AKP iktidar olduktan bir süre sonra etrafındaki liberal entelektüellerin de etkisiyle olmalı “Batı’nın hikâyesi bitti hikâye şimdi başlıyor” diye pek çok yazıldı çizildi. İddia iyi bir şeydir ama onun disiplinine de uyulması gerekir değil mi? Herkes gibi (o bile değil) yaşayarak herkesten ileride olamazsın.
Oysa yerleşik olmak bir an ile değil tüm anlarla ilgili olmalıydı. O bir an hissedilen duygu, sonraki ana taşınamamış olacak ki şimdilerde “Hikâye bitti, bize yeni hikâye lazım’’ diyorlar. Ya da, ki bence aslında, o hikâye hiç yoktu. Bildiğimiz hikâyenin yeni çevrimiydi.
O sıralar ne YouTube ne de Netflix bu kadar yaygındı Türkiye’de. AKP iktidarında yaygınlaşması ise işin onlar açısından hazin yanı olmalı. Nihayet iki günde bir şikâyet ediyorlar. Şikâyet ettikçe de iktidarın kendileri olmadığını istemeden de olsa söylemiş oluyorlar. Hâlbuki özellikle kültürel olarak itiraz ettiğine yine kültürel olarak ve iddianı da ancak popülerleştirerek cevap verebilirsin. Devlet (halkın) bütçesiyle iktidarın istediği yönde pek çok film dizi çekilse de bu hakimiyet sağlanamadı ve bazen bizatihi Erdoğan bazen de Fahrettin Altun “Her alanda hakim olduk ama kültürel alanda bunu başaramadık” diyecek kadar halkın onca parasının boşa gittiğini söylemiş de oldu. Filmlerine okullardan öğrenciler ücretsiz taşınsa da olmadı. Oysa beğenilen, önemsenen bir şeye insan ne yapar eder gider zaten. Michael Jackson’ın Moonwalker filmi 1988’de çıktığında Bakırköy Sineması’nın önündeki devasa genç kalabalığı gayet net hatırlıyorum. Oysa ne sosyal medya ne de sayılı gençlik dergilerinden başka bir haber alma mecrası vardı. 20 yıldır TRT, halkın bütçesiyle iktidarın istediği gibi “bedava” yayın sürdürürken, ekonomik krizin içindeki Türkiye’de orta sınıf daha da yoksullaştığı halde Netfilix’e de yöneldi. Hatta onun kadar tiyatro ve kitaplara da YouTube’da niş yayınlara da… Bir ara YouTube’daki bu yayınları yazacağım ama şimdilik kalsın.
Burada anlamadığım bir konuya parantez açmalıyım. Böyle kriz ve yokluk zamanlarında insanlar çok söylendiği gibi kültürel alandan uzaklaşmaz aksine ona yönelir. İlk terk edilen sanat olmaz aksine o daha çok sarılınan olur. Acaba bir diğeri “ne demiş, nasıl çözmüş, nasıl bakmış” diye sahnede olana daha çok bakılır. Koca şehirde kendisi gibi aynı salonda olmayı tercih edenlerle gizli bir özdeşlik kurarak, sahneye topluca bakarak gizli onay ya da red alınır. Hayat bilginiz zayıfsa “Tiyatrolar dolu, kitap fuarları dolu demek ki kriz yok” diyebilirsiniz. Tıpkı ağzına kadar dolu kafelere bakıp dedikleri gibi. Böyle zamanlarda emekçiler son paralarıyla çocuklarına en gelişmiş bilgisayarı bile zorlanarak olsa da alabilir ki o bir çıkış kapısı ihtimalidir. “Demek cep telefonun var, demek bilgisayarın var o halde yoksulluk yok” demek hayatı da insanı da bilmemektir. Yani kimi tiyatrocular da “Az seyirci var” diye şikâyet etse de iddia ediyorum ki en çok seyircileri olduğu zamanlar bu zamanlardır. Yarın olası bir ferahlama da daha azını göreceklerdir.
