Dilek, kocaman, sarılmalı bir merhaba! Ben üniversitedeyken seni tanıdığımda sende gördüğüm, hayata karşı güçlü ve sert bir tavırdı. Bu tavrına bayılmıştım. Öyle büyük büyük öğütler hiç duymadım senden, hep o anda sadece birlikte var olmaya özen gösteriyordun sanki. Yaşsız hissettiriyordun, tahmin ediyorum ki sen de yaşsız hissediyordun. Hissettirdiklerin içinde en çok bunu seviyordum, seninle sohbet hep çok keyifliydi ve fazlaca matraktı. Şimdi konuşacağımız zemin biraz farklı olsa da o sohbetin tadına erişeceğime kendi adıma eminim. İlk kitap heyecanına ortak olmak istedim, umarım senin için de keyifli bir sohbet olur. Şimdiden bize vakit ayırdığın için çok teşekkür ediyor ve başlıyorum.
İstanbul’la başlamak istiyorum. Valeria Bunu Anlayamaz‘da İstanbul’un kapladığı alan çok geniş. Bir İstanbul nostaljisini tercih etmeden İstanbul’un fotoğrafını çekiyorsun. Gittikçe karmaşıklaşan trafiği, kepçenin daimiliği ve kentsel dönüşüm garabeti… Çektiğin fotoğraftaki gerçekliğe rağmen, her şeye rağmen, sence İstanbul’u edebiyat özelinde önemli kılan ne?
İstanbul dendiğinde aklıma sevdiğim her şeyden bir parça geliyor. Eminim ki bu şehri soluyan birçok insan için de böyledir. Sonsuz esin kaynağı olarak görüyorum. Tıkandım diyen biri en yakın sahile gidip boş boş denize baksa, rastgele bir çay bahçesine otursa hikâye değilse de çekirdeği gelir. Bana göre İstanbul’un kendisi kocaman bir hikâye. Benim de bu ülkede yazan birçok insan gibi doğduğum, içine bir dünya kurduğum, uzaklaşmak durumunda kaldığımda dönüşüne gün saydığım, âşığı olduğum yer. Gitgide tipsizleşen evlerinden, yavaş yavaş dışına sürüldüğümüz merkezlerinden kopuşla, trafiğinde saç yolduğumuz zamanlara kadar yaka silktiklerimiz de bu sevdaya dahil tabii. İstanbul bir günde insana bildiği bilmediği bütün duyguları yaşatabilir. Benim için evvela bu çeşitliliğidir, zamansızlığıdır. Sürprizi bitmez. Memleketin değişimini örneğin Beyoğlu’nda yürürken görebiliriz ki öykülerde de bu görünür. Dünyanın çoğu merkezini bir vesileyle adımlayarak gezmiş biri olarak diyebileceğim, İstanbul’dan daha fazla âşık olunmayı hak eden bir şehir yok bana göre. Kusurları doğal değildir, kötü yönetimlerle icat edilmiştir ve ülkenin en berbat icatları da İstanbul’un örneğin mevcut meydanları, betonlaşması olabilir. Edebiyatta hikâyenin içine yerleştirildiği, atmosferin etrafına örüldüğü mekânlara ev sahibi olarak tercih edilmesi çok anlaşılır geliyor bana bu yüzden. Zihnimde köklenmiş yeriyle benim hikâyelerime de sızmasını da aynı nedenlerle doğal buluyorum.
Öykülerinde kadın karakterler kalabalık. Ben bu kalabalığı çok sevdim. Hatta zihnimde, hepsinin birbirinden haberdar olduğunu ve ben kitabı kapattıktan sonra sıklıkla toplandıklarını döndürdüm. Hayal bu ya! Senin kadın karakterlerin suskun gibi görünse de cesurlar, adım atmak için doğru zamanı bekliyorlar ama doğru zaman geldiğinde de isyanını yüksek sesle ilan ediyor hepsi. Umut cesarette mi yoksa doğru zamanı beklemekte mi?
