Sinema, ticari ve politik düzeyde egemen kültürün hizmetine sunulmuş endüstriyel bir üretim alanı. Ancak bununla birlikte egemen kültürün dayatmasına direnen sanatçıların kendini ifade edebildiği, hem bağımsız ürünlerle hem de zaman zaman ana akım sinema anlayışları içinde kendine yer bulan sinemacılar sayesinde özel filmler üretebiliyor. Bu kültürel ve ekonomik hegemonya içinde farklı düşüncelerin, kültürlerin, yaşayış tarzlarının filmler yoluyla aktarılabilmesi de buna bağlı.
Onur ayının kutlandığı bugünlerde sinemanın bu yönünü anımsamak gerekli. Zira bu anlamda ezilenlerin, ötekileştirilenlerin mücadelesine ses veren filmler, genel geçer ana akım sinemanın sunduğu sanal dünyaları fark edip gerçeklerle yüzleşmemizi sağlıyor. Özellikle de son dönemde Queer sinema içinde üretilen filmlerin sayısında artış var. Biz de bu dosyamızda Pride’ı konu alan, hikâyesinin arka planında Onur Ayı’na yer veren filmleri derlemek istedik.
STONEWALL:
Onur Ayı’dan bahsedilince anılması gereken ilk film elbette Stonewall oluyor. 1995 yapımı filmin çıkış noktası eşcinsel tarihçi Martin Duberman’ın “Stonewall” adlı hatıra metnine dayandırılmış. Film ve dolayısıyla hatıralar, bahsi geçen Stonewall ayaklanmalarından önceki birkaç haftayı kapsıyor.
Tabii hikâyenin büyük ölçüde kurgu olduğunu belirtmek lazım. Bununla birlikte ayaklanma hareketi sırasında Stonewall Inn’deki pek çok kişiyle yapılan konuşmalar da filmde yer almış. Bu anlamda film, bir yanıyla belgesel bir açılım da kazanıyor.
Stonewall’la ilgili eklememiz gereken bir ilginç not da filmin yönetmeni Nigel Finch’in film gösterime girdikten bir süre sonra AIDS sebebiyle yaşamını yitirmiş olması.
Unutmadan bu ilk Stonewall filminin tiyatroya da uyarlandığını ve 2007’de Edinburgh Film Festivali’nde ve Londra’da gösterildiğini atlamayalım.
STONEWALL’UN 2015 UYARLAMASI
Büyük bütçeli Hollywood prodüksiyonlarıyla bilinen Alman kökenli yönetmen Ronald Emmerich, 2015’te seyircilerin karşısına Stonewall ayaklanmasına ilişkin bir stüdyo filmiyle çıkar. Tartışmalar daha fragman gösterilir gösterilmez başlar elbet. Aslında çekimler sürerken, Ronald Emmerich’in film stili bilindiği için böyle tarihsel öneme sahip bir konuyu doğru biçimde yansıtamayacağına dair tartışmalar alıp yürümüştür. Emmerich, bu filmle ilgili tarihsel gerçekleri çarpıttığı ve hikâyeyi olabildiğince yumuşatarak ticari sinemanın ekmeğine yağ sürdüğü eleştirilerine maruz kalır.
Gerçekten de film izlendiğinde abartılı oyunculukları, janjanlı görüntüleri ve görkemli geniş açılarıyla bir ayaklanmanın profilini çizmekten çok oradan epik bir drama çıkarma derdi hissedilir. Bu duygu da özellikle LGBTİ+ toplulukların filmi samimi bulmaması için yeterli olur.
Film Stonewall ayaklanmalarını, merkezine 20’li yaşlarında bir eşcinseli koyarak anlatmayı dener.
MILK
Gus Van Sant LGBTİ+ yaşamı ve kültürü üzerine oldukça değerli filmlere imza atmış bir yönetmen. Sant’in 2008’de çektiği Milk, Amerikalı eşcinsel Harvey Milk’in yaşamı ve kimliği etrafında gelişir. Aktivist Harvey Milk, binlerce insanı örgütlediği Onur Yürüyüşleriyle bilinen, Queer mücadeleye çok büyük katkısı olan bir isim. Filmde, Harvey Milk’e, hemen her role kendinden özel bir şeyler katmayı bilen Sean Penn hayat vermiş.
Çekildiği dönemde festivallerden pek çok adaylık ve ödülle ayrılan Milk’in 1993 yapımı Philadelphia filmiyle akrabalık bağı kurduğu da söylenebilir. Sinema sektörü açısından değerlendirmek gerekirse büyük film stüdyolarının ve büyük oyuncuların da eşcinsel bireylerin hikâyelerinde başarılı biçimde rol alabileceklerini ve geniş kitlelere seslenen filmler üretilebileceğini kanıtlar.
PRIDE
2014 yapımı “Pride”, Onur Yürüyüşü’ne giden zorlu, sıkıntılı yolları başarıyla ele alan başka bir yapım. Film, eşcinsellerle madencilerin dayanışmasını, 1984’te yaşanmış gerçek olaylardan yola çıkarak anlatır.
Pride, bizi 1980’lerin İngiltere’sine, Margaret Thacther’ın muhafazakâr politikalarının hâkim olduğu, bağnaz dünyaya götürür. Bu dünyada neoliberal beklentiler ve heteroseksist normatif yapı, hem sendikal hareketlerin hem de LGBTİ+ kültürün karşısında konumlanarak her ikisini de yok sayar; yükselen sesleri bastırmak, kitleleri sindirmek için şiddete başvurmaktan çekinmez.
