Toplumsal Çürümenin Gölgesinde Çocuklar

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından belirli periyotlarla hazırlanan nüfus istatistiklerine ve dair veriler ve verilerden hareketle yapılan çeşitli yorumlar haber bültenlerinde zaman zaman yer ediniyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından gerçekleştirilen “Türkiye Yaşlı Profili Araştırması 2023“, sonuçların paylaşılmasının ardından çeşitli tartışmaları beraberinde getirdi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da doğurganlık hızına dikkat çekerek gündemine aldığı Türkiye nüfusuna dair tartışmalar bir süre daha sürecek görünüyor. Zira, 2001 yılında 2,38 olan doğurganlık hızı 2023 yılında 1,51’e gerilemiş görünüyor. Erdoğan, “varoluşsal tehdit” olarak gördüğü duruma dair şunları söylemişti:

“Nüfusun kendini yenileme eşiği olan 2,1 seviyesinin altındayız. Açık söylüyorum bu Türkiye açısından varoluşsal bir tehdittir; felakettir.”

Yayımlanan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde de demografik veriler önemli bir yer tutuyor. Nüfusun yaşlanması ve demografik tablonun değişime uğrayacak olması bir “ulusal güvenlik tehdidi” olarak görülüyor.

Biz de tartışmalardan hareketle Türkiye nüfusunun portresini çıkararak, çocuklkları, gençleri ve yaşlıları ele alarak 3 temel dosyada çeşitli yaşam dönemlerinde Türkiye nüfusunun hangi sorunları yaşadığını ve bu sorunların nasıl çözülebileceğini ele alacağız.

Dosya serimizin ilk kısmını çocuklar oluşturuyor. Bu dosyada çocuklarla ilgili temel verileri ve temel sorun alanlarını ele alırken psikoterapist Eda Pınar, Ulusal Çocuk Hakları Derneği (UDER) Başkanı Yusuf Yıldırım ve uzman diyetisyen Dicle Dilan Salman ile ülkede çocukların durumunu ve çözüm önerilerini konuştuk.

TEMEL VERİLER

TÜİK’in 2023 verilerine göre, Türkiye nüfusu 85 milyon 372 bin 377 kişi iken bu nüfusun 22 milyon 206 bin 34’ünü çocuklar oluşturuyor. Çocuk sayısının genel nüfusa oranı yüzde 26 olarak kayda geçiyor.  Çocuk nüfusun yüzde 51,3’ünü erkek çocuklar oluştururken yüzde 48,7’si kız çocuklardan oluşuyor.

TÜİK’in nüfus projeksiyonlarına göre, çocuk nüfusun toplam nüfus içindeki oranının 2060 yılında yüzde 20,4 ve 2080 yılında yüzde 19 olması öngörülüyor. Aşağıdaki tablodan incelenebilir:

 

Yıl Çocuk Nüfusunun Toplam Nüfus İçindeki Oranı (Yüzde)
1935

45,0

1990

41,8

2023

26,0

2040

23,3

2060

20,4

2080

19,0

(Kaynak: TÜİK)

Türkiye’de çocuk nüfus oranı en yüksek 44,4 ile Şanlıurfa’dayken en düşük oran yüzde 16,5 ile Tunceli’de.

ÇOCUK İŞÇİLİĞİ

Söz konusu çocuklar olduğunda öne çıkan başlıklardan biri de çocuk işçiliği. Ne yazık ki hem Türkiye’de hem de dünyada çocuk işçiliği önlenememiş durumda. Örneğin, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) çocuk işçiliğine dair şu bilgileri paylaşıyor:

“Dünyada 63 milyonu kız, 97 milyonu erkek olmak üzere toplam 160 milyon çocuk, diğer bir deyişle her 10 çocuktan biri, hâlihazırda çocuk işçi olarak çalışıyor. Bu çocukların yaklaşık yarısı sağlıklarını ve gelişimlerini etkileyen tehlikeli işlerde çalışıyor ve sayıları 79 milyonu buluyor.”

