Türkiye’de doğurganlık hızındaki düşüşle birlikte, nüfusun her geçen gün daha da yaşlanması konusunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ülke nüfusunun kendini yenileme eşiği olan 2.1 seviyesinin atında olduğunu, bunun da ülke açısından “varoluşsal bir tehdit, bir felaket” olduğunu söyledi. “En az 3 çocuk çağrımızın önemi bugün daha iyi anlaşılıyor. Nüfus, millet olarak en büyük gücümüzdür bunu korumak zorundayız” diyen Erdoğan, Eurovision’u hedef aldı: “Gençlere takdim edilen tuhaf tiplerin toplumsal yozlaşmanın Truva Atı olduğu açıktır” ifadelerini kullanırken “Biz demiştik” imasında bulunarak “3 çocuk yapın” çağrısını yineledi. Açıklama yeni ancak söylem eski…
Nüfusun yaşlanması bir tek Türkiye’de değil pek çok Avrupa Birliği (AB) ülkesinde de kendini gösteriyor. Bu dosyamızda, nüfusun yaşlanmasıyla oluşan bu demografik değişim karşısında iktidarların ne yönde politikalar ürettiğini inceleyecek ve Türkiye’de nüfusun yaşlanmasına dair çözüm bağlamında kadınların daha çok çocuk doğurmasına yönelik politik çözümler üretilmesinin tek yöntem olup olmadığını değerlendireceğiz.
Konunun çok boyutlu oluşu dolayısıyla, sosyal politika, kadın araştırmaları, cinsiyet eşitsizliği ve psikiyatri alanında çalışan çeşitli profesyonellere sorular yönelttik.
CEİD: “ÜRETİLEN TEK POLİTİKA KADINI DAHA ÇOK DOĞURMAYA TEŞVİK ÜZERİNE”
Cinsiyet Eşitliği İzleme Derneği (CEİD) ile gerçekleştirdiğimiz görüşmede, nüfusun yaşlanması konusunda kamu otoritesi tarafından üretilen politikaların kadın doğurganlığı üzerinden yapılmasına, kadın istihdamında yaşanan eşitsizliklere, Türkiye’de kadının iş hayatına katılımına ilişkin değerlendirmelere odaklandık.
CEİD Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Gülay Toksöz, “Nüfusun yaşlanması toplam nüfus içinde 65 yaş ve üstü olanların payının artması anlamına geliyor. Türkiye’de bu oran AB ülkelerinde olduğu kadar yüksek olmasa da artış eğiliminde. Bunu kaçınılmaz bir demografik gelişme olarak görebiliriz. Sağlık hizmetlerinin gelişmesi ve yaygınlaşmasına bağlı olarak hem istenmeyen gebeliklerin azalmasıyla doğum oranları düşüyor hem de insanların yaşam süreleri uzuyor. Bu, tersine çevrilebilir bir süreç değil. Toplumların refahı ve iyilik hâli açısından genç nüfusun varlığını koruması, iyi eğitim görmesi ve insana yakışır işler üzerinden çalışma hayatında yer alması sosyal politikaların bir amacı ise, çocukların, engellilerin ve yaşlıların insan onuruna yakışır bir bakım hizmeti almaları da diğer amacı olmalı. Türkiye’de nüfusun yaşlanması riskine karşı özellikle 2000 sonrası dönemde iktidarların uyguladığı tek politika kadınları çok çocuk yapmaya teşvik etmek. Kadının aile içindeki yeri vurgulanıyor ancak erkeklerle eşit haklara sahip olması, şiddetten korunması, iyi eğitim görmesi, çalışma hayatına katılması öncelikli hedefler olarak konmuyor. Çalışan annelerin öncelikli sorunu olan kreş sorunu için bir çözüm getirilmiyor. Bunun yerine doğum kontrolü ve aile planlaması hizmetlerine erişimin zorlaştırılması, yasak olmamasına rağmen kürtajın kamu hastanelerinde uygulanmayarak fiilen engellenmesi gündemde” dedi.