Kadın öyküsü yazarken kendi sesimi kısmakta epeyce zorlandım ben. Gerçek ya da kurgu kadınları birbirine yaklaştıranın ortak deneyimleri olduğunu düşünüyorum. Soruna gelirsem, umut delice olmayan bir cürette diye cevap verebilirim buna sanırım. Karakterlerin kimi harekete geçene kadar epeyce beklemiş, kimi sıkıştığı yerde kalmış. Gününü bekleme meselesinin derinine indiğimizde, yoğun oranda onun da sınıfsal olduğunu düşünüyorum. Yola çıkalım demekle çıkılamayabiliyor. Kentli, eğitimli, işi gücü, ekonomik özgürlüğü olan kadın çekip gidebiliyor, köydeki kalıyor, olduğu yerde yıllarca aynı hayali kurmaya devam ediyor. Hayatta gün bugün. Bekleyerek gelecek bir doğru zamanın varlığına pek inanmıyorum. Hayatın her zaman başka planları olabileceğini artık bilecek yaşa gelmekten de olabilir. Uygun zamandan bahsedilebilir belki. O da aslında karar verdiğimiz anda oluşuyor. Karakterlerin bir kısmı çok beklese de gidemiyor örneğin ama hep gitme arzusunda. Uzunca dayanıp bir günde gidenler de var. Gidebilmek için cesaret genelde gerekse de tek başına bu her zaman yetmiyor, ilk adımdan sonrası var bir de. Dışımızda etkileşim içinde olduğumuz bir dünya var. Kadın gitse de çocuk affetmiyor “Live is Life” öyküsünde örneğin. Tercihlerin bedeli var, insanı yoldan alıkoyabilir ama bir de artık isyan edilen bir an var. İsyan birikimdir, bir anda ortaya çıkmış görünse de aslında uzun yoldan gelir.
Sınıflar öykülerinde çok belirgin. Sınıf kininin sesini duyurabildiği öyküler bunlar. Örneğin, “Kara Murat” adlı öykün. Bir fabrikada ihmaller sonucunda hayatını kaybeden arkadaşlarının ölümünü sorgulayan, bu olayın izini süren karakterler konuşuyor okurla. İşçilerin gür sesi edebiyatta yankılandığında o ülkede neler aynı kalmaz?
“Kara Murat” kitaba giren en son yazdığım öykü. İşim gereği neredeyse her rolden, her renk yakalıyla çalıştım, çalışıyorum. İşçinin dilini, dünyasını, ofiste, fabrikada hayatın neye benzediğini gözlemleme şansım oldu. İş kazası gibi görünen, gösterilmeye çalışılan cinayetlerin, örneğin avukatını hapsedip patronunu saldıkları maden katliamlarının ülkenin ve her birimizin tarihinde acı dolu bir yeri var ve yazılmalı. Kara Murat’a dönersek, hikâye fikri çok önceden kafamda dolaşmaya başlamıştı, parça parça ördüm, yolda bambaşka bir hal aldı. Sonrasında başka işçi öyküleri de karaladım, etlendirebilirsem çok istiyorum çoğaltmayı. Edebiyattan meydanlara, işçinin sesi daha gür çıkabilse çok şey değişebilir. Edebiyatın bunu doğrudan yapabilmesi mümkün değil bu arada. Bunun doğalında hikâyeye girebilmesi murat edilebilir. Bunca dünya ağrısına katlanacak gücü de zaten bu ihtimallerden bulmuyor muyuz? Hayat mı önden gider edebiyat mı tartışması bitmez malum. Edebiyatın hayatı yanına çağırabileceğine inanıyorum ben. Elbette tuttuğumuz günlük değil edebiyat hanesinde yer alabilecek metinler ise.
“Kiraz Güzeli” adlı öykünü okurken gidişatı tahmin edebildiğim noktaya geldiğimde kalbimde, en derinimde hissettiğim acı beni zorladı. Eski zamanlara gittikten sonra günümüze döndüğünde hiçbir şeyin değişmemiş olmasına içerliyorsun sanki. Gezi’ye selam vermeyi unutmamışsın. Peki her şey gerçekten aynı mı kaldı? Hiç mi bir şey değişmedi? “Kimse polisten bilmedi.” diyorsun öykünde, bir kitapla bunu haykırıyorsun. Bunun bir haykırış olduğunu düşünüyor musun sen de?