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Merkezi’nin (DİSK-AR), TÜİK verilerinden derlediği araştırma raporuna göre, 2021 yılında yüzde 14 olan “çocuk istihdam oranı” 2023 yılında yaklaşık 6 puan artarak yüzde 19,6’ya ulaşmış görünüyor.

Rapora göre, 15-17 yaş arası çocukların yüzde 22,1’i işgücüne katılırken, çocuk işgücünün yüzde 32,2’sini erkek çocuklar ve yüzde 11,5’ini kız çocukları oluşturuyor.

ÇOCUK İSTİSMARI

Çocuk istismarı, tıpkı çocuk işçiliğinde olduğu gibi hem dünyada hem de Türkiye’de kanayan bir yara. Kısaca, “Çocuğa yöneltilen, toplumsal kurallara ve profesyonel kişilere göre yapılması uygunsuz olan ve çocuğa zarar veren ya da çocuğun gelişimini engelleyen her türlü davranış” olarak tanımlanan çocuk istismarı, ne yazık ki dünyada da Türkiye’de de artış gösteriyor.

Dünya Sağlık Örgütü’nün 2020 yılında paylaştığı rapora göre, 2-17 yaşları arasında bulunan yaklaşık 1 milyar çocuk 2019 yılında fiziksel, duygusal ya da cinsel şiddete maruz bırakıldı. World Vision’un verilerine göre ise dünyada her yıl 1 milyar 700 milyon çocuğun istismara maruz bırakıldığı belirtiliyor.

TÜİK verilerine göre, çocuk istismarı sayısı 2014 yılında 11 bin 95, 2015 yılında 16 bin 258 olarak kayda geçerken 2022 yılında bu sayı 31 bin 890’a yükseldi. Veriler, istismara maruz bırakılan çocuk sayısının 2014-2022 yılları arasında yüzde 287 (yaklaşık 3 kat) arttığını gösteriyor.

Psikoterapist Eda Pınar’a Türkiye nüfusunun geneli düşünüldüğünde, çocukların doğumlarından eğitim süreçlerine varan süreçte ne tür zorluklarla karşılaştıklarını sorduk. Sorunun “Türkiye” ile başlamasının kültürel duyarlılık açısından sevindirici olduğunu belirterek söze başlayan Pınar, şunları ekledi:

“Geleneksel psikoloji ve pedagoji anlayışında çocukların gelişimleri kültürün değişkenliğine rahmet okutur derecede görmezden geliniyor ve belli normlar etrafında ‘eşit’ ve ‘evre’lerle anılıyor. Oysa çocuk gelişimi kültürel formasyonlar ve toplumun geçirdiği süreçlerden/dönüşümlerden azade değil. Bir çocuğun doğumundan öğrenim sürecine giden yol ise başladığı yere dönmek durumunda bana kalırsa. Yani doğuma. Çünkü öğrenme doğumla başlıyor. Eğitim ise çok daha kapsamlı bir süreç. Şimdilik sorunun çerçevesine bağlı kalmayı umarak çocukların ‘okul’lu yaşantıya geçiş süreçlerinden söz etmenin yararlı olacağı kanaatindeyim. Bir çocuğun anne rahmine düşme serüveni ile başlıyor hikâye. Annenin karnında geçirdiği süre, annenin sosyo-ekonomik süreci, duygusal hikâyesi, kendi kişisel büyüme sürecine eşlik eden özdeşimler ile hâlihazırdaki bağlantısı ve içinde yaşadığı toplumun geçirdiği sosyo-politik sürecin tamamı çocuğun dünyaya gelme biçimini belirliyor esasen.”