Neyse yine odağımı kaybediyorum devam etmeliyim kaldığım yerden: Oysa saadet parayla mı olur sorusunda olduğu gibi kültür de esasında parayla olmaz. Para sonuç olabilir o ayrı. Bak yine dehlizlere dalmak zorunda kalıyorum “Hava mı, su mu, yiyecek mi?” sorusundaki saçmalık gibi, hepsi bir arada olmadan olmaz, yaşam üçü de olmadan sürdürülemez demeliyim. Başka gezegenlerde aradığımız neleri bulunca “Bu gezegende hayat var” diyoruz? Hava var ama su yoksa, su var ama hava yoksa oluyor mu? Biliyorsunuz, çok yazıldı Mars’ta su, buz halinde yerin derinliğinde olsa da var ama yaşam var diyemiyoruz, hava yok işte. Aşk yoksa saadet sorusu da sorulamaz tabii. Para ise geçim meselesini ifade etse de insan onuruna yaraşır bir hayat demek onun ötesinde bir şeyi de ifade eder. Nefes alıp vermek pek kritik olsa da ancak ötesine geçince insanlıktan bahsedilebilir. Kültür nefes alıp vermenin ötesindedir ama para da eğer derinliğiniz, iddianız yoksa sadece nefes alıp vermeye dahil olur. Karnınızı nasıl ve nerede doyurduğunuz züppeliğin vasatlığındaki bir efekte dönüşür. Birazdan bahsedeceğim The 8 Show dizisinde de intihar edecek kadar ölüme yaklaşan çaresiz insanlar karınları doyduğu andan itibaren başka bir derdin peşine düşerler: Kendilerinin…
Kültürel üretiminizin piyasada bir değişim aracına dönüşmesi için çok paraya satılması ayrı bir konu. Elbette Hollywood’ta da Netfilix’te de para en etkili belirleyici olsa da bu tam olarak durumu anlatmıyor olmalı. Aksi halde mesela David Lynch, “Netflix projemi reddetti” neden desin. Burjuvazinin sadece parayla çalıştığı fikrine katılamayacağım. Marks’ın New York Tribune’de 11 yıl boyunca Avrupa muhabiri olarak çalışmasını da, işçi hareketlerinin yoğun ve güçlü olduğu bir zamanda mezar kazıcılar dahil 11 kişinin katılımıyla uğurlanmasını o zaman başka türlü izah etmem gerekir. Komplike meseleler bunlar demek istiyorum. Tek bir parametreyle durumu anlamak imkânsız. Bir şeye indirgenemeyecek kadar komplike. İnsan ilişkileri de karmaşık ki aksi halde bir dizi de hikaye de roman da yazılamazdı. Karmaşık olmasaydı bugün ne yaptın sorusuna yahut nasıl bir hayat yaşadın sorusuna “Doğdum, büyüdüm ve öldüm’’ demek yeterli olurdu ama bir yaşam bu kadar basitçe geçiştirilebilir miydi? Bu tembellikte bir cevabı mesela kalpsiz Hitler, sevgili Gandhi ve sevgili Mandela verse hepsi aynılarmış gibi olurdu bu kaba ele alış içinde. Hepsi doğdu, büyüdü ve öldü ama nasıl ve ne için diye devamla sormazsak yine izah edemeyiz olan biteni. Tıpkı şu anda İrlanda’nın Filistin’i tanıması, arkasından İspanya ve Norveç’in tanıyacak olması gibi. Oysa Haçlı İttifakı diye ne çok söyleniyordu değil mi Batı’ya AKP. İsrail Devleti ile ticaretini düne kadar saklamaya çalışan, yoğun eleştiri, eylemlerle ancak askıya alan iktidardan bahsediyorum.
