Edebiyatta Bireyin Politikası: Tezer Özlü’nün Öyküleri

Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde Tezer Özlü’nün babasına ne kadar kızgın ve kırgın olduğunu, onun eksikliğini yaşadığını görüyoruz. Babası asker olduğu için fazla disiplinli birisi, çocukken hep ondan sevgiye dair bir şeyler beklerken bu yalnızca bir beklenti olarak kalıyor. Dönüş isimli öyküsü de babasının yokluğunun, eksikliğinin intikamını çıkarırmışçasına sivriltilmiş bir kalemle sanki öykü yazar gibi değil de ailesinden intikam alırcasına kalemi onların göğüslerine saplar gibi yazılmış. Özellikle öykünün son cümlesinde beyhude bir af imgesi çıkarıyoruz: “Sayı sayıyorum. Hiç olmuyor. Sonu gelmiyor. Ellerimi de oynatamıyorum. Belki bir gün kalkacağım. Kucağıma alacağım babamı. Tarlalar üzerinde yürüyebileceğiz. Ve sonra kendimi onunla birlikte gömeceğim.” 

Eski Bahçe öyküsünde ismi gibi, çocukluğunun eski bahçesini anlatıyor Tezer. Muhtemelen gençliğinde bu bahçeye bir ziyarette bulunuyor ve anlar birbirine giriyor. Buradaki travma okumasını anlatının karışıklığından anlamamızı istiyor. Gayet de başarılı bir biçimde karmaşıklaşıyor öykü. Bir öyküden çok bir anı gibi ama birden fazla anı. Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde anlattığı ninesinin ölümüyle yüzleşmeye çalışır gibi bir anı. Hâlâ çocukluğuyla barışamamış bir Tezer seçiliyor kelimelerin yığınlarında. Kitabın ilk iki öyküsünde ayan beyan seçilemeyen bir cinsel dürtü de dikkatimizi çekmiyor değil. Buna daha sonra değinmek gerekeceğini düşünüyorum.

Tamamen geçmişini kurcalayarak korkularıyla yüzleşip, ölümle barışır veya ölümü kavramaya çalışır bir hali var Kar öyküsünde Tezer’in. Bir şeyi bilmeliyiz ki, bütün öyküler kendi öz yaşamıyla, geçmişiyle hesaplaşma veya sorgulama; bütün bir öfkeyi ve hüznü defterden çıkarma hali. Bu öyküde de oldukça imgelerini kurcalayan bir anlatı tercihinde bulunuyor Tezer. Mesela yine karşımıza ninesinin ölümü çıkıyor ama ninesiyle kendisini karıştırır bir intihara teşebbüs durumu var. Annesinin şefkatli kollarında vuku bulmaya çalışan bir ölüm imgesi var ve çocukluk korkusu olan farelerle anlatmaya çalışmış içerisinde bulunduğu buhranlı sancıyı.

Amerikan Komşum Willy isimli öyküde o dönemlerde çektiği sancıları, ninesinin atlatamadığı ölümünü, geçmeyen beyaz yaka hayatının sancılarını ve buhranlarını duyumsayıp yazmaya ve haykırmaya başlıyor, bu öyküde Tezer’in o dönemki dertlerini çıkarsıyoruz aslında ve siyasete de duyarsız kalmadığını öykünün son kısmında bir ufak belli ediyor bize. Tezer’in bu ve önceki Gabuzzi isimli öyküsünde anlıyoruz ki, yazmak için yaşayanlardan değil yaşamak için yazanlardan Tezer. Bu yüzden yazdığı her şeyi aslında kendisini hayatta tutsun, bunlar bulunsun ve hayatı basitçe bitmesin diye yazarak kendini ve dertlerini insanlara duyurmak istedi. Bununla birlikte edebiyatın bazı kurallarını da yıktı, her şeyi kendine göre oluşturdu, çoğu sabit anlayışa kafa tuttu ve edebiyatın da bu sabit anlayışlarını yıktı. Öyküsünü, yazısını daima kendine göre biçemledi. Çok fazla erkek yazarı bir kadının “açık seçik” kendi cinselliğini anlatmasıyla çileden çıkardı, kendi hayatından yola çıkarak yazdığı, hayatını bir nevi belgeleyerek yaşadığı ve edebiyatı yaşamdan da çok koparmadığı için iyi bir yazar olmamakla da suçlandı. Oysa edebiyat biraz da kişiseldir. Edebiyatın hep toplumsal yanını, toplumsal tarafını savunmuşumdur fakat edebiyatın bireyci yönünü de atlamamak gerekir.