Yaşlılara yönelik söylemsel düzeyde saygı gösterilmesi gerektiği vurgulansa da yaşlıların özelikle sefalet düzeyindeki emekli maaşlarıyla sosyal dışlanmaya maruz kaldıklarına işaret eden Prof. Dr. Toksöz şöyle devam etti: “Ayrıca bu noktada çalışma hayatında yer alamayan kadınların emekli olma hakkından da yoksun kaldığını ve maddi açıdan erkeklere veya çocuklarına bağımlı oldukları belirtmek gerekir.”
“KADINLAR EV İÇİ FAALİYETLERE HAPSEDİLİYOR!”
Türkiye’de istihdam oranlarına ve kadın istihdamına yönelik önemli açıklamalarda bulunan CEİD Başkanı Toksöz, “Her iki kişiden biri istihdamda. Kadınların istihdama katılımları çok daha düşük düzeyde, her üç kadından ancak biri istihdamdayken, her üç erkekten ikisi istihdamda. Bunun temel nedeni kadınların üzerindeki bakım yükünün onların zamanlarını ev içi faaliyetlere hasretmek zorunda bırakması ve dışarıda gelir getirici bir işte çalışmak için zamanlarının kalmaması. Öte yandan çalışmak isteyen ve işgücü piyasasına katılan kadınlar, erkeklere kıyasla işsizlik sorunuyla çok daha yüksek düzeyde karşılaşıyor” diye konuştu.
“SOSYAL POLİTİKALAR ÜRETİLMELİ”
Gelişmiş ülkelerin nüfusun yaşlanması olgusu karşısında farklı politikalara başvurduklarına işaret eden Toksöz şunları kaydetti: “Öncelik nitelikli işgücünün beyin göçünü teşvik ederek kendi ülkelerinde ihtiyaç duydukları genç işgücünü dışarıdan temin etmeye veriliyor. Aynı zamanda artan otomasyon ve yapay zekâ kullanımıyla insana duyulan ihtiyaç azalıyor veya azaltılıyor. Yine de bunlar nüfusun yaşlanması eğilimini ancak yavaşlatabilecek uygulamalar. Kadınların daha çok çocuk dünyaya getirmesi bir çözüm yolu olabilir ancak bunu hedefleyen iktidarların çocuk, yaşlı ve hasta bakımıyla ilgili tüm yükleri sadece kadınlara bırakan politikalar yerine aile içinde kadın ve erkek arasında ve aile ile toplum arasında paylaştıran politikalar uygulaması gerekir. Örneğin, analık izni yerine babanın da sorumluluk taşıdığı ebeveyn izinleri, çocuklara kaliteli bakım hizmeti sunan kreşler, çocuk yuvaları ve yaşlılara bakım hizmeti sunan gündüzlü ve yatılı bakım evleri, bu kurumlarda çalışanlara yönelik düzgün iş koşulları gibi. Bu tür politikaların uygulanması nüfusun mevcut halini sürdürmesine imkân sağlayabilir” dedi.
“EKONOMİK KRİZ TIRMANIŞTAYKEN KİMSE ÇOCUK YAPMAYI AKLINDAN GEÇİREMEYECEKTİR”
Eskişehir Anadolu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi (İİBF), İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Özer, nüfusun yaşlanması ve bu demografik değişimin önüne geçilmesinin tek çözümünün çok çocuk yapılmasından geçmediğine dikkat çekerek, konunun iktisadi olduğu kadar sosyolojik nedenleri de olduğuna işaret etti.