Londra’daki kadar ABD üniversitelerindeki kadar büyük ve en önemlisi süreklilik gösteren miting eylem gördünüz mü başka yerlerde? İsrail’in orta yerinde Tel Aviv’de tam savaşın ortasında savaşa karşı barış mitinglerini gördünüz mü, barış için imza veren ve açıklama yapan 1300 İsrailli akademisyenin yazdıklarını okudunuz mu? Onları okurken aklınıza başka akademisyenler geldi mi? Sedat Peker’in “Kanlarında duş alacağım” dediği akademisylenlerden yıllar sonra kendi tasfiye edilince özür dilediğini hatırladınız mı bir yandan da? Tehdit edilen Barış Akademisyenleri’nden o esnada yurt dışında olanlarının yurt içine döndüğünü de hatırladınız mı? İnsan ilişkilerindeki karmaşıklık benim de bu satırları yazarken yazının beni götürdüğü dehlizlere sürüklenmemi “Yahu ben bunu yazmayacaktım!” diye kendime hayıflanmamı da izah eder.
Birazdan size iktidarın tüm baskı ve yok etme çabalarına karşın fon alarak yaşamaya çalışanlar kadar fon almadan da muhalif yayın sürdürmeye çalışanları da yazacağım. İktidara yakın olanların kimi muhalifleri, AB’den, Batı’dan fon alanları “hain, ajan” ilan edip kendilerinin tam olarak aynı yerlerden neden fon aldığını da anlayacağız.
Ama fon alan kimi muhalif medyaya kızan kimi muhaliflerin yine o fon alan muhalif medyaları daha çok okuyup onunla yakınlık kurduğunu da anlayacağız. Dedim ya insan ilişkileri pek karmaşık…
Batı kendi hikâyesini nasıl yaygınlaştırmıştı! Ama ve fakat yine söylemeliyim “bizim” de “Hollywood sineması işte!’’ diye geçip gittiğimiz vasat dediğimiz filmlerde dahi güçlü eleştirel anlar görebiliyorken bunun Türkiye’de pek olamayacağını da biliyorduk (Sevgili Yılmaz Güney’e kadar gitmeyeceğim). Mesela kalbimize yazdığımız Uçurtmayı Vurmasınlar filminin yönetmeni ne demişti yıllar ve yıllar sonra AKP’ye selam verirken? Filmi ruhumuzdan söküp çıkarmaya çalışmıştı yönetmenin bizatihi kendisi. Bir şairin yazdığı şiire, şarkıya, söze değer vererek yön bulur kimi insanlar. O yüzden Victor Jara’yı, Ahmet Kaya’yı, İnti İllimani’yi hâlâ bilir insanlar. Bir şarkıyla, şiirle tavır almayı hafife almayınız ve küçümsemeyiniz lütfen. Tam olarak bu yüzden öldürülür, işkence görür ya da yasaklanır şairler, şiirler, şarkılar, sözler… Neden sonra sizi sarsan şiirin şairi şiirlerini inkâr etse de o şiirle yola çıkanlar yolda olduklarını da inkâr edebilecek midir bu kolaylıkla? Yürünmüş yol yürünmemiş gibi konuşulabilecek midir? Ayaklar buna ne diyecektir? (Bahçeli’nin serzenişleri gibi mi oldu burası?) Ya zihin ne der?
Sean Penn, bir ara aforoz edilmesine neden olan kısa bir filmde Empire State Towers’ın El Kaide tarafından iki ayrı uçak ve yolcularla birlikte binaya çarptırılarak yıkılmasını yaşlı bir adamın odasına güneşin doğması ile anlattı. Mesaj açık ve net: Kim yıkarsa yıksın, “ABD-emperyalizm yıkılınca güneş doğuyor halkın üstüne.” Müebbet ya da idam cezasına neden olabilecek bir film olabilirdi bu mesela başka yönetmenler kendi ülkelerindeki politik durumlarına göre uyarlasa. Ben izlediğimde çok sarsılsam da böyle bir hikâye yazamazdım mesela. Biraz acımasız olduğunu da söylemeliyim, neyse. Ona da animasyonu yapan grafikerlere de El Kaide propagandası yapıyorsun demek de durumu anlatmazdı. Bu da komplike bir mesele. Üç bin kişi katledilmişti o binalarda ve bazıları bir kuş gibi bırakmıştı kendilerini boşluğa yanmamak için… Elbette başka bir bakış ile ABD Emperyalizm her gün buna benzer katliamlar yapıyor diye söylesek de Full Metal Jacket, Er Ryan’ı Kurtarmak gibi filmleri de geçip gitmek pek kolay olmayacak. Demeye çalıştığım başkasının kolay ama kendi katliamlarını kim konuşacak beğenmediğimiz Hollywood’daki kimileri kadar?