Tezer Özlü, edebiyatı salt bir yaşam kaynağı olarak değil aynı zamanda bir eylem alanı, eylem aracı olarak da görüyordu. Yaşamı bireysel başkaldırılarla doluyken, kadın olmanın mücadelesiyle geçmişken edebiyatına da bunu yansıtarak edebiyatı bir protesto biçimi olarak kullanıyordu. Onun mücadelesi yaşamaklaydı, o da yaşamın güçlüğünü, yazarak hafifletip aynı zamanda bu yaşamı ona zorlu kılanlara karşı edebiyat vesilesiyle mücadele ediyordu. “Bir yazarı en iyi kendi cümleleri anlatır. Tezer Özlü başkaldıran bir insan olarak yaşamıyla yüzleşmesini yazıyla sağlamıştır. Çevresindeki telkinler ya da uygun görülen durumsallıklar, kurumsal dayatmalar onda çok karşılığını bulmamıştır; o çevresinin ‘delisidir’ belki ama kendisinin de efendisidir; uyumsuz, aklın sınırsızlığında kendi varlığını ve dünyayı anlamlandırabilen bir yazardır.”(1) Bu elbette sadece insanlar veya yaşamın varoluşçu felsefi problemleriyle ilgili değil aynı zamanda zulüm düzenleri ve iktidarlarıyla da alakalıydı. Tezer Özlü bunu da fark edememiş değildi. Hatta Tezer’in Pavese’ye belki de bu kadar yakın hissetmesi hem iktidar hem de toplum tarafından baskılanmış bir karakter olmasıyla da alakalıdır. Yani ikisi de varoluşçu buhranlardan etkileniyorlar fakat bu varoluşçu buhranlara sadece bireyler veya toplum katkı sunmuyor, iktidarlar da bizatihi bu muhafazakârlaşmış toplumların birer yaratıcısıdır. Dolayısıyla bunun bir diğer sorumlusu da iktidar biçimleridir. Karşılarında buldukları bu muhafazakâr toplumun müsebbibinin iktidarlar olduğunu fark edebildikleri için mi böyle bir yaşamak kaygısının içerisine düşüyor acaba bu yazarlar?