Prof. Dr. Özer, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin Türkiye’yi ‘uçuracağı’ iddia edilmişti, ancak ekonomimizin sürekli kriz ortamında savrulduğu görülmektedir. Her geçen gün artan hayat pahalılığı, işsizlik, gittikçe daha da bozulan gelir dağılımı ve hızlanan yoksulluk, bölgeler arası artan eşitsizlikler toplumun geniş kesimine insanca yaşam olanağı sağlamıyor. Bütün bunlara bir de Haziran 2023 sonrası uygulanmaya başlanan enflasyonu düşürme politikaları eklenince emekçiler, halkımız nefes alamaz duruma getirilmiştir. 2018 sonrası dönem uygulamalarından, gelişmelerinden ‘üç çocuk çağrılarına’ karşılık, en fazla olumsuz yönde etkilenen bir diğer gösterge de kadın doğurganlık oranları olmuştur. 2018’de 2 çocuk olan toplam doğurganlık hızı, 2023’te 1,51 çocuğa düşmüştür. Doğurganlık hızı, bir ülkede nüfusun azalma eğilimine girme eşiği olarak tanımlanan yenilenme düzeyinin -ki bu oran 2,1 olarak kabul edilmektedir- oldukça altına inmiştir. 2001 yılı sonrasında doğurganlığı hızında sürekli bir azalma eğilimi gözlenmektedir. Bu gidişle doğurganlık oranları daha düşecektir. Toplumun her kesimini derinden etkileyen ve yoğun bir biçimde hissetmeye başladığımız ekonomik kriz nedeniyle, çoğu yurttaşımız çocuk yapıp yapmama kararını yeniden gözden geçirecektir. Krizin ikinci aşamasına geçilmesiyle, enflasyonu düşürmenin maliyeti de giderek daha fazla oranda emekçilere, yoksullara ödetilecektir” diye konuştu.
“GERÇEK BİR SOSYAL DEVLET İNŞA EDİLMELİ”
“Faizi ne kadar artırırlarsa artırsınlar politika faiz artışları ile enflasyonla mücadelede bir arpa boyu yol bile alamadılar” diyerek açıklamalarına devam eden Özer şunları kaydetti: “Çünkü tüketim harcamalarını planladıkları oranlarda düşüremediler. Yani ekonomiyi “yeterince” soğutamadılar! Ekonomiyi yeterince soğutabilmek için sıra yatırım harcamalarını azaltmaya gelecek. Başka türlü büyüme hızını yüzde 3’lerin altına çekmeleri mümkün olamayacaktır. Yatırımlar azalır, büyüme oranı da yüzde 3’ün altına düşerse bu beraberinde, umarım olmaz, işyeri kapanmalarını ve işten çıkarmaları getirecek ve dolayısıyla da işsizliğin yeniden yüzde 10’un üzerine çıkmasına neden olacaktır. Böyle bir ortamda kimse çocuk yapmayı aklından bile geçiremeyecektir. Oysa sürdürülebilir ve kapsayıcı büyüme için nüfus artışı ile desteklenen işgücü arzı artışı ile verimlilik artışını tetikleyecek teknolojik yatırımlara ve teknolojik gelişmelere gereksinim duyduğumuz gerçeği gün gibi ortadadır. İşte bu durumda göçmenleri imdada çağırmak, yeni ırgatlara ülkemizde yaşama izni ve kolaylığı vermek sorunun çözümüne katkı sağlamıyor, sağlayamayacak. Ama ‘devleti şirket gibi yönetmek’ arzusu yerine, gerçek bir sosyal devleti inşa etmek, bu konuda atılacak en önemli adım olarak karşımızda durmaktadır.”
Doğurganlık düşüşünü sadece iktisadi nedenlere, krizlerle açıklamanın dışında konunun bir de toplumsal ve sosyal nedenleri de olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Özer şöyle devam etti: “Artan kent yaşamı ile çoğalan eğitim, bilgi ve görgü düzeyi ile karşılaşılan iktisadi zorluklar, iktisadi belirsizlik ortamı aileleri çocuk sahibi olma konusunda düşünmeye itmektedir. Ve tek çocuk sahibi olma yönünde karar aldırmaktadır. Doğurganlık oranlarının yüksek olduğu başta Şanlıurfa olmak üzere Şırnak ve Mardin gibi illerde de önemli düşüşler yaşanmaktadır.”