Yıllar önce çekilen ve kült olan Taksici filmini 14 yaşındaki oğlum dahi öğrenip baba mutlaka seyretmeliyiz diye benden izin almaya çalışıyorsa üzerine düşünmeyecek miyiz bu meselenin? Hatırı sayılır sayıda, “vakit geçirmelik” pek çok filmde de oynayan Robert De Niro’nun Trump için söyledikleri… Vietnam Savaşı sırasında bir Vietnam Kurtuluş Ordusu’na ait uçaksavarın üstüne çıkıp burada ne işimiz var mealinde konuşan Jane Fonda’yı da konuşmayacak mıyız?
Hafifsediğimiz küçümsediğimiz Hollywood’un kimi oyuncuları, senaristlerinin yaptıkları dudak bükülecek işler değil. Durduk yere hikâyeniz bitti denilecek kadar hiç değil. Hikâyeyi de elbette derdi olanlar yazıyor. Derdiniz neyse onu yazıyorsunuz hâliyle…
Farklı görüşlerden olsa da gençlerin yurt dışına gitme isteklerini sadece ekonomik olduğunu düşünmüyorum. Ne yaparsam yapayım muhakkak birilerinin “kutsal”ına çarpacak diye uzaklaştıklarını düşünebilirim de.
Eskiden “değiştireceğiz” mücadelesi sürerken şimdilerde zaten değişmiş olana, Batı’ya yolculukları görüyoruz. İlginç olansa bunun her siyasi görüşten ailenin çocuklarınca olması. Toplu bir göç yani bu aslında. Milliyetçi olduğunu söyleyen bir ebeveyn üç çocuğu için de gelecek görmediği için yurt dışına çıkmak ve vatandaşlık almak istediğini neden söyledi ki bana?
2000’li yılların başında Türkiye ile Güney Kore benzer iki ülke olarak konuşulurken Batı ve kapitalizm açısından Doğu’da bir başarı hikâyesine dönüştü Güney Kore. Gerçekten de dünya çapında markaları da var. Türkiye onlardan birine dahi sahip olsa “Dünya lideri” değil “Evrenin lideri” dahi diyebilirlerdi Erdoğan için.
Şimdilerde Batı’nın hikayesi Doğu’dan da yükseliyor yani.
Netflix’te başlayan The 8 Show dizisinden bahsediyorum. O kadar çok aranıyor olmalı ki “Güney Kore Dizileri” diye bir kategori dahi var. Artık diziler üstünden yazmasam onları Türkiye’ye bağlamasam diye düşünürken direkt Türkiye’yi çekmişler diyebileceğimiz bir dizi. Sekiz karakterin her biri bir siyasi akıma denk düşüyor. Eminim bu diziyi Nijerya’da da Almanya’da Brezilya’da da bir kişi seyretse “İşte bu bizim hikâyemiz” diyebilir…
Kapitalizm o kadar evrenselleşmiş (zaten öyleydi de…) ki herkes kendi üstüne alınabilir ve bunda haksız da olmaz.
Yeni vizyona giren İspanyol Filmi “Kurye” gibi onu da seyrettiğinizde “E bu Türkiye’yi anlatıyor” diyebilirsiniz… Kara para aklamalar, mafyalar, inşaat üzerinde yolsuzluklar ve vergi veren yurttaşlara dair hakir ve alaycı bakışın hepsi birden…
Hep dikkatimi çeken “geleneksel” Güney Kore dizisi diyaloğunu da söylemeliyim. Bir aşamada yurt dışına gitmeyi istemeyi, ülkeden bunalmışlığı ifade eden bir diyalog genelde kuruluyor ama yine de Güney Kore’den bizim kadar göç oluyor mu bilemiyorum.