Edebiyat Tezer Özlü için kişisel bir propaganda amacıdır. Yaşamının buhranlarını, yaşadıklarının acısını bir nevi intikam alırcasına kaleminden çıkarır bu yüzden ölümü, yazmakla ve yaşamakla bir tutar. Hatta bu yüzden Yaşamın Ucuna Yolculuk kitabının ilk adı Bir İntiharın İzinde’dir fakat Ferit Edgü’nün müdahalesiyle kitabın Türkçe baskısındaki ismi değişir. Ferit Edgü mektubunda şöyle der: “Kitabına ne güzel yakışırdı Yaşamın Ucuna Yolculuk. Ama sen İntiharın İzi’ni seçmişin. Hele alt başlık /Pavese üzerine çeşitlemeler) kendi kendine bir haksızlık. Belki başlangıçta bu izi sürmek istedin. Ama sonra, sürdüğün iz, bir de baktın ki kendi izin. Üstelik intiharının değil, yaşamının izi. İnsanlarla dolu yalnızlığının izi.” (2) Yine keza Ferit Edgü şöyle bahseder Tezer’in yazınından: “O, çektiği acıları kullanarak, ortaya koymadı yapıtını. Çektiği acılardan bir yapıt yarattı. Diyebilirim ki varoluşunu yazarken gerçekleştirdi.” (3) Çektiği acıları kullanmak gibi bir gaye taşımadığını, zaten acılarından sıyrılabilmek amacıyla yazdığından anlayabiliriz. Tezer’in mücadelesi kişisel değildir bana kalırsa, böyle bir anlatı savunduğum anlaşılmasın. Nitekim edebiyat topluma ve kişilere ulaşabildiği sürece kişilerle sınırlı kalmaz, ayrıca toplumun kurallarına ve kurumlarına başkaldıran birisinin mücadelesini salt bireysele indirgersek de açıkça ayıp etmiş oluruz. Tam da burada bir kez daha tekrarlamak lazım: Edebiyat bir başkaldırıdır, bir başkaldırı biçimidir. Yeri gelir topluma, yeri gelir bireylere, yeri gelir iktidarlara, yeri gelir en yakınındakine başkaldırır. Çünkü edebiyat en nihayetinde bir kendini ifade etme biçimidir ve sanırsam Tezer Özlü’nün bu ifade biçimini seçmesinden büyük memnuniyet duymamız gerekir. Yalnızca aydın erkeklerin kadın cinselliğini kabullenememiş olmalarını gün yüzüne çıkardığı ve içlerindeki muhafazakârlığı afişe etmesi bile onun yazınının politikliğini temsil eder. Ayrıca Tezer’in bireyciliğinden yeri geri çok hayıflanır olsam da Emek Erez’in değindiği şu nokta da önemli: “Tezer Özlü bireyciliği, aslında kendine has bir bireycilik örneğidir. Bencillikten uzak dünyanın bireye yük ettiği acıdan beslenen bir bireylik hâli… Umursamaz gibi görünen ama içinde etrafında olup bitenlere dair fırtınalar kopan bir durumdur bu. Bu nedenle Tezer Özlü’yü ya da onun üretimlerini tek bir kategoriye hapsetmek anlamsız olur.” (4)

Café Boulevard kısaca bir mekân tasviri. 70’lerin bir nevi klasikleşmiş mekânı olan ve hippilerin çok fazla gidip geldiği bilinen bu mekânın duygudaşlığına değiniyor bu öyküsünde Tezer. Aynı zamanda sıcak dostluklara misafirlik ediyor ve yine gelip geçen anlar bir nevi öyküde hayat buluyor. Aslında çoğu zaman anlar, kalıcılığını yitirmiş biçimde sadece anların içerisinde ölmüş oluyor fakat bu gibi öyküler, fotoğraflar veya mekânlar üzerine yazılan, çizilen, çekilen her şey; bunlar bu mekânların ruhunu ve varlığını yaşatan asıl şeyler olarak kalıyor. Yazarlar aslında belirli yerler ve mekânlar üzerine yazdıkları yazılarla mekânların tarihini ölümsüzleştirmiş oluyorlar. Bana kalırsa edebiyatın büyülü yanlarından biri de bu; mekânları belleklerde yaşatmasıdır. Nitekim Café Boulevard hâlâ İstanbul’da açık olan bir mekân, esas Café Boulevard mıdır işte onu bilmiyorum.

Biraz Agnès Varda’nın Du Côté De La Côte (Sahilde) isimli belgeselini, biraz öykünün yazıldığı tarihten ileriye dönük olarak Aslı Erdoğan’ın Kabuk Adam’ını anımsatan Diskotek Brazil öyküsü; biraz İtalyan gettoları biraz Fransız gettolarında dolaşan, Cannes, Nice ve Riviera’da geçen siyahilerin yaşam bölgelerini, eğlencelerini, hayatta kalma ve yaşam biçimlerini ele alan bir öykü esasında. Tezer Özlü yine kendisi dolaşarak, deneyimleyerek yazmış bu öyküyü, zaten Tezer’in öykülerinin en belirgin kısmı anlatıcının hep kendisi olması, yani birinci şahıs anlatısıdır. Öykü Agnès Varda’nın bahsettiğim belgeseliyle birleştiğinde çok tatlı bir Fransız sahili havası esecektir. Ve tabii İlyas ve Zelda gibi aslında pek tanıyamadığımız ama onları tanıtan nihai özellikleri olan yan karakterlerin de olduğu bir öykü. Her zaman dediğim gibi bu yan karakterlerin hepsi hayatımızın birer parçası. Yine keza Agnès Varda’nın Du Côté De La Côte belgeselinde görseller üzerine anlatı da giriyor fakat anlatısını bitirdikten sonra aynı görselleri farklı karelerle bezeleyip doğanın seslerini (hava, deniz, dalların çıkardığı şırıltılar gibi) ekliyor. Tezer’in bu öyküsündeki bazı kent tasvirlerini o belgeseldeki görsel sahnelerle de pekâlâ eşleştirebiliriz.

