Dünya genelinde depresyon ve intihar oranları ve çeşitli psikolojik “sorunlar” artışa geçmiş görünüyor. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), depresyonu “çağımızın hastalığı” olarak tanımlıyor. Kapsamlı, nitelikli ve kolay ulaşılabilir ruh sağlığı hizmetinden faydalanmak özellikle Türkiye’de hem toplumsal düzeyde hem de birey için ciddi bir bütçe gerektiriyor. Durum böyle olunca “Ruh sağlığımızı nasıl daha iyi hâle getirebiliriz?”, “Yaşam koşullarımız ile ruh sağlığımız arasında nasıl bir ilişki var?” gibi çeşitli sorular gündeme geliyor.
Dünyada artışa geçen göçmen karşıtlığı, kadın düşmanlığı ve yükselen otoriter rejimlerin etkisi altında kitlelerin nasıl süreçlerden geçtiğini incelemek de önem kazanıyor. Ana akım psikoloji soruna sırtını dönerken, eleştirel yaklaşımların bu bağlamda söyleyeceği sözlerin değeri artıyor. Eleştirel yaklaşımlardan hareketle çözüm(ler)e yönelik neler yapılabileceğini konuşmanın değerli olduğunu da belirtmek gerekiyor. Konuyu Prof. Dr. Ulaş Başar Gezgin ile konuştuk.
“TOPLUMLA BİREY ARASINDA DİYALEKTİK BİR İLİŞKİ VARDIR”
Genellikle psikolojinin yalnızca bireysel meselelerle ilgili olduğu düşünülse de toplumsal süreçlerin bireylerin psikolojileri üzerine etkileri hakkında neler söylersiniz?
Psikolojinin küresel Batı’daki kuruluş biçimi bizi yanıltıyor. Sovyet psikologların dikkat çektiği gibi, eğer ana akım Batılı psikoloji toplumsal konulara odaklanıyor olsaydı, “sosyal psikoloji” diye ayrı bir dala gereksinim duyulmazdı. “Sosyal psikoloji”, ana akım Batılı psikolojide eksik olanı tamamlamak için oluşturulmuştu.
Basmakalıp bir söz gibi gelebilir ama toplumla birey arasında diyalektik bir ilişki var. Toplumsal konular, bireyi anlamadan eksik; ama birey de, toplumsal konuları anlamadan eksik. Milgram’ın ünlü elektroşok deneyini ya da Stanford Hapishane Deneyi’ni anımsayalım. Bu ikilide bireysel farklar gördük. Kimileri otoriteye direnirken, diğerleri itaat ediyor. Bireysel düzlemde otoriteryen kişilik diye bir değişkenimiz var. Kişilik, toplumsal ortama, toplumsal ortamsa kişiliğe etki ediyor.
Dünyada depresyon, intihar ve kaygı bozukluklarında artış yaşandığı görülmekte. Örneğin, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), depresyonu “Çağımızın Hastalığı” olarak tanımladı. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kapitalizm koşullarında, kaygı duyacağımız öyle çok sorun var ki, andığınız salgına insan şaşıramıyor. Çoğunluk, varlıklı değil. Kapitalizm, asla herkesi varlıklı yapmaz. İnsanların üzerinde sürekli olarak “kiramı bu ay ödeyebilir miyim?” baskısı var. Milyonlarca öğrenci sınavlara giriyor. Gelecek kaygısı var. Üniversiteyi kazandık diyelim, bu kez de “mezun olunca iş bulabilir miyim” kaygısı var. Diyelim ki evlendik, çocuklarımız oldu. “Çocuklarıma iyi bir eğitim sağlayabilecek miyim?” kaygısı başlar. Oysa sosyalist bir ülkede, herkesin barınma hakkı vardır; merkezi planlama sayesinde işlerle mezunlar eşleştirilir; eğitim de nitelikli, bilimsel ve ücretsizdir. Özetle, kapitalizmin kendisi kaygı yaratıyor.