“GELİŞMİŞ ÜLKELER KADIN ÜZERİNDEN POLİTİKA ÜRETMİYOR, TEKNOLOJİYE YATIRIM YAPIYOR!”
Özer gelişmiş ülkelerin de nüfus yaşlanması olgusuyla karşı karşıya olduklarını, o ülkelerde bu sorunla mücadelede teknoloji yatırımlarının birincil çözüm olduğunu belirterek şunları söyledi: “İşin en kolay yolu kadın üzerinden politika üreterek öncelikle kadını eve hapsetmek. Ondan sonra da kadını iş gücü piyasasından çekince de kalan erkek yurttaşlar için de işsizlik sorunu olmadığı imajını yaratacaklar. Bir de doğurganlığı artırarak ucuz ırgat yaratma politikasını devam ettirmek amaçlanmaktadır. Ancak temel motivasyon ucuz iş gücü yaratmaktır. Bu ucuz iş gücü yaratma konusunda da siyasi otorite kendi sahip olduğu ideolojisini öne sürüyor. Özellikle dini bakış açısı burada kendileri için referans oluyor. Sorunun çözümüne iş gücü ekonomi açısından bakıldığında Batılılar, gelişmiş ülkeler sürekli olarak teknolojiye yatırım yapıyorlar. Teknolojiye yatırım yaparak azalan nüfusu yani iş gücü sayısını verimlilik artışlarıyla ikame etmeye alışıyorlar. Ya da ucuz iş gücünü bir şekilde üçüncü ülkelerden buluyorlar. Bu ülkelerde temel politikaları kadının doğurganlığını artırmak ya da kadını iş gücü piyasasından, toplumsal yaşamdan izole etmek üzerine kurgulanmıyor.”
“HER MAHALLEYE KREŞ YAPILMALI”
“Ülkemizde doğurganlık oranlarındaki düşüşün ekonomi dışında bir boyutu da güvensizlik, geleceğe bakamama, doğurganlığın temelini oluşturan aile kurumu üzerinde esas bir erozyon yaşanıyor” diyen Özer, “Çünkü artık kimse evlenemiyor, evlenenler boşanıyor. Sürekli olarak devam eden bir kriz ortamında, ekonomik sorunların arttığı, geleceğe güvenin hızla azaldığı ortamda da kimse çocuk doğurma gibi bir yaklaşım içerisine giremiyor, girmiyor. Eğer devlet bu konuda üzerine düşeni yapacaksa, kadını aileye hapsetmekten vazgeçecekse doğurganlık oranlarında artış yaşanabilir. En basit örnek her sokağa, her mahalleye kreş yapılması olarak verilebilir.”
“ESAS OLAN ÇOĞUNLUK DEĞİL NÜFUSUN NİTELİĞİDİR!”
Nüfusun yenilenmesi noktasında sadece çoğalmakla, çoğunluk sağlamakla bu sorunun çözülüp çözülemeyeceği, niceliğin yanında niteliğin de öneminin olup olmadığı sorumuzu yanıtlayan Prof. Dr. Özer şöyle yanıt verdi: “Esas olan çoğunluk değil nüfusun niteliğidir. Sizin yaratacağınız doğum üzerinden, iş gücü potansiyelinin, beklediğiniz gibi bir üretim artışına ya da ekonomiye pozitif olarak dönebilmesinin yolu bunu iyi eğitmenizdir. Mevcut iktidarın politikaları nereden bakarsanız bakın, kadını toplumsal yaşamdan, karar ve üretim sürecinden çekmek üzerine kurgulanıyor. Erkek egemen bir toplum yaratılmak isteniyor. Bunun için de en kolay şey dini referans göstererek, toplumu aile değerleri üzerinden etkilemeye çalışıyorlar ki zaten aile üzerinde ortaya çıkan erozyonun temel nedeni de ekonomik ve toplumsal sorunların artmasıdır. Hepsi sonuçtur, neden değildir. Doğan ya da doğacak çocuklara insanca, sağlıklı, yaşam, insanlara ortalama yaşam kalitesi standardı sunmadığınız sürece bu ortaya koydukları tedbirler sekteye uğramak