Haziran ayının LGBTİ+ bireyler için özel bir önemi var. Varoluşlarını reddeden, kimliklerini baskılamak isteyen, hukuki ve sosyal engellerle yetinmeyip işi şiddet uygulamaya götüren, toplumsal nefreti körükleyen bir yapı var karşılarında. Ancak tüm bunlara ve toplumsal ötekileştirmenin her türlü hâlini yaşamalarına rağmen, birbirlerine sahip çıkan, dayanışma kültürünün gücünü herkese gösteren, bu anlamda politik bir ifade alanı yaratan Onur Haftası’nı haziran boyunca gururla ve coşkuyla kutluyorlar.
Onur Yürüyüşü mücadelenin en önemli ifade araçlarından biri. Dünyanın çeşitli şehirlerinde tarihler değişse de genelde haziranın son haftası bütün LGBTİ+ topluluğunun katılımıyla gerçekleştiriliyor. Onur Haftası olarak adlandırılan etkinlikler içinde yürüyüşün dışında politik-sosyal içerikli etkinlikler de düzenleniyor. Onur ayı etkinliklerinin amacı, LGBT+ bireylerin tüm dünyada görünürlüğünü artırmak, hak mücadelesini güçlendirmek, dayanışmalarına destek olmak.
Başlangıcı, elli yıl öncesinin New York’una uzanan, kökleri güçlü bir hareket bu. Manhattan’da 1969’un 28 Haziran’ında başlayıp dört gün süren ve Stonewall Ayaklanması olarak bilinen hareket, LGBTİ+ mücadelesinin dönüm noktalarından biri. Greenwich Village mahallesinde polisin Stonewall Inn barına düzenlediği baskından sonra çıkan isyanlar, LGBTİ+ topluluğuna yönelik şiddet, taciz ve gözaltılara, uygulanan yıldırma politikasına karşı çok güçlü bir toplumsal sesin yükselmesini sağladı. İlk Onur Yürüyüşü baskından bir yıl sonra 2 bin kişinin katılımıyla Brenda Howard’ın liderliğinde düzenlendi ve kısa sürede dünyanın her yerine yayıldı.
TÜRKİYE’DE ONUR MÜCADELESİ
Türkiye’deyse Onur Haftası ilk kez 1993’te “Cinsel Özgürlük Haftası” adıyla kutlanacaktı ama İstanbul valiliği etkinliklere izin vermedi. Yurtdışından o güne özel gelen konuklar sınır dışı edildi. Bu müdahale İstanbul’da örgütlü mücadelenin de başlangıcını oluşturdu. Lambdaistanbul ve Kaos GL’nin temelleri atıldı.
Örgütlenme mücadelesinin sürdüğü yıllarda Onur Yürüyüşü ilk kez 2003’te kırk kişinin katılımıyla yapılabildi. Zaman geçtikçe her kesimden insanın desteği ve giderek daha cesaretle birlik olmasıyla topluluk güçlendi, sesini daha güçlü duyurmaya başladı. 2013’teki 11. Onur Yürüyüşü ise Gezi Direnişi’nin de etkisiyle ve yüz bin kişinin katılımıyla Türkiye’deki en kalabalık Onur Yürüyüşü’ne sahne oldu.
O günden sonra yasaklar daha da yoğunlaştı ve bugün de tüm öfkesi ve şiddetiyle sürüyor ancak LGBTİ+ topluluğunun mücadelesi her türlü engelleme ve kısıtlamaya karşın giderek güçlenmeyi, büyümeyi, ses vermeyi sürdürüyor.