Tam şu anda yakın zamanda Batı’dan fon alan iktidara yakın kuruluşların yalanlamadıkları hatta pişkince “Tabii alacağız’’ dediğini okuyorum. Ama elbette aynı kurumlara ve iktidara yakın olanlar muhalif olup bu fonları kullananları “ajan, hain” ilan ettiğini de hatırlamalıyım. Türkiye’de birilerine hain ajan dediğinizde ise onun hedef gösterip başına bir şey gelmesini istediğinizi de söylemiş olursunuz. Türkiye’de bu gibi şeyleri hafife almamalı tabii. Jane Fonda gibi, Sean Penn gibi eleştiri ile, dönemsel dışlanma ile kurtulmak kolay değil. Madımak Katliamı’nın yeni bir yıl dönümüne doğru gidiyor olduğumuzu unutayım mı… Hangi katliamı unutayım!
Burada önemli olan AB fonlarını kimin kullandığına göre cümle kurması iktidara yakın olanların. Aynı para onlara farklı bir şeyi ifade ediyor olabilir. Muhalefeti baskı altına alıp sözünü sürdürebilmesi için gerekli maddi kaynakları kesenler de yine onlar. Ola ki susarsanız da “Bakın kimse konuşmuyor, çünkü sorun yok” der yine aynı kişiler.
Medyanız olmasa, sussa ve inatla ifade etmek için bu defa sokağa çıksanız onu da yasaklamak gayet kolay yine aynı kişiler için, tıpkı 1 Mayıs’ta Taksim için yaptıkları gibi. Vaktiyle iktidarların Kürtçeyi yasaklayıp Kürtçe bilmeyen bir Kürt gördüklerinde “Bak Kürt bile Kürtçe bilmiyor, demek ki önemli bir dil değil, hatta öyle bir dil de yok!” demelerine benziyor durum. Kürtçe de ısrar edenler ise “terörist” sayılarak bugüne gelebildi. Şimdiki iktidarsa bunu da kendileri vermiş gibi konuşuyor kazanımınızı, mücadelenizi kendine yontarak.
Gerçekten de iktidar arada bir Nazım Hikmet de der bazen Ahmet Arif, bazen Ahmet Kaya da… Onun demesiyle halkın bu isimleri demesi arasında elbette fark vardır. Aynı isim başka bir ağızda başka halkın ağzında başka bir anlama gelir.
Köroğlu’nun heykeli vardır şimdi Bolu’da ama Köroğlu yaşarken bunu yapmaktır esas mesele değil mi? Buradan “heykelci” olduğum anlamını umarım çıkarmazsınız…
Ahmet Arif’i, Nazım Hikmet’i ananlar böyle bir iktidar politikası yürütemez nihayetinde. Sözler içinize işlemiyorsa bunu propaganda olarak söylüyorsunuzdur. Sözüne inanmadığınız birisinden bahsediyorsanız da propaganda ettiğinizin aslında etkili olduğunu da itiraf etmiş oluyorsunuzdur. Kimdir onlar? Yaşadıkları dönemde “değersizleştirilenler”. Türkiye sürekli yaptığının neden sonra tersini söylemek durumunda kalıyorsa biraz daha meselelerin üstüne düşünmesi gerekmez mi? O şiirleri okuyanlar Demirtaş’ı nasıl suçlayabilir mesela? Ece Ayhan’ın Meçhul Öğrenci Anıtı’nı okuyalım mı mesela? “Milletin birliği” üzerinden bugün Demirtaş’a hüküm verilse de yarın dönem değişince nüfusumuzun önemli bir çoğunluğunu oluşturan (Oluşturmayanların da tabii) “Kürt kardeşlerimizin nerede olursa olsun başına gelen kötülüklere karşı beraber durmak bu ülkenin birliğidir” denilse haksız olunur mu? Kürt, dilini, kültürünü konuşamadığında mı konuşabildiğinde mi birlik, eşitlik olur üzerine düşünmeyelim mi? Kendinizi ifade edebildiğiniz yerlerde nasıl hissedersiniz? “Bak Kobani