Depresyon ve intihar içinse, aklımıza Marksçı ve varoluşçu açıklamaların bir karışımı gelebilir. Sınıfsal bir sorgulama, değişime olan inançla birleşirse ortaya devrimci kişilikler çıkar; yok eğer, sorgulamanın sonucunda “hiç umut yok”, “çıkış yolu yok” algısı güçlenirse, yaşamak için neden kalmıyor. Neden ben sürünürken, falancanın çocuğu lüks içinde yaşıyor? Bu sorunun (olumlu, olumsuz) iki türlü sonucu olabilir:
Dünyada bu kadar adaletsizlik varken, öğrenilmiş umut, bireyi devrimciliğe; öğrenilmiş çaresizlik, depresyona götürür. “Ne yapsam boş, elimden bir şey gelmez” hissi, depresyonu tetikleyebilir.
“OTORİTERLER DAHA KOLAY ÖRGÜTLENİYOR”
Otoriter rejimlerin yükselişi gözlemlenirken aynı zamanda göçmen, kadın ve LGBTİ+ karşıtlığı artışa geçmiş görünüyor. İnsanları bu karşıtlıklara iten şeyler neler olabilir? Eleştirel psikolojik açıdan yorumlamasını nasıl yapabiliriz?
Otoriter rejimlerin temeli, bir günah keçisi arayışıdır. Bu yolla kendi kötülüklerini başkalarına yansıtır, kendilerinin “iyi” bir resmini çizerler. Farklı olanlar her zaman, günah keçisi olmaya daha yatkındır. Bu açıklamalardan, insanın, doğasında otoriterliğe yatkın olduğu görüşünü çıkarmak doğru değil. Ama şu var: Toplumda otoriterler daha kolay örgütleniyor. Biz itaatsizler, daha hızlı ve kolay bir biçimde iç çatışmalara girip bölünüyoruz. Otoriterlerde itaat kültürü olduğu için onların iktidarı alma olanakları daha yüksek oluyor.
Tüm bu meselelere psikoloji bilimi dünyada nasıl yaklaşıyor? Ana akım çerçeve bu meseleleri nasıl açıklıyor?
Ana akım psikoloji, toplumu ve kendisini eleştirmeyen bir psikoloji inşa ediyor. Vicdanı eksik bir etkinlik bu. Psikolojinin kötüye kullanımlarına, eleştirel psikologlar olmasa, dikkat çekecek pek kimse kalmayacak. Ana akım psikoloji, toplumu değişmez olarak görürken, eleştirel psikoloji değişimin olanaklı olduğunu ileri sürüyor. Toplum değişmezse, tek değişim, bireyde görülmelidir. “Bakış açını değiştir” der, işin içinden çıkarız.
Öte yandan, en basit yolla olsa bile toplumu değiştirmek, bireysel değişimleri de anlamlı kılıyor. Örneğin, intiharları engellemek için ücretsiz bir telefon hattı açmak gibi basit bir toplumsal değişim bile, etki gösterebiliyor. Ünlü sözdür: “Devrim, bireyde başlar.” Tam da doğru değil. Devrim, aynı anda bireyde ve toplumda başlar. Birey dönüştükçe toplum, toplum dönüştükçe birey değişir.
“YAN YANA DURMALIYIZ”
Son olarak, yukarıda tanımlanan ana akım çerçeveye karşı hem bilimsel açıdan hem de toplumsal ve eleştirel anlamda nasıl bir mücadele yolu izlenmeli? Neler söylersiniz?
Bizim gibi itaatsizlerin örgütlenmesi daha zor, çabuk küsüyoruz, ayrışıyoruz, bölünüyoruz. İtaatsizlerin kendi içlerinde birbirlerine daha anlayışlı ve kapsayıcı davranması büyük fark yaratacak. Değişik mücadele biçimlerinin birleşmesi gerekiyor. Bizim sorunumuz eşgüdüm. Örneğin, Maarif Modeli’ne karşı çığ gibi tepki var ama birleşik bir tepki olmadığı için, bu tepkiler, tekil olarak cılız görünüyor. Daha fazla bir araya gelmeli, yan yana durmalıyız.
“Gücümüz, Ezilenlerin İttifakını Kurma Becerimizde Yatmaktadır”