Bu dosyamızda Onur Haftası ve Onur Yürüyüşü özelinde LGBTİ+ mücadelesinin kültür-sanat yapıtlarındaki görünümlerine bakmak istedik. Konuyla ilgili sanatçı-aktivist Aslı Alpar, LGBTİ+ hakları aktivisti ve yayıncı Arya Zencefil ve Genç LGBTİ+ Derneği Yönetim Kurulu üyesi Barış Azar’la konuştuk:
Türkiye’de medya ve yayıncılık alanında LGBTİ+ görünürlüğünün ya da queer ilişkilerin varlığının oldukça yetersiz olduğunu belirten Aslı Alpar bunun en önemli sebebinin AKP iktidarının kurumsallaştırdığı homofobi ve transfobi olduğunu vurguluyor ve şöyle açıklıyor: “Genel anlamda ifade özgürlüğünün daraltıldığı alanlarda LGBTİ+ farkındalığı yaratacak ya da hiç değilse queer var oluşlara yer verecek kültürel çalışmalara çok nadir rastlıyoruz. Ayrımcılığın cezalandırılmak yerine ödüllendirildiği, kamu kurumları eliyle çeşitliliği kapsayan çalışmaların ‘muzır neşriyat’ ilan edilerek ya da çeşitli idari ve para cezalarıyla cezalandırıldığı günümüzde buna şaşırmıyorum. Bunlarla birlikte, bazen ana akımdan dizi ve filmlerde ya da kliplerde queer var oluşlara rastlıyoruz. İsimsiz, utangaç ve hatta bazen gizli saklı da olsa bu temsilleri değerli buluyorum.”
KUTUPLAŞTIRICI YAPI SANAT ÜRETİMİNDE DE MEVCUT
Temsiller söz konusu olduğunda kültür sanat ürünlerinde toplumdaki kutuplaştırıcı dile ilişkin nasıl bir eğilim söz konusu oluyor şeklindeki sorumuza “Kültür sanat çalışmalarının toplumsal kutuplaşma konusundaki rolünden -ya da olması gereken rolünden diyeyim- emin değilim.” diye yanıt veren Alpar şöyle devam ediyor: “Ancak kültür sanat piyasasını tıpkı diğer piyasaları belirlediği gibi belirleyen etkenler var ve bu etkenler toplu kutuplaştıran etkenlerden çok da farklı değil diye düşünüyorum. Hangi sanatçılarla çalışılacağı, eserlerin çerçevesi gibi iki temel ayak, kültür sanat endüstrisi tarafından belirleniyor. Bu sebeple aralardan güçlü aksi örnekler çıksa da günümüz kültür sanat üretimi toplumun en fazla bir ortalamasını veriyor diye düşünüyorum.”
Özellikle dijital platformlarda LGBTİ+ bireylerin görünürlüğüne ilişkinse bir artış söz konusu. Ancak manipülatif yorumlar ve saldırgan tutumlar görünürlük artışına paralel biçimde artıyor. Alpar’a göre “Dijital alanlar her ne kadar büyük şirketler tarafından ve onların politikalarıyla yönetiliyor olsa da özellikle queerlerin özgürce var olabildikleri bir mecra. Tabii bu özgürlük sadece kısmi bir özgürlük çünkü bahsini ettiğiniz saldırılarla sık karşılaşıyoruz. Queer bir sanatçı olarak bu dijital mecraları kullanmaya devam etmenin önemli olduğunu ancak geleneksel alanları da zorlamaktan vazgeçmememiz gerektiğini düşünüyorum.”
“HAKLARIN BİR BÜTÜN OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM”
Onur Haftasının taşıdığı umudu nasıl değerlendiriyorsunuz sorumuza Aslı Alpar şöyle yanıt veriyor:
“Sistematik ve kurumsal ayrımcılığa, şiddet ve baskıya rağmen haziran ayıyla birlikte bir araya gelebileceğimiz ve buradayız diyebileceğimiz alanları yaratabildiğimiz için umutluyum. Yine de bu yıl benim için biraz daha buruk geçiyor çünkü iktidar ve ortaklarının sokak hayvanlarına yönelik, yasalaştırmayı düşündükleri katliam tasarısı oldukça üzücü. Hakların bir bütün olduğunu düşünüyorum ve bütüncül mücadele vermenin önemini biliyorum. Kendi temel haklarımız için mücadele ederken başka bir türün temel hakları için de sesimizi çıkarmak zorundayız. Bunu sağlayabildiğimizden emin değilim, bu sebeplerle bu yıl onur ayı biraz daha buruk benim için.”
Özellikle son yıllarda LGBTİ+ bireylerle ilgili kamuoyunda daha belirgin bir farkındalık söz konusu. Bu yeni kuşaklarla birlikte daha da genişleyecek bir eğilim. Tabii kutuplaştırıcı siyasetin yarattığı çatışmalar zaman zaman da şiddetlenerek toplumsal dengenin kurulması yönünde büyük bir engel teşkil ediyor. LGBTİ+ kültürünün var oluşu ve hak mücadelesinin nasıl göründüğü ve ilerlediğiyle ilgili aktivist Arya Zencefil’le konuştuk. Özellikle “Onur Haftası’nın geçmişten bugüne kamuoyundaki yansımalarında bilinçli bir farkındalık oluştu mu?” şeklindeki sorumuza Arya Zencefil’in yanıtı şöyle oldu:
BİLİNÇLİ BİR FARKINDALIK MI?
