Öykünün kalbinde hayat bulan kalemlerin ruhu başka oluyor. Onlar, yoğun çalışma yaşamının girdaplarında sürüklenirken hepimize ilham veriyorlar. Özellikle de yazmak isteyen, öyküde yaşam bulmak isteyenler için… Tuğba Gürbüz işte o yazarlardan. Önceki yapıtları “Lodos Çarpması” (2015) ve “Kendisiymiş Gibi” (2020) adlı öykü kitapları Notabene Yayınlarından çıkmıştı. Çocuklar için yazdığı öyküleriyse “Pelin ve Küçük Dostu Karamel” (2021) adlı yapıtta topladı. Tuğba Gürbüz’le Klaros Yayınları’ndan çıkan yeni öykü kitabı “Geçmiş Zaman Çileleri”ni fırsat bilip yazarlığını, öyküye ve edebiyata bakışını konuştuk:
Sevgili Tuğba, bize kıymetli zamanını ayırdığın için teşekkür ediyoruz her şeyden önce. Bu söyleşide “Geçmiş Zaman Çileleri” odağımız olsun ama odağımızdan hiç ayıramadığımız hayat da sohbetimizde kendi yerini alsın dilerim. Sen yazarlığının yanı sıra bir hekimsin. Kadınlık, annelik, hekimlik ve diğer kimliklerine eklenen yazarlıkla birlikte hayatında neler değişti? Bunu, yazmayı çok seven bir öğretmen olarak sormak istiyordum hep. Yazıyla hep ilgilenmekle bu kimliklerinin yanına gerçekte de eklenen “yazar” kimliğine evrilen sürecin hayatına etkilerini nasıl açıklarsın bize? Eminim yanıtını okuyan birçoğumuz tatlı tatlı ilham alacağız.
Övgü dolu sözlerin ve davetin için teşekkür ederim. Sorunu yanıtlamak için önce yazar kimliğine yakından bakmak gerek. Yazar kimliği ya da etiketi diyelim, bir onayın ardından geliyor. Birtakım otoriteler sizi onaylıyor. Yazılarınız, öyküleriniz, kitaplarınız basılıyor. Ama bu bir sonuç. Yazma eylemi çok daha gerilere dayanıyor. Dolayısıyla yazarlık daha çok “sürdürmek” ile ilgili bana kalırsa.
Kimse sizin yazdığınızı bilmezken, yazdıklarınızı yayımlamakla ilgilenmezken dahi yazmayı sürdürmek için boş bir sayfa, kalem, klavye, ilginç tanıklıkların ötesinde bir şeylere ihtiyaç var. Yazmayı tutkuyla sevmek, şartlar müsait olmadığında (diğer kimlikler çok talepkâr iken) bile kendiliğinden buna alan açmak, başka türlüsünü düşünememek, yazmak için eve kapanmaktan yüksünmemek, kendi başına olmaktan keyif almak gibi şeyler. Dolayısıyla ilk kitabının yayımlanmasını hayal eden yazar adayıyla dördüncü kitabı yayımlanan yazarın yazma ve yaşam dinamikleri aynı. Tek fark, yazdıklarınızla duygulanan, düşünen okurların varlığı ve onların seslerini, yorumlarını duyma ihtimali.
Kitabının ismi “Geçmiş Zaman Çileleri”. Kitaba ismini veren öykünde, çekilen derdin acısının yıllar geçtikçe daha çok can yaktığına işaret ediyorsun. Bu bir büyüme hikâyesi. İçinde hiç dinmeyen bir acıyı da barındırıyor. Ama bir yandan sonunda “Keşkelerden, acabalardan örülü geçmiş zaman çilelerini yokuş aşağı bırakıyorum.” diyor öykünün kahramanı. Öyküyle ilgili çok da ipucu paylaşmadan sormak istiyorum. Acı verenin kaybı, daha büyük bir yaranın habercisi değil midir?
Bu, öyküde yer almayan, değinmediğim, atladığım bir bilgi. Ancak tüm metinler, özellikle de kısa öykü, yazarın içeriye aldıkları kadar, bilinçli olarak dışarıda bıraktıkları, ima ettikleri ile var olur. Hemingway’i haklı çıkartan bu soruyu yazarı değil hikâyenin kahramanı yanıtlamalı bence. Onunla söyleşme şansımız yok. Yanıtı eylemlerinde arayacağız o hâlde. Öyküde geçmişin, geçmişte yaşananların dününü, bugününü kararttığını, geleceğini de etkileyeceğini fark eden yetişkin bir kadına bakıyoruz; babasının cenazesiyle beraber geçmişin cenazesini de kaldırma yürekliliği gösteren bir kadına. Yara hâlâ orada ama kahramanın dikkati artık bütünüyle orada değil. İlgisiyle, dikkatiyle onu beslemeyi bıraktığı için, buna niyet ettiği için kuvvetle muhtemel yarını, dünden ve bugünden farklı olacak.