“ÇOCUĞA AYRILAN EMEK-ZAMAN EŞİT DEĞİL”

Türkiye’de çocukların okullanma süreçlerine geçişlerinde toplumsal politikaların yarattığı sınırlılıklar dâhilinde belirleyici öznenin anne olduğunu vurgulayan Pınar “Bakım emeği burda etkileyici elementlerden. Toplumumuz bir çocuğun dünyaya gelmesini kapsayacak ve ona sahip çıkacak kolektif bir anlayış ve duyarlığa henüz erişemedi. Bundandır ki çocuğu dünyaya getiren birincil öznelerin (anne-baba) çocuğa ayırdıkları emek-zaman dahi eşit bölüşülmüş değil. Çocukların karşılaştıkları zorlukların ilk momentidir bu. Dünyaya gelişine karar veren öznelerin çocuğa bakım hususunda ayırdıkları olanakların eşitsizliği. Annesi bakım emeğinden uzaklaşamamış, bunun olanaklarını bulamamış bir çocuğun özgürleşememe/ayrışamama sorunsalı çocuğun duygu dünyasını da keskin sınırlarla çerçeveliyor. Çocuk biraz şanslı ise ikincil bakımverenler (dede-amca-hala-bakıcı) gibi özneler de devrede olabiliyor tabii ancak günümüz Türkiyesi’nde bu olanakların da çocuğun büyüme sürecinde ne kadar şans olduğu tartışmalı.” dedi.

“ÇOCUKLAR SINAVLA AYRIŞTIRILIYOR”

Özellikle mülteci ve bakım verenden yoksun çocuklar içinse Türkiye’nin verdiği umudun aşikâr olduğunu belirten Pınar, “Çocuğun okullanma sürecine geçişinde temel sağlık olanaklarına erişim, büyüme sürecinde ihtiyaç duyduğu bakım ve akabinde okula başlama olanağının olup olmadığını ne yazık ki ampirik bir standartla sabitleyemiyoruz. Fakat kabaca özetleyecek olursak sağlıklı gıdaya erişim, bakım desteği ve ‘nitelikli bir okul’a kavuşumun kendisi Türkiye’de çocukların okullanma süreçlerine varana değin yaşadıkları temel sorunlardan. Yine sınavla çocuk ayrıştıran bir toplum olmanın getirdiği birtakım dezavantajlar var.” dedi.

Çocukların toplumdaki etkin, aktif özne rollerinin her geçen gün risk altında olduğunu ve buna bağlı olarak çocuklara yönelik ihmal ve istismar vakalarında artış yaşandığını belirtmemiz üzerine ise Eda Pınar şunları ekledi:

“Öncelikle bu sorunun psikologlara soruluyor olmasını hep garip bulduğumu bildirmeden edemeyeceğim. Bu, meselenin geleneksel psikoloji anlayışında olduğu üzere ‘bireysel’ anlaşıldığının da bir dışavurumunu garantilemiyor mu? Bu artışı bizatihi inceleyecek olanlar sosyologlar, antropologlar ne bileyim siyaset bilimcilerdir bence. Çocuğu birey olarak ele alalım, istismar eden özneyi bireysel ele alalım, ayrı ayrı psikolojik süreçleriyle ilgilenelim fakat kolektif istismarı dışarda bırakalım. Bu mümkün mü sahiden?”

“İHMAL VE İSTİSMAR TOPLUMSAL ÇÜRÜMENİN DIŞAVURUMUDUR”

İhmal ve istismarın toplumsal çürümenin dışavurumu olduğunu ve meseleyi bireyselleştirmenin aynı zamanda psikolojikleştirme olduğunu belirten Pınar, şunları ekledi:

“İnsana dair süreçleri psikolojikleştirmek ise politikacıların faydasınadır olsa olsa. Toplumsal yaptırımların yetersizliği, çocukların başta ilişkide olduğu çevresi ile kurdukları bağlantıların özgüllüğünün yeterince anlaşılamaması, konuyu erken çocuklukta mahremiyet eğitimlerine kadar indirgedi. Çocuklara katiyetle bedenlerinin özel olduklarını hissettirdiğimizde dış dünyanın zinhar tehlikeli bir yer olduğunu da hatırlatmış olmuyor muyuz? Oysa bir çocuğa özgürce oynayabileceği, kendini güvende hissettiği sokaklar, özneler yaratmak zorundayız. İşimiz gücümüz bu olmalı.”