“Yıllar içerisinde Onur haftalarının ve aylarının görünürlüğü konusunda büyük bir ivme yakaladığını, ardından aynı şekilde büyük bir erozyona uğradığını görüyoruz. Bir bilinç oluşmaya başladığı fark edildiği anda şeytanlaştırma, öcüleştirme ve kriminalleştirmeyle beraber bir sansürün de beraberinde geldiğini görüyoruz. Burada ‘kültür savaşı’ dediğimiz bir terim devreye giriyor, farklı kutupların erdemlerini zıtlaşma üzerinden kullanmak ve sömürmek. LGBTİ+ meseleleri bu anlamda muhafazakar kesimlerce, olmayan senaryo ve durumlarla hedef alınıyor. Bunun karşılığında gelen trafikle beraber onlar da ivme kazanma çabası içindeler. Bu yüzden bilinçli bir farkındalık oluştuğunu düşünmüyorum, LGBTİ+ hareketinin mevcut durumun farkına varıp iletişim yöntemlerini değiştirmesi gerektiğini düşünüyorum.”
LGBTİ+ mücadelesinin kültür sanat yapıtlarındaki temsiliyeti çok önemli. Peki, Onur Haftası ve LGBTİ+ bireyler kültür sanat yapıtlarında, görsel sanatlara ilişkin alanlarda yeterince temsil ediliyor mu? Zencefil bu soruya net bir yanıt verilemeyeceğini söylüyor: “Bir yekpare, nihai ve merkezi onur haftası komitesi olmadığı için veya bir bütün LGBTİ+ topluluğu olmadığından dolayı, buna kesin ve mutlak bir cevap vermek imkânsız. Velakin bazen tek var olabildiğimiz alanın kültür, sanat ve özellikle de gece hayatı olduğunu söylemeden geçemeyiz. Sanat ve eğlence sektörü dışında bir varlık göstermek çoğu zaman büyük bir mücadele alanına dönüşüyor.”
“YA ACINASI KİŞİLER, MAZLUMLAR YA DA KOMEDİ UNSURU OLARAK…”
Peki, özellikle yüz yıllık bir birikime sahip sinema söz konusu olduğunda durum nasıl? Türkiye sinemasında LGBTİ+ bireyler nasıl ele alınıyor, tarifleniyor? Zencefil’e göre “Genellikle ya acınası kişiler, mazlumlar olarak resmediliyor ya da komedi unsuru olarak görüyoruz. Kişinin kimliğinden bağımsız veya bununla uyumlu bir hikâye anlatısı çok nadir, bunu en son Ayta Sözeri’nin oynadığı iki filmde hatırlıyorum: Karakterin trans olması dalga geçilecek bir unsur değil hayatın parçası olarak ele alındığı zaman elbette şakalar, espriler de yapılabilir. Ya da hep ailesi ve toplum tarafından dışlanmış ve yersiz, yurtsuz karakterler izlemekten şahsen yoruldum. Bize biraz umut lazım. Kabul gördüğümüz zaman ne kadar da ‘olağan’ hayatlar yaşadığımızın resmedilmesi lazım. Bu konuda Gülse Birsel’in ‘Aile Arasında’ ve ‘Yılbaşı Gecesi’ filmlerini takdir ediyorum.”