düştü düşüyor!” dediğinizde insanlar sahiplenmiyorsa soydaşlarını ve ondan mühimi insanlığı o zaman sorun var demek değil midir? Gençler, kendilerine yemek getiren gencecik kuryeler öldürüldüğünde dayanışmıyorsa sorun var demektir… Demirtaş son savunmasında “Vasiyetimdir” diyor ve devam ediyor “Halaylarla, zılgıtlarla” kararı karşılayın diyor. Biliyor yani ne karar alınacağını. Bizim yaşamımızdan bahsediyor, kendininkinden değil. Buradan çıkamayacak olsam da bildiğiniz, aklınızdaki Demirtaş gibi öleceğim diyor. Uyarına gelirse taş maş da istemez hani demiyor sadece. Unutalım isteyenler bilmeli, o daha da kalbimizin ortasına oturuyor. Madem vasiyetimdir dedi geleceği konuşalım: 3 Haziran 63’te ölen Nazım’ı onca yıl “hain” dedikten sonra anmak zorunda kalıyorsa sağ iktidarlar yarın da Demirtaş’ı öyle anacaklar…
The 8 Show, her bir bölümünde ayrı bir karaktere odaklanıyor ve hikâyeyi biraz da onun gözünden görmemizi sağlıyor. Her bir kişi de tıpkı siyasette olduğu gibi ayrı bir görüşe-taktiğe denk düşüyor diye düşünebilirim. Ama tabii gerçek hayatta böyle olmuyor. Demokratik bir döngü yok hayatın içinde. İlla ki haksızlığa uğrayanın gözünden bakılacak ve bir gün mağdurlar muhakkak kazanacak diye kesinlik yok ama inanç var tabii o ayrı.
Dizide, tıpkı sınıfsal katmanlar gibi her kişiye kalacağı bir kat veriliyor. 1 ile 8 arasındaki bu katlar sınıfsal pozisyonu da anlatıyor. Kat 8’in bir aşamada “Hepimiz aynı gemide miyiz!” demesi gibi ilerliyor bir ana kadar her şey. Türkiye’de iktidar zora düşünce “Hepimiz aynı gemideyiz” derken orada en üstte olan Kat 8, işlerin yolunda gittiği anda “Hepimiz aynı gemide değiliz” diyor. Alt katlarda olanlarsa “Aynı gemideyiz” diyor Kat 8’e cevaben. Bu yazı da zaten bu diyalog üzerine kaleme alınmak durumunda kalındı.
Güney Kore’den Türkiye’ye aynı cümle nasıl kurulmuş olabilir? Egemenlerin ortak bir dili varken ve onlar bu dili yeniden kurup geliştirmek için yılın belli dönemlerinde buluşup, toplantılarda konuşurken, sürekli telefonlaşırken işçiler, emekçiler bunu yapamıyor. Onlar din, dil, ulusal farklılıklarıyla aynı “dili” konuşurken emekçiler aynı sebeplerle anlaşmak yerine karşı karşıya gelebiliyor. Batı’ya “Haçlı İttifakı” diyen çatır çatır aynı Batı ile buluşup, hatta bazen buluşma olmasa da “Buluşuyoruz” diye haberler salıp propaganda yaparken işçilerin bir biriyle buluşmaması için “Hans ile ne işin var!” diye düşmanlaştırma dilini de kuruyor. Bu propaganda yöntemi bir dönem HDP için de yapıldı hatırlayın. AKP, HDP ile şu ya da bu gerekçe ile buluşurken CHP, HDP ile buluşamasın diye neler demişti iktidar, unutmuş olamazsınız. Aslında demagojik olan “Hepimiz aynı gemideyiz” cümlesine biraz daha takılmalıyım. “Aynı gemideyiz!” diye cümleye başlayınca, aynı dünyadayız hatta “Aynı samanyolundayız” da diyebilirsiniz. Hepimiz insanız ve insan olmaktan kaynaklı sorunlarımız ortak da diyebilirsiniz. O hâlde yolundan dahi geçemeyeceğiniz evleri, sarayları, yaşamları, hastaneleri, okulları, masaları izah edemezsiniz.