“İHMAL VE İSTİSMARA YÖNELİK FARKINDALIK KIYMETLİ”

Temel mahremiyet eğitimini asli olarak çocukların yerine yetişkinlerin alması gerektiğini vurgulayan Pınar, “Bir çocuğa içinde bulunduğu toplumun güvende olduğunu hissettirecek bir yaşamsallığı örgütlemeyi, duyguların ve ifadenin sınırlandığı ülke gerçekliğinin kendisi ile yüzleşmek durumundayız. Yüzleşmenin olmadığı toplumlarda ihmal de istismar da meşru görülüyor bana kalırsa. Bu yüzden odağımız kolektivite olmalı. Kötülüğün sıradanlığından başlamalı önce. Bugün ‘bir çocuğu bir köy’ün büyütmesini arzuluyor fakat çocuğumuzu dayısına/halasına/konu komşuya bırakmaya dahi korkuyoruz. Toplumsal yaptırımın olduğu, kitlelerin kültürel ayarlarının yükseldiği bir ekosistemde ihmal ve istismarın da kaçınılmaz şekilde düşüş yaşaması muhtemel, oysa uygarlığın kendisi hem başımıza türlü belalar örüp hem gün gün kendini arzulatıyor. Fakat işimizi uygarlığa bırakamayacağımız da açık. İhmal ve istismara dair farkındalığın kendisi dahi çok kıymetli bu yüzden. Anlatmak, konuşmak, güçlenmek ve güçlendirmek gerekiyor. Galiba bunu mümkün kıldığımızda psikologlardan bahsedebilir hâle geleceğiz.” dedi.

“ÇOCUKLARIN GIDAYA ERİŞEMEDİĞİ BİR ÜLKEDE EĞİTİMİ KONUŞMAYA FIRSATIMIZ KALIYOR MU?”

Çocukların nitelikli gıdaya, eğitime ve yaşam koşullarına sahip olması için neler yapılması gerektiği sorumuza ise krizde olanın gıda değil iktidarlar olduğunu vurgulayarak yanıtlaya Pınar:

“Kendine ‘sosyal’im diyen her devletin temel siyasi programlarında çocukların ücretsiz gıdaya erişim hakkının korunuyor olması gerekir. Türkiye bu bakımdan da sınıfta kalmış durumda. Sivil toplum hareketlerinin tam bu eksende önemli uyarıları var. Diyorlar ki: Okul Yemekleri Koalisyonu’na üye olun. 96 üye ülke var, içlerinde Türkiye yok, neden? “Çocukların ücretsiz gıdaya erişemediği bir ülkede eğitimi konuşmaya ne kadar fırsatımız kalıyor?”, “Devleti devlet yapan ne öyleyse?” gibi sorular peşi sıra geliyor. Bugün insanlar kendi topluluklarını, ortak sofralarını oluşturuyor. Öncelikle gıda topluluklarının işlerinin güçlerinin bu olması gerektiğine inanıyorum. Fakat gıdanın ekonomik değişkenlerle anıldığı bir dünyadan kurtulmak gerek önce, yineliyorum, önce dünyayı değiştirmeye dair umudumuzu güncellemek gerek. Galiba umutsuz olmadığım yegâne yer burası.” dedi.

“ÜZERİMİZE DÜŞENİ YAPMALIYIZ”

İki büyük devrim yaşamış iki büyük ülke örneği üzerinden örnek veren ve ayrıca nüfus bakımından Türkiye’ye oranla çokça dezavantajlı iki deneyim, Sovyet ve Çin deneyimleri olduğunu ve bu iki deneyimin de oldukça öğretici taraflarının bulunduğunu belirten Pınar; “Beğenelim beğenmeyelim, gerçeğin kendisi gerçek olduğu için devrimci ve anmadan geçemeyiz. Üretimin özendirildiği, çocukların komünalitenin gözetiminde hayatın içinde olduğu deneyimler bunlar zira. Anadilde/çokdilli, bilimsel, eşit ve kolektif bir hayatın kendisini kurdukları için olması gerekene yakınlaşma olanağı sundukları için de şans ayrıca. Kendi küçük gezegenlerimizde kotardıklarımız elbette çok kıymetli. Bunun için uğraşan/çaba gösteren herkesi kucaklıyorum. Fakat dünyanın gidişatı bir şeylerin değişmesi gerektiğini çoktan müjdeledi. Zannediyorum üzerimize düşeni yapacağız, şimdi değilse ne zaman?” dedi.