Sanatın özellikle de gerçekçi anlatılar üreterek toplumsal uylaşımların oluşturulmasında, farklı kültür, algı ve yaşayıştan insanların birbirini tanıması için kapı açmada ciddi bir rolü olduğu gerçek. Bu anlamda farklı görüşler var elbette. Ancak son dönemde, özellikle medyada karşımıza çıkan ve giderek tırmanan kutuplaştırıcı dile karşı kültür-sanat yapıtlarının tavır geliştirmesi gerekir mi, bu konuda nasıl bir yol izlemelidir, kutuplaştırıcı kültürün dinamiklerini çözebilecek adımlar atmalı ve ötekileştirilen bireylerin haklarını savunmalı mı şeklindeki sorumuza “Kutuplaşmayı çözebilecek yegane araçlardan bir tanesi sanattır. Bu yüzden de tarih boyunca sansürlenmiştir.” diye yanıt veriyor Zencefil. “Sanatın toplumsal bir görevi yoktur velakin bir sanatçının erdemli ve ahlaklı olmasını ayrıca önemli buluyorum. Bu erdem ve ahlak, insan haklarına ve onuruna saygı duyan, birbirini gözeten empati ve şefkatle yoğrulmuş olmalıdır. Yani acı çeken birisini gördüğü zaman, sanatına bunu yanstımasa da, sanatıyla ulaştığı kişilere toplumun sorumluluk sahibi bir bireyi olarak ulaşabilir.”
Dijital platformlarda LGBTİ+ bireylerin görünürlüğünde bir artış var, bununla birlikte bu konuda manipülatif yorumlar ve zaman zaman saldırganca eleştiriler geliyor; bu gelişmeleri bir sanatçı olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dijital platformlar vaat ettikleri güvenli ortamı sağlamıyor. Her daim kötü ve saldırgan yorumlar gelebilir. Bunlara izin verip vermemek bu platformların elinde. Bunu özellikle “sansür” üzerinden ele alırlar, yani “nefret dolu bir yorum, yine de bir fikirdir ve sansürlenmemelidir”. Burada şahsi görüşüm birisine ha taş atmışsınız ha kötü yorum yapmışsınız. Önemli olan taşın büyüklüğü veya isabet etmesi mi? Toplumsal olarak fikir ayrılığında ve aynı hayat tarzlarında olmak zorunda elbette değiliz, fakat asıl kendi hayat tarzını dayatmak, kendinden farklı gördüğün herkese sürekli düşman olmaktan geçer. Burada dijital platformlar, kutuplaşmanın önünü kesmeli ve iletişimin yollarını açmalıdır. Velakin aksine infial ve kavgadan para kazanmaktalar.
Genç LGBTİ+ Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Barış Azar’la da konunun özellikle temsil boyutunu ve Onur Haftasının sinema ve ekranda nasıl yer aldığını tartıştık. “LGBTİ+ içerikli eserlere Türkiye’de çok rastlamıyoruz artık. Onur haftasını konu alan eserler ise yok denecek kadar az.” diyen Azar şu örnekleri veriyor: “Temsil konusunda çok tartışmalı olan Çağan Irmak’ın Tamam Mıyız? filminde ana karakter Temmuz kendi hikayesinden bahsederken arkada bir onur yürüyüşü görüntüsü geçiyor. Belgesel filmlerde daha fazla görüyoruz onur haftası temasını ama bunlar da genellikle Benim Çocuğum, Diren Ayol gibi aktivistlerin dâhil olduğu belgeseller.”
Söz konusu temanın Avrupa ve Amerika sinemasında daha fazla işlendiğini belirten Azar şöyle açıklıyor: “Hareketin geçmişini kurmaca filmlerle anlatarak onur yürüyüşlerine, direniş temasına, örgütlenme mücadelelerine daha çok yer veriliyor. Burada iyi örnekler olduğu gibi temsil açısından tartışmalı örnekler de görüyoruz. Pride filmini ve When We Rise dizisini iyi örnekler arasında saymak mümkünken oldukça eleştirilen ve tarihi beyazlaştıran Stonewall filmi de son dönemin ses getiren yapımlarından birisidir.”
Onur Haftasından yola çıkarak LGBTİ+ kültürü ve direnişin genel olarak kültür sanat yapıtlarında kendine nasıl yer bulduğunu soruyoruz. Azar’a göre son on yıldır ana akım medya bu konuda sessiz kalmayı tercih ediyor. “Geçtiğimiz dönemlerde nefret cinayetleri, onur yürüyüşleri haber bültenlerinde yer alırken LGBTİ+ örgütlerinden temsilciler programlara çağrılırken artık Halk TV ve KRT gibi kanallarda kısacık ayrılan yerlere mutlu olduğumuz, kendi medyamızla ve alternatif medya aracılığıyla görünür olmaya çalıştığımız bir dönemdeyiz.” diyor Azar. “Bunun dışında televizyona yapılan dizi ve filmlerde sansür korkusuyla davranıldığından sansürü arka kapılardan dolaşıp aşmayı başarmış birkaç karakter dışında bir temsil görmek mümkün değil. Sinemada üretilen işlerde ise daha çok bireysel hikâyelere odaklanıldığından örgütlü mücadeleye çok yer verilmiyor. Bireysel hikâyelerde de genellikle gerçeklik dışı, stereotipik, karikatürize bir lubunyalık görüyoruz. Bunun en temel nedeni çoğunlukla ne yaratıcı tarafta ne icracı tarafta LGBTİ+’ları tanımayan, yan yana gelmeyen kişilerin olması. Metot oyunculuğu sürekli konuşulurken bir trans kadını oynayan natrans hetero oyuncu hayatında hiçbir trans kadınla tanışmadan bu rolü oynayınca ortaya absürt ve rahatsız edici bir içerik çıkıyor elbette.”
