Dünya genelinde göçmen ve mülteci karşıtlığı günden güne artıyor. Ülkelerin göç politikalarında değişiklikler yaşanıyor, göçmenler toplumun “ötekileri” olarak kriminalize edilmeye çalışılıyor.
İngiltere’nin düzensiz göçmenleri Afrika ülkelerine geri gönderme kararı Batı’da göçmenlerin ne tür problemler yaşadığının somut bir örneği olarak ön plana çıkmıştı. İngiltere Başbakanı Rishi Sunak, kararı “Ulusal güvenliği önceleme” söylemiyle savunmuştu.
Türkiye’de de göçmen ve mülteci karşıtı söylemler hem siyasette hem de toplumun önemli bir kesiminde günden güne yayılmaya devam ediyor. “Hudut namustur” vurgusu bu bağlamda öne çıkan tutumlardan biri olarak kayda geçmişti.
Geçtiğimiz günlerde, Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı (BAYETAV) tarafından yürütülen ve Türkiye’deki mülteci karşıtı söylemleri ele alan “Türkiye’de Mülteci Karşıtı Söylemler: 2020 Sonrasına Dair Karşılaştırmalı Bir Okuma” isimli bir rapor yayımlandı. Biz de raporun yazarı Zeynep Özen Barkot ile Türkiye’de mülteci karşıtı söylemleri ve raporun içeriğini konuştuk.
Türkiye’de mülteci karşıtı söylemler hangi başlıklarda ortaya çıkıyor?
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de mülteci karşıtı söylemlerin en önemli payandasını göçün kriminalizasyonu oluşturuyor. Mültecileri mütemadiyen suçla ilişkilendiren bir söylem ve temsil politikasının egemen olduğunu görüyoruz. En basitinden adli bir vakada faili etnik kökeniyle ilişkilendirerek sunmak, mültecileri politik, sosyal ve kültürel bir tehdit olarak tanımlamak ya da haklarında spekülatif haberler yapmak bunun göstergesi. Medyanın bu konudaki tavrı maalesef ortada. Ama göçün kriminalizasyonu sadece bunlarla kalmıyor; aynı zamanda ceza hukuku mekanizmalarına ve oradan türetilen söylemsel unsurlara başvurulması anlamına da geliyor. Göçmenleri/mültecileri disipline etmenin, dışlamanın ve sınır dışı etmenin bir yolu olarak, tedbir uygulamaları olağan bir uygulamaya dönüştürülüyor. Düzensiz geçişlerin uluslararası hukuka aykırı şekilde cezai işlemlere tabi tutulması bunun en açık örneği. Sistematik şekilde bu uygulandığında, yerleşik halk ile mülteciler arasında bir bağın kurulması daha en başından ketlenmiş oluyor.
Bunun dışında mülteci karşıtı söylemlerin, onlar haklarında geliştirilen dezenformasyon ve ayrımcı söylemlerle de ilerlediğini biliyoruz. Etnik ırkçılık kadar kültürel ırkçılık da işliyor burada. Maalesef güç kazanmak ya da taraftar toplamak adına bu söylemler belki de her zaman var olacak. Burada önemli olan, bu söylemlerin önüne geçecek engelleyici mekanizmaların inşa edilmesi. Mülteci karşıtı söylemlere yönelik cezai bir yaptırım olmadığında, aslında buna zemin hazırlanmış oluyor.
“MÜLTECİ TOPLULUKLAR ÜZERİNDE BASKI ARTIYOR”
Siyasi iktidarın mülteci meselesine yaklaşımında öne çıkan ana temalar neler?
Öncelikle AKP mülteciler konusunda çizgisel bir politika izlemedi, toplam 13 yıldır kendi politik çıkarlarına uygun olarak bazı kırılma noktalarıyla birlikte zikzaklar çizerek ilerledi. Örneğin 2013 yılında Suriyelilere yönelik uygulanan açık kapı politikasının “AKP Türkiye’sinin stratejik üstünlüğü” söylemiyle kurulduğunu, 2016’da imzalanan Türkiye-Avrupa Mutabakatı’nın ardından mültecilerin giderek bir koz olarak kullanıldığını görmek mümkün.
Ancak 2019 sonrasında siyasi iktidar göç politikasında yeni bir eşik atladı: Pazarkule vakasının gösterdiği üzere, AKP mültecileri araçsallaştırma konusunda en radikal kararları alabileceğini kanıtladı ve “yalnız bırakılan Türkiye” temasıyla mülteci krizinin sorumluluğunu Avrupa’ya ve uluslararası mekanizmalara yükledi. Bu da bizi söylem ve uygulamalarda ikinci kırılma noktasına getiriyor. 2019 sonrasında siyasi iktidar, Göç İdaresi Başkanlığı’nın resmî sitesinde de belirtildiği üzere “Düzensiz Göçle Mücadele Eylem Planı”na geçti. Bu tarihten sonra gerek belgesiz göçmenlere gerekse de geçici koruma altındaki Suriyelilere yönelik güvenlikleştirici bir rejime geçildiğini ve genel olarak mülteci topluluklar üzerindeki baskının arttığını görüyoruz. Bir bakıma iktidarın söyleminde Türkiye’de kriz yok, çünkü kitlesel göç hareketleri kontrol altında. Dolayısıyla bu araştırma, iktidarın mülteci dostu bir politika izlediğine yönelik genel kanının tam tersi verilere sahip.
Düzensiz göçle mücadelenin kapsamı nedir? Bu, siyasi iktidarın hangi söylem ve uygulamalarına yansıyor?