Babalar, edebiyatta popüler. Hayatlarımızda genelde “beceremedikleri”yle anılıyorlar. Baba mefhumu senin öykülerinde de önemli bir yer edinmiş görünüyor. “İksir” adlı öykünü okurken o küçük çocuğun yerine kendi kalbimi koydum ve paramparça oldum. “Sıvışmak İstiyor” adlı öykünü düşündüm sonra. “Tanıdığı tüm babalar bir şekilde ailesinden sıvışmak istiyor.” diyen anlatıcın öfkeli mi, kırgın mı, isyankâr mı, hesap mı soruyor? Senin karakterlerinin babalarıyla meselesi tam olarak nasıl bir yerden cereyan ediyor?
Eduardo Galeano “Kutsal Aile” başlıklı kısa ama yoğun denemesinde babayı cezalandırıcı, anneyi fedakâr, kızı itaatkâr, eşi dilsiz olarak nitelendirir. Çünkü Tanrı böyle emretmiştir, gelenek böyle öğretmiştir, yasa böyle mecbur kılmıştır. Galeano’ya göre, dün bugünün istikametidir, yaşanan her şey yaşanmaya devam edecektir. Bununla beraber bütünüyle umutsuz da değildir. Herhangi bir yuvanın duvarına birisinin “Ben nefes almakla yetinmek istemiyorum. Ben yaşamak istiyorum,” sözlerini karalayabileceğini anımsatarak bitirir denemesini. Hakkında yazdığım kahramanların, geçmişin izinin ya da Galeano’nun deyişiyle zorunlu istikametinin yol açacaklarını fark etmesini, itiraz etmesini, yetinmek ve kabullenmek yerine seçim yapma güçleri olduğunu algılamasını, bu uğurda eyleme geçme arifesinde olmasını hayal ettim. Öykülerin durağan ve sabit (değişmez) görünürken dahi okurla buradan konuşmasını istedim. Onlar değişmese, anlamasa bile biz anlasak, değişmeye, iyi olmaya cüret etsek fena mı olur?
Kitapta öyle bir öykü var ki kadın karakteri sessizliğe bürünmüş ama kendiyle konuşmayı bırakmamış. Zaten sanki sadece kendiyle konuşabiliyor gibi. Onun iç konuşmaları yolumuzu pişmanlıklara, hayal kırıklıklarına çıkarıyor. Fiziksel bir sıkışıklıktan yola çıkarak ruhun sıkışıp sıkışıp nefes dahi alamamasını anlatıyorsun. Bu sıkışıklıklarla muhatap olan özne ise kadın. Bu öznenin yarattığı edebiyatın etkisi hakkında ne düşünüyorsun? Bir kadın olarak başka dertlerle, meselelerle yazdığını söyleyebilir misin?
Toplumun bir kadın ferdi olarak kadının toplumla çatışması, kendiyle çatışması, ataerkil toplumun kadınlar üzerindeki etkileri ister istemez sızıyor satırlara. Başka türlüsü de mümkün değil galiba. Edebiyat genel olarak insanı ve yaşamı anlatsa da kadın yazarlar olarak kadın diliyle kadınları, kız çocuklarını, onların yaşadıkları zorlukları, sevinçleri, umutları, hayalleri yazmak, dilin cinsiyetçi ve ayrımcı kullanımlarından kaçınmak, kadınlara yönelik basmakalıp yargıları sorgulamak, farklı kadın deneyimlerine yer vermek, kadınların seslerini daha güçlü şekilde duyurmak gibi bir sorumluluğumuz da bulunuyor.
Son olarak kullandığın dilin mizahına değinmek istiyorum. Çok ciddi bir meseleyle boğuştuğumu düşünürken yer yer tam o anda güldüm de… Ben böyle bir tarzı çok samimi buluyorum çünkü hayatın da biraz böyle yaşandığı ortada. İnişli çıkışlı, ağlarken gülerek, gülerken aslında dertlenerek geçiyor zaman. Ölümlü olmanın zaten ömrümüz boyunca unutamayacağımız bir hüzün taşıdığını düşünenlerdenim. Gülmeyi unutmamak için gösterdiğin bu samimi ve doğal çaban, umuda göz kırptığının bir göstergesi mi?
Öykü, insana, topluma eleştirel bir dikkatle bakma, yaşamın içindeki tezatlıkları gösterme sanatı bana göre. Aktardığı küçük kırılma anlarının içinde çatışmalar, karşıtlıklar yer alıyor. Mizah ve gülmece de kaynağını tezatlıklardan aldığı için özellikle güldürmeyi amaçlamasam da okur kendi yaşam tecrübesi ve algısı doğrultusunda bu tezatlıkların içerisinden kendi gülmecesini çıkarıyor galiba, ama kahkahayla, ama buruk bir gülümsemeyle…
Söyleşi: Evrim Sayın