ağırlamak isteyen 80 yaşının üstündeki bir çifti kırmamış, evlerine gitmiştim. Kahvelerimizi içerken eski bir kaseti getirmiş teyibe takmışlardı. Cızırtılı bir sesin ardından bir türkü duyuluyordu: “pencereden kar geliyor… aman annem gurbet bana dar geliyor…” Yunanistan’da doğmuşlardı, anne babaları Trabzon’dan gelmişti. 80 yıldan fazladır oradaydılar ama kendilerini gurbette sayıyor, dönüş acısı çekiyorlardı. Onların yurdu neresi diye düşünmüştüm o vakit. Elbette kişi nereyi isterse, nereyi hissederse orayı yurt belleyebilir kendine. Bir kentin bir sokağı, o sokağının köşesi kimbilir kimin için ayrı bir hasret noktası. Öylesine geçip gittiğimiz o manzara, kimbilir kimin yeniden görmek için can attığı bir seyirlik. Kentlerin bellekleri insanlarla birlikte yayılır durur. O kente dair her ne varsa, iyisiyle kötüsüyle insanlara da yüklenir. Peki öyle, burası şunlarındır, burası bunlarındır diyebilmek hangi tanrısal gücü simgeler? Cennetten kovulan kimdir?
Kentlerin öteki bellekleri, yurdundan sürülenlerin, değiş-tokuş edilenlerin de belleğidir. Üzerine uzunca süre susulandır. Girit’i özlediğini söyleyemeyen, Drama türküsünde ağladığı görülmesin isteyen büyüklerdir. Öyle ya, herkes bir yerden gelir. Gelirken aklını da ruhunu da getirir. Doğduğu yerin havasını da getirir. Kentler her türlü benzeştirmeye, homojenleştirmeye karşı o sebeple mahalle mahalle renklidir. O sebeple belki ikinci yüzyıl, genelden ziyade yerelden bir mırıldanmaya ihtiyaç duyar. “Burası şunlarındır-şurası bunlarındır” gibi laf kalabalığı yerine, isteyenin istediği yerde kök saldığı, filiz verdiği bir coğrafya tahayyülüdür ikinci yüzyıl. Kentin belleğinin öteki olmadığı zamandır.
Toplumcu yaklaşım üzerinden yerelde yapılması gereken, kenti herkes için koruyabilmektir. Bu noktada kapsayıcı politikalar üretebilmek, hep birlikte, herkesin sözü katılarak mümkün olabilir. Kolektif bir yapı, tüm diğer farklılıklardan arınarak, bağlı hissedilen yurt için inşa edilebilir. Aynı evin türküsü, farklı dillerde de söylenebilir. Aynı acı için farklı dinlerde de dua edilebilir. Uzun yıllar sonra bir karşılaşma için bir kilo baklava yetebilir. Burada vurucu olan, üretilmiş bir öteki belleğin, kim tarafından, hangi amaçla, ne zaman üretildiği ve neye hizmet ettiğini tartışabilmektir. Yerelde yapılacak olan, bu tartışmayı toplumcu bir çerçeveyle gerçekleştirebilmek, bununla yüzleşebilmek olacaktır.
Hakikatten, kim bu öteki?
Cassin, B. (2018). Nostalji, insan ne zaman evindedir?. İstanbul: Kolektif kitap.
Yitip Giden Kültürün Peşinde Kent, Bellek ve Fotoğraf: Birol Üzmez’le Söyleşi