Yazarken zorlayan, okurla beraber beni de çok hüzünlendiren bir öykü “Kiraz Güzeli”. Geçenlerde arkadaşlarla bir yemekte oturuyoruz. Doksanlarda üstümüze kapıyı kilitlemişler de içerde kalmışız gibi sanki dedim, şakayla karışık. Dünya dönüyor devran dönmüyor memlekette diyorum ben buna. Karakterin, “Ben bile kendimden bildim bazen, kimse polisten demedi” derkenki isyanı aslında o kabullenişe. Bugünün cehennemini kuran bu suskunluk, göstere göstere başa gelene “Allah’tan” demek, ses çıkarmamak. İtirazı olan herkes aynı anda ayağa kalksa o zaman değişebilir bir şeyler. Bu öyküyle Gezi’ye selam verebildiğime mutluyum. Biz o meydanlarda çok kayıplar verdik. Beyazıt, Taksim, bunlar tarihimiz bizim. Bugün hâlâ bir Twitter mesajıyla insanlar hapsediliyor, neyle suçlandığını bile bilmeden akıl dışı suçlarla güneşinden koparılıyor, Can Atalay’ın vekilliği düşürülüyor, Demirtaş, Kavala dört duvar arasında yıllarını geçiriyorsa bu sonucun masumları diyemeyiz kendimize. Herkes başkasına kızar bizde, aynaya bakmaz. Ben Kadıköy’de yaşıyorum, hafta sonu kalabalık oluyor, hâliyle. Gidecek başka yer bırakmadılar çünkü. Herkes yanından geçene kızıyor, niye geldi diye. Ben de susulacak günde bağırmayana sitemle soruyorum hep, sen niye gelmedin.
Son olarak kitaba ismini veren “Valeria Bunu Anlayamaz” adlı öyküne dizeceğim meraklarımla bitirmek istiyorum. Annelik, beden algısı, taşıyıcı annelik gibi zor konuları bir nevi tartışmaya açıyorsun. Öykünün çok başındayken distopik bir evrenle karşı karşıyayım sanmıştım ama ilerlediğimde öyle olmadığını anladım. Yoksullukla başa çıkmaya çalışan kadının karşısına türlü engellerle dikilen erkeğin yıkıcı rolüne dair eklemek istediklerin olur mu? Bu yıkıcılık, kadın yazınında kendine nasıl bir yer buluyor?
En uzun sürede yazdığım, dilini kurmakta en çok zorlandığım öykü “Valeria Bunu Anlayamaz”. Kitapta yer alan öykülerden biraz farklı bir yere koyuyorum. Daha soğuk bir dille yazılmıştır örneğin, bilinçli bir tercihle. Hikâyesi benim için yabancıydı. Taşıyıcı annelik konusu ilk defa okuduğum bir haberle radarıma girmişti. Sonrasında üstüne çok düşündüm, okudum, izledim. Yoksulluğun, çaresizliğin pençesinde, hikâyede böyle, üçüncü dünya ülkelerinden kadınların bedenlerinden bir parçayı satması, bedenini kiralamak durumunda kalması, bunun için geride evini barkını bırakması, aylarca kendi çocuğundan uzak kalması, dilini bilmediği bir yere doğru bir dolu bilinmezlikle riskli bir yolculuğa sürüklenmesi, bu çaresizlik çok etkiledi beni. Öyküde karakter daha çok kendiyle konuşuyor çünkü konuşacağı biri yok. Erkek dünyasına kurulu bu düzeneğin parçası değil, nesnesi kadın. Müşteri erkek, başına dikilen bekçi erkek, çoğunlukla hekimler de erkek. Kadının orada bir yeri yok. Tanrı gibi patron da erkekti diyerek kendi kendine usulca isyan ediyor. Erkeğin yıkıcı rolünün detayına girersem hikâyenin heyecanı bozulabilir. Sadece şu kadarını söyleyebilirim belki, erkeğin planı sadece kendini içeriyor, öyküde böyle. Yazan kadınlar hayatta da farklı biçimlerde gördükleri bu yıkıcılığı, kadını ve beklentilerini yok sayan bu düzeni karşısına alarak yazıyorlar birçok başka güçlükle beraber. Erkeklik erkeğin kendisi dahil edebiyatta, sokakta, fabrikada her yerde kadınlar ve herkes için başlıca mücadele alanlarından biri olarak görülmeli diye düşünüyorum. Edebiyat da yüklenilmiş bir görev olarak değilse de hayatın doğal akışında kendiliğinden buralarda gezinmeye çıkacak diye umuyorum.