Geçtiğimiz yerel seçimlerden sonra Türkiye siyasetinin yeni gündemine yumuşama/normalleşme tartışmaları hızlı biçimde girmiş görünüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve CHP lideri Özel’in görüşmelerinin ardından görülüyor ki bu gündem bir süre daha Türkiye siyasetinde kendine yer bulacak. İktidar ortağı MHP’nin yumuşama/normalleşme tartışmalarına karşı aldığı tavır da gündemin önemli başlıklarından biri olarak göze çarpıyor.
Öte yandan hayat pahalılığı, geçim kaygısı ve geleceksizlik kıskacında asgari ücret düzenine mahkûm edilmeye çalışılan geniş kitleler ile Türkiye siyasetinin gündemi örtüşmüyor. Emekçiler, gözlerini temmuz ayına dikmiş durumda. İktidar kanadı, yaptığı açıklamalarda zam gündemi için yeni yılı işaret ediyor…
Aynı zamanda, Erdoğan’ın gündeminde yeni bir anayasa var. Peki, tüm bu tartışmalar nereye evrilecek? Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı var mı? Normalleşme/yumuşama tartışmalarının ardında yaşanan asıl şey nedir? Türkiye siyasetini kısa vadede neler bekliyor? Fatih Yaşlı ile Türkiye siyasetinin gündemindeki soru(n)ları ele aldık.
31 Mart seçimlerinin ardından Türkiye siyasetinde özellikle yumuşama/normalleşme tartışmaları ekseninde kimi “değişimler” yaşandığı yönünde yorumlar var. Nasıl değerlendiriyorsunuz, gerçekten bir değişimden söz edebilir miyiz?
Ben “normalleşme” olarak adlandırılan şeyin bizatihi kendisinin “anormal” bir karakter taşıdığını düşünüyorum. Ülke siyasetinin ne zaman “normal” ne zaman “anormal” olacağına bir kişi karar veriyor, bu kararı da seçimlerde aldığı yenilgi belirliyor. Türkiye’de siyaset neden “anormal”di, o “anormal” durumun faili kim(ler)di, nedeni neydi, kimse bu soruları sormuyor. “Normalleşme” ile kastedilenin ne olduğunu, tarafların buna nasıl bir anlam yüklediklerini, bunun içinin nasıl doldurulacağını bilmiyoruz. İki parti genel başkanının tokalaşmasından ve bir odaya kapanıp yanlarına da “sır kâtibi” misali birer kişiyi alarak ne konuşulduğunu bilmediğimiz görüşmeler yapılmasından öteye giden bir durum yok ortada. Yani şeffaflıktan uzak bir süreç yürüyor, görüşmelerin içeriği kamuoyuna açıklanmıyor, görüşme sonrası ortak ya da ayrı ayrı basın toplantısı yapılmıyor, halk bilgilendirilmiyor. Sürecin kendisinin bir somut yansıması da yok üstelik.
Hakkâri’ye atanan kayyum, Sinan Ateş cinayeti, Maarif Modeli’nin kamuoyunun tepkileri dikkate alınmaksızın yürürlüğe sokulması, 1 Mayıs’ta tutuklanıp hâlen cezaevinde tutulan onlarca genç… Ben bu tabloya baktığımda normalleşme de herhangi bir değişim de göremiyorum açıkçası. Ortada 31 Mart sonrası ortaya çıkan tablonun yarattığı bir belirsizlik ve geçiş süreci ile tarafların bu süreci atlatmak için oynadığı bir satranç oyunu var gibi daha çok, iki taraf da bu sürecin geçmesini beklerken süreç sonrasına dair hazırlıkları yapmak adına şu an böyle bir pozisyon almış durumdalar yani.
Yumuşama/normalleşme gündemi nereye evrilebilir? Erdoğan’ın iç siyasetteki hareket alanı daralıyor mu?