Eski Liman öyküsünde İzmir ve Antalya gibi yazlık yerlerin, antik kentlerin anlatısıyla sürerken siyasi bir alt metin de işleniyor. Öykünün 1976’da yazıldığını ele alırsak, ihtilal sonrası durdurulamamış sol hareketten ötürü bir sonraki ihtilalin ayak seslerinin duyulduğu ve hükümetin sürekli olarak el değiştirdiği bir dönemde geçiyor; karakolların işkence hanelere çevrildiği bu süreçte uçak kaçırma suçlamasıyla gözaltına alınan bir arkadaşının işkenceye uğradığı için duyduğu suçluluk duygusunu görüyoruz Tezer’in, duvarlarda yazan sloganlara değinmeden geçemediğini, hippilerin yazlık yerlerinde yine onların yaşam alanını gözettiğini okuyoruz ve devrimci olduğunu vurguladığı bir kısma da rastlıyoruz: “Devrimci inançları olan kadınların sert, militan bir dış görünüşe bürünmelerine karşıyım. Kadın, kadın olabilmeli. Bu da kolay değil. Halklara olan sevgisini, insan ancak bireylerle olan ilişkilerinde geliştirebilir. Çok sevmeyen, çok sevişmeyen birinin insancıl bile olabileceğine inanmıyorum, diyorum.” Öykünün kentsel anlatısına ekstra değinmekten ziyade bu konu üzerinde durmak istedim.

Genellikle ferah bir karanlığı, huzursuz bir sakinliği vardır Tezer Özlü’nün kent yorumlarının. Yaşayanlar, Ölenler isminin verildiği öyküsünde sanki pencereden bakıp da tasvir edildiğini düşündüğüm bir kent sekansı çıkıyor karşımıza: “Yıllarla yükselmiş, başka başka biçimler oluşturan çam ağaçlarını, eski tahta evleri. Eski evler arasında yükselen beton yapıları. Ve bir göl gibi genişleyen deniz parçasını.” Yine aynı öyküde başka bir kent/mekân tasviri görüyoruz: “Ortada, iki yanlı uzanan, sıralanan restore edilmiş yapılar, ya da yıkılanların yerine kurulmuş yeni, beton, düz, yüksek, geniş iş hanları kilometre kilometre iniyor yıkık kiliseye dek. Lokantalar, seks dükkanları, mağazalar, büyük mağazalar, güneş ve denizin vitrinlerinde renkli (ölü) posterlerle bankalara, konsolosluklar, demir kapının gerisinde yöre polis merkezi, sinemalar, her zaman beni ürküten sanatsal siyah-beyaz fotoğrafların girişine asıldığı tiyatrolar, diskotekler art arda kilometre kilometre uzanıyor. Yer altında metro var. Metrolarda yaşlılar, gençler, yabancılar yerliler, eroin içerek ölmeye çalışanlar. İşte büyük bulvar burada.” Aslında Tezer’in kent tasvirlerinde şehre karşı öfkesini de görürüz. Kentlerin içerisine birer sis gibi çökmüş olan insanların adımlarıyla şehirleri kirlettiğini hissederiz onun betimlemelerinde. Kent yalnız bir figürdür. Bu yüzden yazdıklarında yağmurlu ve sisli havaları ve geceyi daha çok sevdiğini söyler Tezer. Çünkü bütün betonarme yapıların ardında suların, yeşilliklerin, sokak lambalarının parıltısının altında birer anlam vardır. Gece yalnız başına yapılan yürüyüşlerde sahil kenarından geçerken duyulan suyun sesi seninle konuşur, hışırtılarıyla yeşilliklerin ürpertisine düşersin. Yağmurda sokak lambalarından yansıyan ışıkta kendini görürsün. Yalnız başına sokaktasındır. Ama aslında yalnız değilsindir. Bu kent sana aittir. İnsanlar yoktur. Tezer’in de nefret ettiği arabaların korna sesleri ve egzoz kokuları yoktur.