“OKULLAR ÖNEMLİ BİR ROL ÜSTLENİYOR”

Pınar, çocukların aktif özne olduğu ve kendi haklarını talep ettikleri ortamların nasıl yaratılabileceğine yönelik sorumuza ise şöyle yanıt veriyor:

“Öncelikle bu soru için teşekkür etmek istiyorum. Senin nazarında bu konuya kafa yoran herkese aslında. Çocuğun aktif özne olduğu ortamlar bilhassa yetişkinlerin geri çekildiği yerde yeşeriyor. Haklarında bu kadar çok kelam üretmek bazen hadsizce de geliyor. Diğer yandan çocuklardan bahsederken aslında kendi çocukluğumuzu onardığımızı, orayı iyi ettiğimizi de biliyorum. Yetişkin-çocuk arası ilişkiler ne yazık ki çocuk lehine işlemiyor. Dünyaya geleceğinden bihaber olan çocuğun geleceği hakkında bir dünya kararlar alarak başlıyoruz çocukla ilişkilenmeye. Bir çocuğun bireyselliğinin örgütlenmesi ise -Türkiye için konuşacağım- nereden baksak on sekiz yılını alıyor. Yetişkinin, yetişkin ve çocuğa nazaran daha fazla deneyim bilgisine sahip olmaktan ileri gelen bir iktidar alanı var. Önce bunun kırılması gerekiyor. Fakat her ezen-ezilen ilişki formatında olduğu gibi bunun da toplumsal ön koşullarının oluşması elzem. Yetişkinin sadece kendi deneyiminin ürettiği bilgiden geri çekilebilmesi bile çocuğu rahatlatıyor, ferahlatıyor. Çocuğun ilk örgütlü sosyal yaşantısı olması bakımından okullar oldukça önemli bir rol üstleniyor. Ne yazık ki okullar hem ücretli hem de arzulanan niteliği üretmek bakımından yetersiz. Eğitime yönelik politikaların sınav gerçekliği ile çerçevelendiği anlayışın erimesi kuşkusuz önce çocuğu, sonra yetişkini yatıştıracak.”

“BAKIMVERENLERİN ÇOCUKLA KURDUKLARI İLİŞKİ GÜÇLENDİRİLMELİ”

Bununla birlikte bakımverenlerin çocukla kurdukları ilişkilerin güçlendirilmesinin çocuğun aktif özne rolünü oldukça desteklediğini belirten Pınar, “Eşit ilişkiler kurulması, tarihsel epizodlardan kaynaklı mümkün görünmese de özellike çocuk-ebeveyn, çocuk-öğretmen ve çocuk-toplum ekseninde eşdeğer ilişkilere yakınlaşmanın mümkün olduğunu söyleyebilirim. Bunun yolu da kuşkusuz yine-yeni-yeniden öğrenmeden ve kendini daimi ele alarak yol almaktan geçiyor. Toplumun birbirini pozitif manada denetlediği bir atmosferde kuşkusuz çocuklar bir nebze soluk alabilecekler, kolektif denetimin olanaklarına biraz yol aldıralım yeter ki. Bırakalım ‘çocuklar geleceğimiz’ olmaktan çıkıp kendi yollarına bakmayı, kendi kendilerine deneyimlesinler. Kendiliğin yeşerttiği ilgiler, ne bilgiler üretecek sonra…” diyerek sözlerini sonlandırdı.