Bu gündemin nereye evrileceğini tarafların atacakları adımların neler olacağı belirleyecektir. Örneğin, şu an memleketin en yakıcı gündemi yaşanan derin yoksulluk ve bu yoksulluğun gerisinde bizzat Erdoğan’ın önceki dönemki “Nas politikası” ile şimdi izlenen ve yine Erdoğan tarafından desteklenen Şimşek programı var. Kemer sıkmaya dayalı bu program, enflasyonla mücadeleyi bütünüyle halkın sırtına yıkmaya, yani halkın alım gücünü azaltmaya dayanıyor. Toplumda nasıl bir etki yarattığı da 31 Mart seçim sonuçlarına bakarak kolaylıkla görülebilir. Bu programın bir uzantısı olarak temmuz ayı içerisinde asgari ücrete zam yapılmayacak, memur ve emekli maaşlarına ise gerçek enflasyonun altında kalan zamlar yapılacak, bu da her ne kadar enflasyonda baz etkisiyle bir yavaşlama ve düşüş görülecek olsa da yoksullaşmayı daha derinleştirip yaygınlaştıracak. Çoğunluğu asgari ücretle ya da ona yakınsayan bir ücret düzeyiyle yaşamaya mahkûm edilmiş bir toplum buna ses çıkaracak mı, CHP o sesin çıkmasına öncülük edecek mi, tüm bunları önümüzdeki birkaç hafta içerisinde göreceğiz. CHP yoksulluğa dair kendilerinin “tematik”, benim ise “butik” olarak adlandırdığım birtakım mitingler yapsa da Şimşek programını doğrudan karşıya alan, ona alternatif sunan bir strateji izlemiyor şu an. Ancak toplumdaki hoşnutsuzluk arttıkça buraya müdahale etmesi gerekecek, eğer bu hoşnutsuzluğu büyük mitinglere, milyonların alanları, meydanları doldurduğu, süreklileşmiş bir eylemlilikler sürecine doğru evriltirse, yani iktidarın en korktuğu şeyi yaparsa, bu “normalleşme” denilen şeyin sınırlarına da işaret eder bana göre. Yok, eğer Şimşek programına esastan bir itirazı yükseltmeyip amiyane tabirle halkın “gazını almaya” yönelik bir tutum izleyecekse, bu en çok Erdoğan’ın işine yarayacağı için Erdoğan da buna göre davranacak ve süreç bir süre daha devam edecektir. Bunun dışında elbette ki Cumhur İttifakı’nın kendi içindeki kırılgan ve gerilimli ilişkiyle MHP ve CHP’nin birbirlerine yönelik tutumları da süreç üzerinde etkili olacaktır; özellikle 1 Temmuz’daki Sinan Ateş cinayetinin ilk duruşmasında yaşanacaklar bu söylediklerimin test edilmesi anlamına gelebilir, sürecin gidişatını doğrudan etkileyebilir.
İktidar ortağı MHP’nin yumuşama/normalleşme gündemlerinden rahatsız olduğu yönünde söylemler var. MHP’nin bahsi geçen rahatsızlığı AKP’yle arasının bozulmasıyla, bir başka deyişle ittifakın dağılmasıyla sonuçlanabilir mi?
MHP kurulduğu günden beri bir “devlet partisi” olarak hareket etti, 15 Temmuz darbe girişiminden beri de “AKP devleti”nin partisi olarak yoluna devam ediyor, 15 Temmuz sonrası ortaya çıkan devlet içi yeni güç dengelerinin ve yeni devlet mimarisinin bir parçası olarak karşımızda duruyor. AKP’nin önce liberallerle sonra Gülen Cemaati’yle köprüleri atmasının ardından ortaya çıkan müttefik boşluğunu MHP doldurdu ve bu hamle ona parti tarihi boyunca görülmemiş bir avantaj sağladı. O da şudur: MHP, Milliyetçi Cephe hükümetlerinde resmi koalisyon olduğu dönemlerde bile devlet içerisinde böyle etkili bir kadrolaşma harekâtı gerçekleştirememişti; şimdi ise başta emniyet ve yargı olmak üzere inanılmaz bir kadrolaşma süreci yaşanıyor. Dolayısıyla MHP yüzde 8-10 civarındaki oyu ile son derece orantısız bir şekilde devlet içerisindeki gücünü artırmış durumda. “Normalleşme” sürecinden duydukları rahatsızlık da bununla ilgili. Az önce anlattığım üzere sürecin henüz somut bir çıktısı yok ama evrileceği yer AKP açısından MHP’siz yola devam edebileceği bir yere çıkabilir mi endişesi var MHP’de, bu yüzden de AKP’yi paçasından tutmuş ve bırakmayan bir tutum içerisindeler. AKP ise henüz MHP’nin yerine koyabileceği yeni bir müttefik bulabilmiş değil. En güçlü aday İYİ Parti’nin bile hâli ortadayken bu saatten sonra MHP kalibresinde bir ortak bulması pek ihtimal dâhilinde görünmüyor. Öte yandan bir AKP-CHP koalisyonunun ya da CHP destekli bir AKP geçiş hükümetinin de kısa vadede söz konusu olacağını düşünmüyorum. Dolayısıyla bir tür “simbiyotik ilişki” karakteri taşıyan AKP-MHP ittifakı –eğer öngörülemez, olağanüstü bir şey yaşanmazsa diyerek şerh düşelim- iç gerilimleri ve kırılgan niteliğiyle de olsa yoluna devam edecektir.