Kitabın bundan sonraki öykülerinde daha otobiyografik bir yerden ilerleyerek, kendi yaşadıklarından yola çıkarak toplumsal vurgulara adım atmış Tezer. Özellikle iki farklı öyküye bölünmüş 1980 Yazı Güneşi öykülerinde dönemin askeri koşulları altında gözle görülen bir asker kuşatmasına karşı olan bir nefret ve kızgınlıkla ilerliyor öykü. Tezer Özlü’nün -artık herkesin bildiği- meşhur sözü: “Burası bizim yurdumuz değil, bizi öldürmek isteyenlerin yurdu” sözünü kurduğu, aynı zamanda hayatımıza Kanlı 1 Mayıs diye geçen 1977 1 Mayıs’ı Leyla Erbil’in anlattığından ziyade Tezer Özlü’nün öyküsüne de şöyle yansımıştır: “Altı yüz bin kişinin (belki de daha çok) doldurduğu güneşli 1 Mayıs bayramını akşama doğru kırk ölü, yırtık bayraklar, kırılmış sopalar, yerde kalmış ayakkabılar, eller ve parçalanmış tüm değerlerle bırakıyor. Birkaç saat önce saklandıkları kahveye kurşunlar yağıyor. Ölüm sırtlarında, kafalarında. İlkgençlik yıllarından beri büyük kentin tüm sokaklarında.” Aslında bu çift öyküde kendisinden bir üçüncü kişilik olarak bahsederek yine yaşadıklarıyla hesaplaşmanın peşinde Tezer. Bu öykülerde kendi sorunlarını ön plana koyarak hareket etmiş olsa da aslında toplumsal problemlere karşı duyarsız olmanın da mümkün olamayacağını, bu problemlere de duyarsız kalmadığını gösteren nitelikte birisidir Tezer. Gerçekten ona kulak verirsek bu sorunları es geçmediğini, hayatında hep bir yerlerde karşısına çıktığını görürüz: “Tezer Özlü’nün yaşamı, aslında modern bireylik durumunun getirdiği “normalliklere” uygun olmamasından dolayı bu kadar acı ve buhran içerir.  O bu “anormalliğinin” bedelini kliniklerin soğuk odalarında narkozlarla ve elektroşoklarla öder. Çünkü modern dünyanın dışında olmak, farklılık ve kapatılmak anlamına gelir. Modern toplum, Foucault’nun ifade ettiği gibi, denetlemeyi yalnızca adâlet yoluyla değil psikiyatrik ve kriminolojik, tıbbî, pedagojik kuruluşlarla bedenlerin yönetilmesi ve bir sağlık politikasının oluşturulması içinde kullanır. Tezer Özlü tam da bu durumu yaşıyor olmalıdır; çünkü çocukluğu, gençliği herkes gibi olamaması, çevresini onun kapatılması gereken bir ‘deli’ olduğu imajına inandırmıştır. Oysa Tezer Özlü için bu farklılık durumu, yalnızca kendisi olabilmek isteğidir.” (5) Öykünün sonlarına doğru da bunu kanıtlar bir anlatım görüyoruz: “Kadın hastaneden çıkarken güçlükle adım atıyor. Sabah olmuş. Hastane bahçesi olağanüstü. Öyle bir gerilim var ki. Bu kez sabah hastane yakınında sabahın ilk saatlerinde öldürülmüş, ülkenin en önemli sendikacılarından (6) birinin cesedi geliyor acil servise.
Kadın, Taksim Alanı’ndaki çiçek satan çingenelerin önünden geçeli henüz yirmi iki saat olmuş.