Ancak dizide çarpıcı olan bir şey daha var, güçlenenin zayıfken eleştirdiğini yapıyor olması ve güçlendiği andaki durduğu yerin bakış açısına hızla adapte olması. Ezilen ise olduğu yerin bakış açısına aynı hızla adapte olamıyor, aksine üsttekinin bakışına yöneliyor. Dizi de buna dair etkileyici sahneler var. Birinci kattakinin 8. Kata yükselmek için mücadelesi gibi. İlkeniz olmayınca mücadeleniz de korkunçlaşabiliyor. Cümleyi böyle bir geçişle bağladım ki şimdi yine Güney Kore’den Türkiye’ye gelebileyim ve muhalifin olası iktidarı tartışmasına girerek ve elbette kimi kaygılardan bahsederek…
İmamoğlu’nun Roma gezisi ilk anda sessizlikle geçiştirilse de gün geçtikçe tartışma ve tepki büyüdü. İmamoğlu “Bu bir daha olmaz” mealinde konuşsa da kimi gazetecilerin kibir ve nefs dolu konuşmaları en azından beni irrite etti. İmamoğlu’nun Karadeniz gezisinde davet ettiği kimi gazeteciler o dönem çok tartışılmış o da ilk anda eleştirilere karşı “Vız gelir tırıs gider’ demişse de sonrasında özür dilemişti. Yerel seçimlerin kazananı olsa da hala muhalefette olması CHP ve İmamoğlu’nu eleştirmekten alıkoyuyor olabilir ama bu incelik hali de kaba yaklaşımla ele alınınca konuşmak kaçınılmaz oluyor. Gazetecilik, Faruk Bildirici’nin bu meseleye dair etkili ve mesleki ahlâk yazısıyla da iyice tartışılır oldu. Üstelik “Eleştiri yapanlar İmamoğlu’na husumet besliyor” diye de manipülasyon yapmaya çalışılınca… Bu dili, bu aklı dönem dönem iktidar medyasına eleştiri yapılınca da duymuşsunuzdur. Duymadınız mı?
Kimseyi saf, anlamaz yerine koymamalı, bir yere çağırılmak bir şeyi, çağrılmamak ise elbette başka bir şeyi ifade eder. Çağrılanlar ve çağrılmayanlar kadar bunu halk da çok iyi bilir. Mesela Soylu ile pek çok kişinin fotosunun olması diğer bakanlar ile çok daha az olması onun pratik gücünden de, fotoğrafın işlevselliğinden de geliyor olmalıydı, değil mi? Nebati’nin Erdoğan’la kareye girmek için Yıldırım’a karşı verdiği uğraş biraz komik biraz utanç vericiydi ama bir gerçeği de anlatmıyor muydu? Orda olan burada olmaz mıydı? Neden olmasındı! Ne demişti bir gazeteci Roma gezisi için “Çünkü neden gitmeyeyim!” Haklıydı(!) Bu fotoğraf verme işine kimi siyasetçiler daha çok seviliyor ondan da diyebilirsiniz isterseniz tabii. Ki bazı siyasi kişiler için gerçerlidir de bu gerçekten. İmamoğlu’nun yolda görüp selfie çekmek ile İBB bütçesi ile gidilen Roma’da selfie çekmek aynı değildi tabii. Buyurun komplike bir mesele daha…
Uzun yazıyorum farkındayım ama X’in uzun yazma hakkı için para aldığını da unutmayınız rica ederim. Bu bir ayrıcalık kapitalizmde: Çok yaz, çok konuş… Bu önemli olduğu için para alıyor ya…
Diziyle tamamlayayım bu bölümü: Herkes yaptığı hatayı, kötülüğü bulunduğu katın, yani sınıfın zorluklarına dayandırıyordu…
Öfkemi biraz serbest bırakarak yazıyorum. Roma Gezisi’nin yapılış biçimini eleştirenlerin İmamoğlu’na özel husumeti vardır diyerek bir cephe de kurulurken ayrıca demagoji de yapılıyor. Oysa konu bir gazetecinin şucu ya da bucu olması, hatta propagandasını yapması beni ilgilendirmez bunu tüm halkın parasıyla yapması ilgilendirir ama…
İBB tüm halkınsa bazı gazeteciler çağırılıp bazıları çağrılmıyor da olamaz bittabii… (Ancak kurumlar kendi bütçeleriyle bu işleri yapsa bu tartışma da olmaz iktidar hariç kimse de gazeteci gönderemezdi muhtemelen).