Erken seçim de tartışılan başlıklardan biri olarak ön plana çıkıyor. Türkiye’de kısa vadede erken seçim bekliyor musunuz? Koşullar iktidar değişikliği için uygun mu?
“Eski Türkiye” olsaydı 31 Mart seçimlerinden çıkan sonuç ya iktidardaki partinin erken seçim kararı almasını ya da muhalefetin iktidarı erken seçime zorlamasını beraberinde getirirdi. Ancak artık eski Türkiye yok, çünkü resmi olarak adı konulmasa da ve temelleri sağlam olmasa da AKP, partileşmiş bir devlet ve devletleşmiş bir partide somutlaşan yeni bir rejim inşa etmeyi başardı. Dolayısıyla ne AKP kendiliğinden erken seçime gider ne de muhalefetin onu erken seçime zorlaması eskisi kadar kolay bugünkü Türkiye’de. Ancak bu söylediklerim “Bu iktidar o kadar güçlü ki, kimse onu erken seçime zorlayamaz.” şeklinde anlaşılmamalı. Bilakis, Türkiye tarihi bize kemer sıkma programı izleyen partilerin o program kendi hedeflerine ulaşsa bile sandıkta yenildiğine dair çok sayıda örnek sunuyor. Eğer muhalefet kürsülere sıkışmamış, sözden ibaret olmayan, halkın öfkesini politize eden, alternatif bir iktisat programı sunan, iktidarın meşruiyetini azaltan ve tüm bunlar üzerinden onu sıkıştıran bütünlüklü bir yol haritası izlerse elbette ki erken seçime gidilebilir. Şu an için CHP’nin böyle bir yönelim içerisinde olmadığını hatta “normalleşme” sürecinin Erdoğan’a nefes alma ve yeniden oyun kurma fırsatı verdiğini söyleyebiliriz. Ancak önümüzdeki süreçte muhalefetin tutumundan ayrı ve kendiliğinden bir toplumsal muhalefet dalgası ortaya çıkarsa, CHP de buna kayıtsız kalmak gibi bir tutum sergilemezse o zaman bugünkü tablonun da değişme ihtimali söz konusu olacak ve ülkede erken seçim konuşulmaya başlanacaktır.
Erdoğan’ın önemli gündemlerinden biri de “sil baştan” anayasa gündemi. Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı var mı? Erdoğan’ın ısrarlı anayasa vurgusunun temel sebebi nedir?