Siyasi iktidar düzensiz göçle mücadele eylem planını, 2019’dan bu yana giderek sınır dışı uygulamalarıyla hayata geçiriyor. Öyle ki, 2013’te mültecilere kucak açtığını söyleyen AKP, 2022’de dünyada en fazla sınır dışı kararına imza atan ülkelerden biri olmakla övünür hale geldi. Yaptığım mülakatlarda verilen örnekler çok çarpıcıydı; örneğin, karakola tanık olarak çağrılmak ya da bir kavga sırasında yoldan geçmek bile sınır dışı edilmek için gerekçe gösterilebiliyor. Elbette en önemlisi şu; geri gönderme ilkesini çiğneyen bu kararlar, çoklu insan hakları ihlâllerine neden oluyor.
Sınır dışı kararlarına baktığımızda, burada temelde iki eksen var. Bir tanesi ulusal güvenlik, diğeri de kamu düzenini koruma adı altında sürdürülen denetim söylemi. Ulusal güvenlik vurgusu, daha çok Doğu’da, Kürt nüfusunun yoğunlukta olduğu bölgelerdeki sınır geçişlerinde hâkim olurken, asayiş ve kamu düzeni eksenli denetim söylemi daha çok kent yaşamında mülteciler üzerinde baskı kurmak, deyim yerindeyse onları görünmez kılmak ve gettolaştırmak yönünde ilerliyor.
“İRONİK BİR DURUM SÖZ KONUSU”
Muhalefetin mülteci meselesine yaklaşımında öne çıkan temalar ve bu temaların siyasi etkileri nelerdir?
Keşke bu konuda olumlu bir manzara çizebilsek. Durumun vahametini araştırmaya katılan bir katılımcının sözleriyle şöyle özetleyebilirim: “Dünyada muhalefetin mülteci karşıtlığı yaptığı tek ülke sanırım Türkiye”. Yine de burada muhalefeti kendi tayfı içinde, farklılıklarını gözeterek konuşmak iyi olur. Ana muhalefet de mültecilere benzer bir araçsallaştırma ile yaklaşıyor. Mülteciler son derece kırılgan bir noktada duruyor, gönüllü geri dönüş dahil olmak üzere geri gönderme temelli söylem mültecilerin kendi içlerine daha çok kapanmalarına neden oluyor. Siyasi iktidara getirilen eleştirilerde ise daha çok açık kapı politikasının hedef alındığı görülüyor ve bu konuda denetim eksikliğine vurgu yapılıyor.
Burada göreceğimiz gibi, hayli ironik bir durum söz konusu: Aslında ana muhalefet, şu anda siyasi iktidarın hayata geçirdiği güvenlikçi söylem ve uygulamaları kendi politikası olarak sunuyor, siyasi iktidar da gerek denetim rejimi gerekse de mültecilerin konumlarını belirsiz bırakması bakımından mülteci karşıtlığına zemin hazırlıyor. Dolayısıyla siyasi iktidar ve ana muhalefet bugün birbirini ikiliyorlar. Uzlaştıkları tek konu mülteci politikaları, ya da buna göç alanındaki politikasızlık demek daha doğru olur.
Sol demokrat ya da sol eğilimli siyasiler açısından ise mülteci meselesi maalesef mesafeyle yaklaşılan, neredeyse mayınlı bir alan. Kendi parti programlarında yer alsa bile sivil toplum bileşenlerini bir araya getiren, ortak stratejiler geliştirmeye yönelen bir politikanın onlar tarafından da zikredilmediğine tanıklık ediyoruz.
“DAHA FAZLA ADIM ATMALIYIZ”
Mülteci karşıtı söylemlerle mücadelede hangi politikalar ve stratejiler önerilebilir?
İzmir’de göç alanında çalışan sivil toplum aktörleriyle yaptığım mülakatlarda mülteci karşıtlığının onların kendi çalışmalarını da etkilediği, kimi zaman bu söylemlerin fiziksel tehdide dönüştüğü belirtildi. Bu anlamda mülteci karşıtı söylemler, en başta mültecilerin onurlu ve insan haysiyetine yaraşır bir hayat kurabilmelerinin, ama aynı zamanda mülteci haklarını savunabilmenin de önünde bir engel oluşturuyor.
Bu söylemlerle disiplinler arası bir yaklaşımla, çok aktörlü ve çok yönlü bir süreçle mücadele edilebilir, o nedenle tek bir alan ya da aktörden söz etmek çok zor. Yine de araştırmada iki önemli mücadele alanı kendini gösterdi. Bunlardan ilki, vatandaşlık meselesi. En azından sosyal demokrat-sol tandanslı muhalefetin tüm bileşenlerinin artık yüksek sesle “Bu insanlar 13 yıldır buradalar ve gitmeyecekler” demesi gerekiyor. Bunu takiben de bir aradalık esasına dayalı, uzun vadeli, adil bir entegrasyon programının oluşturulması gerektiği belirtiliyor
İkinci mücadele başlığı ise yeni emek stratejilerinin kurulması yönünde. İktidarın güvencesizlik ve sömürüye dayalı istihdam politikasını ifşa eden, Türkiyeli ve mülteci emekçilerin sorunlarını ortaklaştıran ve her iki grubun da sorunlarını dinlemeye açık olan bir emek mücadelesi, aynı zamanda ayrımcılıkla mücadelede de önem taşıyor. Burada siyasiler, medya ve sivil toplum örgütleri kadar yerel yönetimlerin de kritik bir rol üstlendiğini eklemem gerek. Ulusal ölçekli ve zamana yayılmış programlarla birlikte yerel ölçekte kurulan hakkaniyet temelli bir yaklaşım gerek vatandaşlık gerekse de eşitsizliklerin aşılması adına büyük bir potansiyel taşıyor. Bu konuda daha fazla düşünmeye ve adım atmaya ihtiyacımız var.