“KIRSAL VE DEZAVANTAJLI BÖLGELERDE SORUNLAR DAHA FAZLA”

Ulusal Çocuk Hakları Derneği (UDER) Başkanı Yusuf Yıldırım’a da Türkiye’de çocukların doğumlarından eğitim yıllarına varan süreçte ne tür zorluklarla karşılaştığını sorduk. Yıldırım şöyle yanıtladı bizi:

“Türkiye’de çocuklar, doğum öncesinden eğitim hayatlarının sonuna kadar çeşitli zorluklarla karşılaşıyor. Öncelikle, anne karnından başlayacak olursak, beslenme ve sağlık hizmetlerine erişim konularında ciddi sorunlar mevcut. Anne adaylarının yeterli ve dengeli beslenememesi, bebeklerin sağlıklı gelişimini olumsuz etkiliyor. Özellikle kırsal bölgelerde sağlık hizmetlerine erişimde yaşanan sıkıntılar, anne ve bebek sağlığını maalesef riske atıyor. Ayrıca, anne adaylarının yaşadığı psikolojik stres ve depresyon gibi sorunların da bebeklerin nörolojik ve fiziksel gelişimlerini etkilediğine şahit oluyoruz. Doğumdan sonraki ilk yıllarda ise bebeklerin yeterli sağlık hizmeti alması gerekiyor. Ancak aşılanma oranlarının düşük olması ve düzenli sağlık kontrollerinin yapılmaması, bebeklerin enfeksiyon ve hastalıklara karşı savunmasız kalmasına yol açıyor. Özellikle düşük gelirli ailelerde beslenme sorunları, çocuklarda büyüme geriliği ve gelişimsel sorunlara neden olabiliyor. Ayrıca erken çocukluk eğitimi ve kaliteli bakım hizmetlerine erişim konusundaki yetersizlikler, çocukların eğitim hayatına dezavantajlı başlamasına neden oluyor. Okul çağına geldiğimizde ise, çocuklar eğitim erişimi ve kalitesi konusunda ciddi engellerle karşılaşıyor. Kırsal ve dezavantajlı bölgelerdeki okullara erişim sorunları, taşımalı eğitim sisteminin yetersiz kalması ve kız çocuklarının okula gönderilmemesi gibi cinsiyet eşitsizliği problemleri dikkat çekiyor.”

“ZORBALIK VE AYRIMCILIK YAYGIN DURUMDA”

Çocukların eğitim yaşamlarına başladığında da çeşitli problemlerle karşılaştığını belirten Yıldırım, “Eğitim kurumlarının fiziki koşulları, derslik sayısı ve öğretmen yetersizliği, eğitimin kalitesini düşürüyor. Ayrıca, günümüzde müfredat değişiklikleri ve sınav sistemindeki belirsizlikler, öğrenciler ve veliler için ek stres yaratıyor. Okul içi sorunlar da öğrencilerin psikolojik ve akademik gelişimlerini olumsuz etkiliyor. Zorbalık, ayrımcılık ve şiddet gibi sorunlar, çocukların okulda güvende hissetmesini engelliyor. Aile içi problemler ve ekonomik zorluklar da öğrencilerin okul başarısını düşürebiliyor.” dedi.

“ÖNCE YOKSULLUKLA MÜCADELE EDİLMELİ”

Türkiye’de giderek artan çocuk işçiliğinin önlenmesi gerektiğinin altını çizen Yıldırım, “Çocukların eğitimden mahrum kalıp zor çalışma koşullarına maruz bırakılması ve hatta iş cinayetlerinde yaşamını yitirmesi, kabul edilemez bir durumdur. Çocuk işçiliğinin artmasında ekonomik sıkıntılar, yoksulluk, eğitim sistemindeki aksaklıklar ve ailelerin bilinç eksikliği önemli rol oynamaktadır. Özellikle tarım, inşaat ve sanayi sektörlerinde çalışan çocuklar, ağır ve tehlikeli iş koşullarında çalışmak zorunda bırakılıyorlar. Bu durum, çocukların fiziksel ve mental sağlıklarını ciddi şekilde tehdit ediyor ve onların geleceğini karartıyor. Çocuk işçiliğiyle mücadele etmek için öncelikle yoksullukla mücadele edilmelidir. Ailelerin ekonomik durumlarının iyileştirilmesi, çocukların çalışmak zorunda kalmasını önleyecektir. Sosyal destek programlarının güçlendirilmesi, ailelere maddi yardım yapılması ve yoksul ailelerin çocuklarına yönelik burs imkânlarının artırılması, bu bağlamda önemli adımlardır.” dedi.