Anayasalar verili güç ilişkilerinin, siyasal, toplumsal, sınıfsal konumlanışların bir sonucu olarak ortaya çıkar. 12 Eylül anayasası da sola ve emek hareketine karşı sermaye tarafından yapılmış bir darbenin ihtiyacı olarak ortaya çıktı, bütün muhalefet dinamiklerinin yok edilmesine yönelik bir arayışın ürünüydü. Zamanla çok sayıda maddesi değiştirildi, ilk hâlinden hayli uzaklaştı ama hâlâ Türkiye’nin sermaye düzeninin anayasası olarak bir işlevi bulunuyor. Bana göre verili konjonktürde Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı yok çünkü ne sermaye sınıfının ne de halk kitlelerinin böyle bir talebi var. İçinde bulunduğumuz mevcut siyasal durum anayasa üzerine verilecek, verilmesi gereken bir güç mücadelesine işaret etmiyor. AKP ise yapması neredeyse imkânsız olmasına rağmen yeni anayasayı çeşitli nedenlerle istiyor. Her şeyden önce AKP tarzı rejim inşa eden partiler dururlarsa düşerler, dolayısıyla toplumun önüne sürekli onları oyalayacak ve sandığa yöneltecek yeni gündemler koymaları, sandıktan aldıkları güçle ve “milli irade” söylemiyle yollarına devam etmeleri gerekir. Bana göre yeni anayasa gündemi her şeyden önce bununla, yani AKP’nin gündem yaratmaya ve kendini sürekli bir şekilde onaylatmaya duyduğu ihtiyaçla ilgili. İkinci olarak çok pragmatist bir neden var: Erdoğan “Her şeye rağmen yeni bir anayasa yapabilir ve oraya ölene kadar iktidarda kalmamı sağlayacak hükümler koydurabilir miyim?” diye düşünüyor, bunu hayata geçirebileceğine dair az da olsa bir umudu var. Üçüncüsü ise rejim inşa eden bir lider olarak Erdoğan, 1923’le hesaplaşmanın son uğrağının yeni bir anayasa olacağına, kendisiyle anılacak bir anayasanın siyasi hayatının en büyük başarısı olacağına inanıyor. Bunu gerçekleştirme ihtimali, özellikle 31 Mart sonrası son derece düşmüş durumda ama yine de çok küçük bir ihtimal var çünkü Erdoğan’ın karşısında hiçbir zaman onun rejim inşa eden bir lider olduğunu görüp buna göre strateji belirleyen bir muhalefet olmadı, şu anda da olduğunu söylemek pek mümkün değil. O yüzden de “düşük de olsa” diyerek bir ihtiyat payı bırakmayı tercih ediyorum.
Ekonomik kriz, hayat pahalılığı, geçim kaygısı ve geleceksizlik… Türkiye’de halkın gündemiyle ana akım/yüksek siyasetin gündeminin örtüşmediğini gözlemliyoruz. Bu kesişimi/örtüşmeyi ne(ler) sağlayabilir?
Az önce söylediğim üzere CHP, Şimşek programından hoşnutsuz kitlelerin sorunlarını gündeme getirecek “butik” mitingler yapıyor ama bunlar belli bir rotaya doğru akan, sürekliliği olan, halka alternatif sunan ve iktidarı sıkıştıran bir nitelik taşımıyor. Bunun zamanla değişip değişmeyeceğini göreceğiz, özellikle temmuzda asgari ücrete zam yapılmaması hâlinde CHP’nin takınacağı tutum bir tür turnusol kâğıdı olacak. 31 Mart seçimlerinde yoksulluk gündeminin yükselttiği iki parti vardı biliyorsunuz: CHP ve Yeniden Refah Partisi. 90’ların Refah Partisi’nin izlediği örgütlenme modeliyle emekçilerle ve yoksullarla belli bir ilişki kurmayı başardı Yeniden Refah ve bunun karşılığını da sandıkta aldı. Son Avrupa Parlamentosu seçimlerinin de gösterdiği üzere neoliberal politikaların yoksullaştırdığı halk kitleleri düzen siyasetinden ve merkez partilerden uzaklaşarak yeni seçenekler arıyor, sosyalist solun yokluğunda ise bu arayış radikal sağ akımların güçlenmesine yol açıyor. Türkiye, farklı fraksiyonlarıyla radikal sağın her türlüsünün zaten güçlü olduğu bir ülke, sosyalist sol ise son derece zayıf. İzlenen sermaye yanlısı neoliberal programın karşısına güçlü bir alternatifle çıkan, toplumsal hoşnutsuzluğu örgütlemeye aday, emeğiyle geçinen kitleleri siyaset sahnesine çıkaracak, emek hareketini güçlendirecek bir sosyalist siyasete ihtiyacımız var. Kısa vadede böyle bir seçenek pek mümkün görünmüyor açıkçası ama Gezi’nin sınıf karakterli bir versiyonuyla, yani kendiliğinden ortaya çıkacak bir toplumsal muhalefet dalgasıyla karşılaşırsak, sosyalist siyaset de çok hızlı bir sıçrama gerçekleştirebilir.