“Peki, temsiliyet açısından LGBTİ+ bireylerin var oluşu, mücadelesi filmlerde, dizilerde doğru biçimde yansıtılıyor mu?” şeklindeki sorumuza şöyle yanıt veriyor Barış Azar: “Bir sanat eserinin bir toplumsal grubun mücadelesini temsil etme iddiası olmamalı diye düşünüyorum. Ancak bu mücadeleyi destekler nitelikte olabilir. Aktivist kökenli yapımlar genellikle bugün dahi güncelliğini koruyan, hareketi besleyen eserler oluyorlar. Ama bunun dışında kalan yapımların hareketle bir ilişkisi bulunmuyor. Hâliyle gerçeklikten uzak bir anlatı sunuyorlar. Temel eksiklik yabancılık üzerinden ancak metinler de genellikle ajite metinler oluyor. Sinemamızda mutlu LGBTİ+ karakter görmek çok mümkün değil. Genellikle acıları üzerinden yansıtılan ve günün sonunda ona üzüldüğümüz, acıdığımız bir anlatı hakim. Ancak gerçek hayat böyle değil.”
Bu noktada kültür sanat yapıtlarının örgütlü mücadeleye işlevsel açıdan ne düzeyde katkı sunacağı ise tartışma konusu. Sanatçılar bu konuda farklı görüşler dillendiriyor. Azar’a göreyse “Milk gibi Pride gibi filmler, örgütlü mücadelenin önemini de gösteren yapımların bu yüzden geniş kitlelere seslenmesi ve bu kitlelere derdini anlatması açısından önemli. Bir diğer yandan kendini temsil edilirken görmek yalnız olmadığını hissetmek demek ve bu özellikle ergenlik döneminde çok güçlendirici bir durum. Sanatın bir diğer gücü de örgütlü mücadele ile belki de hiç temas edemeyeceğimiz insanlarla temas edebiliyor olması ve empati geliştirmesini sağlaması. Bu anlamda “Benim Çocuğum” filmi oldukça önemli bir yapım. Bizim kendimizi anlatmamızdan daha etkili olabiliyor çoğu kişi için ailelerin çocuklarını anlatması.”
Dijital platformlarda görünürlüğün artışında piyasalaşmanın etkisi olduğunu düşünenler var. Bu noktada Barış Azar’ın görüşleri şöyle: “Dijital platformların geleneksel kanallardan en büyük farkı seçme özgürlüğünü izleyiciye vermesi. Bu da çok çeşitli izleyici kitlelerine çok çeşitli içerikler üretilmesine olanak veriyor. Geleneksel medyada ise izleyici, kanalın seçkisini izliyor. Burada bir yanılgıyı düzeltmek önemli, yalnızca Türkiye’de değil tüm dünyada dijital platformlar daha özgür içerikler üretebiliyor. Amerikan yapımı televizyon dizilerinde örneğin daha az LGBTİ+ temsili varken netflix dizilerinde daha fazla temsil görmek mümkün. Temel konu piyasalaşma değil dijital alanın sağladığı sınırlı da olsa özgürleşme alanı. LGBTİ+ temsili konusunda geçmişe nazaran bir ilerleme söz konusu gibi olsa da aslında eşit temsil ve doğru temsil konusunda oldukça gerideyiz. Bu noktada GLAAD’ın yayınladığı izleme raporlarına bakılabilir.”
Tektipleşmiş Romeo ve Juliet’lere Karşı: Ayrımcı Bakış Değişmeli