“TOPLUMSAL FARKINDALIK ARTMALI”

Çocuğa yönelik istismarın önlenebilmesi için toplumsal farkındalığın artması gerektiğini vurgulayan Yıldırım, “Çocukların hakları ve istismar konusunda bilinçlendirilmesi, ailelerin ve toplumun eğitim yoluyla bilgilendirilmesi, bu mücadelede kritik öneme sahiptir. Okullarda, ebeveyn eğitim programlarında ve kamu spotları aracılığıyla istismarın ne olduğu, belirtileri ve korunma yolları hakkında kapsamlı bilgiler verilmelidir. Yasal mevzuatın güçlendirilmesi ve etkin bir şekilde uygulanması da çok önemlidir. Çocuğa yönelik istismarda bulunan kişilere karşı caydırıcı cezalar verilmelidir. Mevcut yasal düzenlemelerin gözden geçirilerek cezaların artırılması ve yargılama süreçlerinin hızlandırılması gerekmektedir. Ayrıca, istismar vakalarında mağdurların korunması ve desteklenmesi için etkin bir hukuk sistemi oluşturulmalıdır. Koruyucu ve önleyici hizmetlerin artırılması, istismarın önlenmesinde önemli bir rol oynar. Çocuk koruma hizmetlerinin yaygınlaştırılması, risk altındaki çocukların tespit edilmesi ve gerekli müdahalelerin yapılması için kapsamlı bir izleme sistemi oluşturulmalıdır.” dedi.

“OKULLARDA ÜCRETSİZ ÖĞÜN YAYGINLAŞTIRILMALI”

Çocukların nitelikli gıdaya, eğitime ve yaşam koşullarına sahip olması için öncelikle yoksullukla mücadele etmenin önemli olduğunu tekrarlayan Yıldırım, “Ailelerin gelir seviyesini yükseltmek ve sosyal destek programlarını artırmak şart. Okullarda ücretsiz öğün programları daha da yaygınlaştırılmalı, ailelere sağlıklı beslenme konusunda bilgilendirme seminerleri düzenlenmeli. Eğitimde fırsat eşitliğini sağlamak için ise okul altyapısı iyileştirilmeli, öğretmenlerin niteliği artırılmalı ve özellikle dezavantajlı bölgelere daha fazla kaynak aktarılmalıdır. Teknoloji destekli eğitim programları geliştirilmeli ve çocukların çağın gerektirdiği becerileri kazanmaları sağlanmalıdır. Yaşam koşullarının iyileştirilmesi için temiz suya erişim, hijyen ve güvenli barınma sağlanmalı, çocuklar için parklar ve oyun alanları artırılmalıdır. Maalesef günümüzde hâlâ çoğu yerde ciddi su problemleri bulunmakta. Sağlık konusunda ise sağlık hizmetlerine erişim kolaylaştırılmalı, çocuklar düzenli sağlık kontrollerinden geçirilmelidir.” dedi.

“TÜRKİYE’DE BİRÇOK ÇOCUK YOKSUN DURUMDA”

Günümüz ekonomik koşullarında doğan çocukların eğitim, beslenme, sağlıklı ve insanca yaşam olanaklarına erişimi hakkında görüşlerini sorduğumuz Uzman Diyetisyen Dicle Dilan Salman, genç nüfusun artışının sağlanmasının kadın doğurganlığına indirgenmiş durumda olduğunu, aile politikaları, kürtaj ve kadın bedeni üzerinde oluşan tahakküm ilişkilerinin hepsinin sonuç cümlesinin aslında “Her Eve 3 Çocuk” söyleminde bütünleştiğini vurguladı.