Böylesi gergin bir ortamda ezilen sınıfların dayanışmadan başka çaresi yoktur. Bunun için de önyargıların kırılması gerekir. Pride’ın bu noktada belki de en değerli yanı budur. Birbirine taban tabana zıt görünen, kapitalist düzenin çarkları içinde eril ve cahil olarak adlandırılan madencilerle sapkın görülen LGBTİ+ topluluklar sistem tarafından sindirilmişliğin, maruz kalınan aşağılamanın ortaklığında buluşurlar ve birbirleri hakkındaki düşünceleri değişir. Böylece madenciler eşcinsellerin desteğinde greve gider.
Gösterime girdiği yıl, 68. İngiliz Film ve Televizyon Sanatları Akademisi BAFTA ödüllerinde, senarist Stephen Beresford ile yapımcı David Livingstone, “en iyi çıkış yapan İngiliz senarist, yönetmen ve yapımcı” ödülünü kazanır.
Pride, Türkiye’de ilk kez 4. Pembe Hayat KuirFest kapsamında Ankara’da gösterilmişti. Yaşananların gerçek kahramanları arasında bulunan aktivistler Gethin Roberts ve Nicola Field da festival kapsamında Ankara’ya geldi.
PARADA (GEÇİT TÖRENİ/ YÜRÜYÜŞ):
Bu listede az duyulan filmlerden biri muhtemelen Sırbistan yapımı bu film olacaktır. 2011 yapımı, Srđan Dragojevi’nin yönettiği Parada, homofobinin yoğunlukla hissedildiği Belgrad sokaklarında geçer. Hikâyenin merkezinde Onur Yürüyüşü’ne katılmak için canını dişine takan bir avuç eşcinselin bulunur. Polisin güvenliklerini sağlamayı reddettiği bu Onur Yürüyüşü katılımcıları, kendilerini koruyacak fedailer aramak için yer yer eğlenceli kimi zaman da dokunaklı bir mücadele içine girerler. Film dramatik biçimde noktalanır ancak genel olarak komediye ağırlık verildiği söylenebilir.
PRAYERS FOR BOBBY (DUALAR BOBBY İÇİN):
Russel Mulhacy’nin yönettiği, 2009’da çekilen televizyon filmi Prayers For Boby, eşcinsel oğlunun intiharına neden olan bir anneyi konu alır. İntiharın sebebi kadının oğlunu eğitmek adına dini bir baskı unsuru olarak kullanmasıdır. Yaşanan intihardan dolayı bir yandan vicdanıyla hesaplaşan Mary Griffith adım adım değişerek bir LGBTİ+ aktivisti olur.
Ana akım sinemada kadri çok fazla bilinmemiş bu film, güçlü dramatik yapısı ve duygusal ağırlığıyla LGBTİ+ filmleri arasında özel bir yere sahiptir. Filmde anne rolünü canlandıran Sigourney Weaver, oğlunun kimliğine sahip çıkmaya ve onun dünyasını geç de olsa anlamaya çalışan annenin psikolojisini ve gelgitlerini etkili bir oyunculukla aktarır.
Leroy Arons’ın aynı adlı romanından uyarlanan film, ABD’de aile filmleri üreten Lifetime kanalının prodüksiyonu bünyesinde hayat geçirilmiştir. Oldukça etkili final sahnesiyle de akıllara kazınır: Anne Marry Griffith, LGBTİ+ anne-babaların ABD’deki örgütü olan PFLAG’ın Onur Yürüyüşü’nde yer alır. Bu, oğlunun ölümünden sonra yaşadığı değişimin son durağıdır.
BENİM ÇOCUĞUM
Bu listede yer alması gereken çok özel filmlerden biri olan Benim Çocuğum, Can Candan’ın yönettiği bir belgesel. 2013 yapımı film çocukları LGBTİ+ bireyler olan beş aileye odaklanıyor. Muhafazakâr, homofobik, transfobik bir toplumda ebeveyn olmanın anlamına bakan yapımın özel tarafı çocuklarını olduğu gibi kabul etmiş ailelerin görüşlerini ve yaşayışlarını seyirciyle doğrudan paylaşması. Bu elbette çok zorlu bir süreç. Her bir ailenin çocuklarının büyüme evresinde kendilerine nasıl açıldıklarını, cinsel yönelimlerini kabullenme aşamasında hissettiklerini sahici biçimde izleyiciye geçiren belgesel, ailelerin deneyimlerini, birbirleriyle ve toplumla paylaştığı evreyi de atlamıyor.
Belgeselde, benzer deneyimlere sahip ailelerin örgütlenerek kurdukları destek ve dayanışma grubu LİSTAG’ın haftalık toplantılarında görünürlük, kabul görme ve eşit haklar için yapılan çalışmaları izliyoruz. Ebeveynler yılda bir kez gerçekleşen Onur Yürüyüşünde taşıyacakları döviz ve pankartları hazırlıyor. Onur Yürüyüşü boyunca da LGBTİ+ bireyler, ebeveynler, aktivistler ve siyasetçilerle genişleyen bir toplumsal panoramayı çok daha iyi görme fırsatı buluyoruz.
Onur Haftası, LGBTi+ Mücadelesi ve Kültür-Sanattaki Yansımaları