mecburiyetindedir. Ayrıca 3 çocuk meselesinden öte Türkiye’de bahaneler üreterek, Afganistan ya da benzer diğer az gelişmiş ülkelerden donanımsız, karın tokluğuna çalışabilecek ucuz iş gücü temin ediyorlar. Bu da bir politikadır. Almanya’nın diğer ülkelerden yaptığı iş gücü transferlerinin bir başka çeşidini gerçekleştiriyorlar. Ancak Almanya’da devletin belli bir sosyal refah anlayışı var. Etnik kökene bakmaksızın, o bireylere belirli bir yaşam standardı sunuyor. Bizde ise öyle bir zorunluluk hissedilmiyor. Sermayenin iş gücü piyasası üzerinde her türlü sömürüye açık, en ağır koşullarda, kapitalist sistemin bütün etkisini, olumsuzluklarını yaşayan ne iş gücü piyasalarını düzenlemeye ne de politikalarını iyileştirmeye dönük bir politika üretiminden de bahsetmek mümkün değil.”
ÜRETİLEN POLİTİKALAR YURTTAŞLARIN RUH SAĞLIĞINI ETKİLİYOR MU?
Psikiyatrist Prof. Dr. Burhanettin Kaya, nüfusun yaşlanmasına yönelik üretilen politikaların toplum ve ruh sağlığı alanında yarattığı ve yaratacağı etkilere yönelik önemli değerlendirmelerde bulundu.
Prof. Dr. Kaya, öncelikle ülkemizde insanların nasıl yaşlandığı sorusu üzerinde düşünmenin önemine vurguda bulunarak şunları söyledi: “Bir toplumun giderek yaşlanması, nüfusun giderek yaşlanması; üretken olan nüfusun azalması anlamına gelir ya da uzun süren bir çalışma süresi anlamına gelir. Çünkü nüfus giderek yaşlandıkça insanların daha uzun süre çalışmalarını sağlayan, daha geç emekli olmalarını sağlayan, üretim sürecinde daha çok kalmalarını sağlayan bir durum oluşur. Buna uygun yasal düzenlemeler de ardından gelir. Böyle olunca da bireyler daha çok yıpranır. Emeklilik kavramı üretken bir emeklilik ya da insanların uzun yıllar çalışmanın sonrasında dinlenebilecekleri, o çalışmanın ödülünü alabilecekleri bir emeklilik yaşama şansları kalmayacaktır. Geçmişte siyasal olarak da mezarda emeklilik tartışması hep yapıldı hatırlarsınız. Bu genel nüfusun yaşlanması ve insanların daha çok çalışmaya zorlanmasıyla oldu. Siyasal iktidarlar da güncel ihtiyaçlara göre farklı emeklilik modelleri hemen her zaman geliştirdiler. Yaşlanmanın artması aynı zamanda yaşlılık dönemindeki fiziksel hastalıkların, tıbbi sorunların, ruhsal sorunların, ruhsal hastalıkların da artması demektir. Hem bir başkasının yardımına ihtiyaç duyması hem de yalnızlık yaşaması demektir. Böyle bir ihtiyacı duyarken birini bulamamanın yarattığı yalnız kalmanın, yeterli desteği görmemenin yarattığı umutsuzluk, çaresizlik ruhsal çökkünlük hali kendini işe yaramaz görme, değersiz görme gibi sonuçları doğuracaktır. Türkiye’de ailenin daha belirleyici olması, kurumsal ve sosyal desteğin daha zayıf olması ve insanların bu yönde bir beklentisinin olmamasıyla ilişkilidir. Böyle bir toplumsal farklılık kamusal anlamda bir yaşlılık, sosyal destek sisteminin nedenli önemli olduğunu aslında akla getirmektedir. Eğer bir ülke yaşlı nüfusun bu ihtiyaçlarını giderecek bir yaşlılık politikaları geliştiremediyse, bu sonuçlara hazırlıklı değilse, yaşlılık dönemi insanlar için çok daha zorlu ve sıkıntılı geçmeye başlar” dedi.