Geri kalan öykülerin hepsi otobiyografik kısa anlatılardan oluşuyor, hepsi birer andan ibaret. Yaşamsal anları yansıtıyor. Tezer’in klasik tarzıdır anılarını anlara, anlarını hikâyelere çevirmek. Aziz Nesin’in dediği: “Hemen bütün kadın yazarlar gibi kalemini kendine daldırıyor, mürekkebini kendinden çekiyor.” (7) Tabii Nesin’in bu yazısını olumlu bulmadığımı belirtmek zorundayım. Ayrıca bu benzetmenin ardından dediği “Hele bir de başkalarını anlatsın bakalım.” sözüne gerek olmadığını düşünüyorum. Çünkü böyle son derece yerinde bir benzetme yaparak aslında kendi eleştirilerini yanıltmış oluyor Aziz Nesin burada. Tezer Özlü’nün varoluşçu bir edinim kazanan, kalemini kendine daldıran anlatım biçimine Emek Erez şöyle bir yorum getiriyor: “Yazma edimi bir varoluş kaygısı ve çabasıdır aynı zamanda; yazarlar kendi yaşamsal durumlarıyla başa çıkamamanın verdiği bir dünya yüküyle yazmaya yönelirler. Çünkü yazmak bireyin içsel hesaplaşmasıdır, aşkla, savaşla, doğayla, nefretle ve daha pek çok insânî durumla. İnsan kendine ve dünyaya katlanamadığı anda kendi varoluşunu kaleme devreder. Yazarların kişisel yaşamlarına baktığımızda da aslında yazma çabasının bir varoluş çabasına dönüştüğünü görürüz. Tezer Özlü’nün etkilendiği yazarlar için de bu böyledir. Acı dayanılmaz olduğunda yazmak yaşatıcıdır çünkü.” (8)

Bugün bu öykülerin bir kısmını üçüncü, bir kısmını ikinci defa okuyorum. Önceki okumamla karşılaştırabilmek için farklı bir baskıdan okudum. Tezer’i ilk okuduğumda oldukça fikirsiz bir çocuktum. Kendimle bağdaştırdığım çok fazla varoluşsal kaygıyı gördüm. Benimle birlikte aynı acıları çektiğini düşündüm. Tam da bu nedenle onun edebiyatına ve hayatına karşı ayrıca bir yakınlık geliştirdim. Tezer’i ilk okuduğumda herkes gibi onun depresif, karamsar gözüken yanlarına eğildim. Onun politik yönünü ve mücadelesini kaçırdığımı düşünüyordum. Oysa geriye dönük okumalarıma baktığımda aslında o zaman bile politik olana kayıtsız kalamadığımı ve çizikler bıraktığımı fark ettim. Aslında edebiyatın kendisi devrimcidir. Politik olana asla kayıtsız kalamaz. Tam da bu yüzden Tezer Özlü edebiyatla kesişen yazgısı gereği politiktir.

DİPNOTLAR:

(1) Emek Erez’in yazısından. https://emekerez.wordpress.com/2020/09/10/tezer-ozlu-her-seyin-disinda-ve-hicbir-yerde-3/

(2) “Her şeyin Sonundayım” Tezer Özlü-Ferit Edgü Mektupları (1966-1985), Alfa Yayınları, Syf. 43.

(3) Edgü, a.g.e. Syf. 5

(4) Erez, a.g.y.

(5) Erez, a.g.y.

(6) Öykünün 1980 yılında yazıldığını düşünürsek Kemal Türkler cinayetinden bahsediliyor.

(7) Aziz Nesin, Okuma Güncesi, Nesin Yayınevi. Çocukluğun Soğuk Geceleri’ne dair yazısından. Syf. 130.

(8) Erez, a.g.y.

“Füruzan Diye Bir Öykü”

“Kadınlar Bu Düzeni Karşılarına Alarak Yazıyorlar”