Çocuklar için yeterli ve dengeli beslenmenin önemine dikkat çeken Salman, “İnsanların geleceğine dair en ufak bir plan yapamadığı, ekonomik krizin ve yoksulluğun arttığı, gıda krizinin derinleştiği bu dönemde kök nedenlerin üzerinde durmak yerine kadının okuma oranınıın artması, iş istihdamının artması, kürtaj gibi hakları üzerinden sadece kadının üzerine indirgenmiş nedenler tartışılıyor. Oysaki çocukların daha anne karnındaki andan başlayarak üniversiteye kadar geçen süreçte yeterli ve dengeli beslenmediği tartışılması gereken ana konu olmalı.” dedi.

“ÇOCUKLAR YETERİNCE İYİ BESLENEMİYOR” 

“Yoksulluğun derinleştiği evlerde anne karnındaki süreç iyi başlamamış oluyor.” diyerek açıklamasına devam eden Salman şunları söyledi: “Yeterli vitamin, protein, mineral alamayan çocuk, doğum sonrasında da maalesef iyi beslenemiyor. Çocukların hayatlarının ilk 1000 günü olarak tanımladığımız süreçte demir eksikliği gibi beslenme eksikliklerinin bilişsel, sosyal, motor ve fizyolojik sağlıklarını etkileyebileceği hatta beyinlerinin yapısının değişebileceği birçok çalışmada belirtiliyor. Çocukların 0-6 aylık süreçte sadece anne sütü almasını istediğimiz hâlde Türkiye’de birçok çocuk maalesef yoksun durumda. Birçok annenin yetersiz beslenmesi, yoksulluğun etkileri, stres ve diğer birçok durumla birlikte sütü kesiliyor, çocuklar ek gıdaya geçmek zorunda kalıyor. Çocuk okul çağına geçtiği zaman da durum değişmiyor. Açlık devam ediyor, birçok ebeveyn okula beslenme çantası koyamadığı için çocukları okula göndermediğini söylüyor, salçalı su ile beslenen, ekmek bulamayan çocukların sayısı artık çok daha fazla. Çocukların artan açlığı, düşen domino taşları gibi başta fiziksel sağlıkları olmak üzere zihinsel ve sosyal hâllerini de oldukça fazla etkiliyor. Açlık dediğimiz şeyin direkt ölçümü olmasa da çocukların gelişim süreçlerinden, ruhsal durumlarından izleyebildiğimiz, deneyimlediğimiz bir şey. Açlığın sadece fiziksel yönden gelişim geriliğini takip ederek izlenmesi çok yeterli değil. Çocukların beslenmeye erişimlerinin azalması, açlıkla sürekli mücadele hâlinde olması, beraberinde belirsizlikle mücadele etmelerine, sağlık sorunlarının yanında ruhsal olarak da iyilik hâllerinin azalmasına neden oluyor. Açlıkla birlikte, çocuklarda odaklanma güçlüklerinin yaşanması, yeni becerileri öğrenme yeteneklerinin azalması, konsantrasyon düşüklükleri, akademik performansta düşüş, davranış sorunları, gerginlik, daha sık hastalanma, bodurluk, stres, kaygı, hafıza problemleri, motor becerilerde sorunlar gibi çocukları birçok yönden etkileyen sorunlar ortaya çıkıyor. Çocukların eğitimini sadece akademik olarak tartışmak doğru değil, beslenmeden barınma sorununa kadar birçok başlıkta tartışmak ve çözüm üretmek gerekiyor.” 

Bu çözümlerin sadece bireysel olarak ebeveynlere yüklenmemesi gerektiğini belirten Salman, “Devletin her çocuğa karşı sorumluluğu var. Çocukların en temel hakları arasında olan beslenme, barınma, eğitim haklarına dair çözümü devletin üretmesi gerekiyor. Okul yemeği beslenmesi, marketler, koliler, çocukların beslenme takipleri, sağlık takipleri her ne ise acilen başlaması gerekiyor.” vurgusunda bulundu.

Çocuklara Ücretsiz Su Bile Çok Görülüyor!

Sosyal Belediyeciliğin Önceliği Çocuklar Olmalı

Biraz Düşlerine Eğil, Çocukluğunu Göreceksin…