“KADININ ÖTEKİLEŞTİRİLMESİ, EVE HAPSEDİLMESİ RUH SAĞLIĞINI OLUMSUZ ETKİLER”
Kaya, kadının daha çok çocuk dünyaya getirmesi, buna yönelik üretilen politikalar bir baskı unsuru mudur ya da topluma yapılan bu tür çağrılar strese ve psikolojik zorlanmalara neden olur mu? sorumuza yönelik olarak şunları ekledi:
“Kadın emeği zaten genel olarak emek süreci içinde ötekileştirilen, daha ikincil kalan bir emek gücüdür. Ücretsiz ev emekçileri, ev işçileri, yaşlı ya da genç kadınlar, hangi iş kolunda olursa olsunlar erkeklerden daha az bir gelirle, daha elverişsiz koşullarda çalışma hayatında var oluyorlar. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği istihdam alanında da kendini gösteriyor. Üç çocuk talebi siyasi bir taleptir. Daha boyun eğen, karşı çıkmayan, itiraz etmeyen, tırnak içinde kâmil, erdemli arif, ahlaklı ve özellikle siyasal iktidarın bütün argümanlarına bağlı bir nesil yetiştirme arzusu, kadınlara bu nesli doğurmaları, eve hapsedilmiş bir kadın rolünü atfediyor. Tüm bunlar kadınların kendinin farkına varması, yetkinleşmesi, toplumda söz sahibi olması, hayatı değiştiren önemli aktörler içinde bir birey ya da grup olarak var olmalarını, toplumsallaşmış bir yapı bir olarak kendilerini gerçekleştirmelerini engelleyen unsurlardır. Bütün bunlar elbette ruhsal yapılarını etkileyecektir, elbette olumsuz duyguları yaşamalarını daha da kolaylaştıracaktır. Kendilerini değerli görmeleri ihtimalini azaltacaktır.”
“DAYANIŞMA YAŞATIR”
Kadınlara yaşadıkları zorluklarla mücadelede dayanışma önerisinde bulunan Prof. Dr. Kaya şunları ifade etti: “Örgütlü bir kadın hareketiyle birlikte tam tersi güçlenmeyle, dayanışmayla, birlikte mücadele etmeye, toplumu değiştirmede ana aktör olmaya, güçlü öncüler olmaya yönelik bir motivasyonu da artıracaktır kanımca. Baştan beri kadını daha ikincilleştiren, eve hapseden eğitim modelleri ile daha yüksek eğitim almasını önleyen, evde aile aileyi güçlendirici vurgularla birlikte kadını ailenin bir parçasında olarak tutan ve onun içinde sıkıştıran, onun özgün bir özne olarak varlığını öne çıkarmayan bir siyaset anlayışı zaten var, süslü kelimelerle de olsa, kulağa hoş gelen cümleler, kavramlarla da süslense de aslında kadına atfettiği bu rolü hayata geçirecek bir sürü düzenlemeyi açık ve örtük yürütüyor. Hatta engel olabilecek İstanbul Sözleşmesi gibi uluslararası bağlayıcı metinlerin yürürlükten kaldırılması yönünde radikal davranışlarda bulunabiliyor. O nedenle bu iktidardan bunu aşacak bir düzenleme beklemek gerçek dışıdır. Bütün bunları tersine çevirecek olan kadınların örgütlü dayanışması ve çalışmaları, yerel güçlü özne haline gelmeleri, erkeklerin de bu süreçte o erkek egemen toplumun üzerine sinmiş olan kötülüklerinden sıyrılıp kendilerini eleştirmeleri, değiştirmeleri ve birlikte bu dayanışmanın gerçekçi zeminlerin oluşturmaları gerekliliğini göstermektedir” dedi.