Kürt basınından bir gazeteci dahi orada var mı, Kürtlerin oyu da mı yok İstanbul’da! Kürt, Roma’yı da görmesin! “eni çağıran onu niye çağırmasın: Kürt, senden daha mı az muhalif, daha mı az değerli! İddia ederim Kürt medyası çağrılsaydı ya kendi bütçesiyle gider yoksa da gitmezdi…
İlginç olansa kimi gazetecilerin Roma Gezisi’nden sebep haber yaptıklarını da argüman olarak söylemesi. Yok bir de yapmasaydınız… (Yapmayanlar da var ama biliyorum, görüyorum) Neyse, bu siyaset yapma biçimi iktidardan geçmedi bence: İktidar da kimi muhalifler de aynı yerde (kibir, hakir görme ve üstten konuşma) buluşuyor güçlenince. Olan bu…
Sürgün ve baskı politikaları olmasa Kürt Roma’yı da ve hatta Paris’i de Londra’yı da görmezdi belki de. Keyfe keder görmek başka tabii. İyi ama İstanbul’u bize biraz da Kürt göstermedi mi son iki yerel seçimde mesela? Hah tabii ya. Belki 90’lardaki koy boşaltmalar olmasa İstanbul’u da görmezdi Kürt. İyi ama Kürt ve onun en büyük partisi ilkelerle bugüne gelmese bugünü de sen görebilir miydin?
The 8 Show’da bir karakter çok vicdanlı olsa da bazen aklıyla bazen duygusuyla ama iki ayrı “iktidar dönemi”nde de pozisyonunu koruyor. Solculukla hiç alakası olmayan 6. Kat ona şöyle diyor: Tatlı su solcusu. Solcu olmayanın dahi solculuk kriteri aradığı bir an bu…
Dizide en üstte olan 8. Kat artık para kazanmanın ötesinde biraz da intikamla karışık keyif için alt kattakilere işkence yaparken içindeki “sanatçı” pöskürüyor ve resim yapmaya başlıyor ama “Ne var, bunu ben de yaparım’’ demiyor Kenan Evren gibi. Neyse ki bu dizide o resimleri satın alanlar da yok.
Yaşlanmak her zaman olgunlaşmak anlamına gelmiyor her ihtiyar heyeti erdemli olmuyor. Aksine yaşlandıkça çiğleşebiliyorsunuz da. Yaşlandıkça güçle ilişki kurmaya çalışan ve vaktiyle sevdiğimiz sanatçılarda gördüğümüz hüzün verici durum sadece para ile de izah edilemez bana kalırsa. İlkesizlik, ideolojisizlikle bezenmiş hırs ve etkili olmaya devam etme diyebilirim belki. Her ezilen günün birinde iktidar olduğunda zayıfın ne yaşadığını bilse de umursamıyor olabilir. Hatta ben çektim sen de çek diye daha da gaddarlaşabilir. Kim “Ben kötü olayım, kötülük yapayım!” diye hayata başlar ki…