ANAYASALARIN TARİHİNDEN-VI
27 Mayıs 1960 Darbesi ve “Özgürlükçü” 1961 Anayasası Paradoksu
“Ebedi Şef”, “Tek Adam” Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden hemen sonra Avrupa ve dolayısıyla Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın hinterlandına girmiş, “Tek Partili Dönem”, biraz da zorunlu olarak uzamıştı. 1945’te Nuri Demirağ adlı bir işadamının Milli Kalkınma Partisi’ni (MKP) kurmasıyla “Çok Partili Dönem”e şeklen de olsa geçildi. Ancak gerçek anlamdaki ilk muhalif parti, CHP’nin bağrından doğan Demokrat Parti (DP) oldu. 7 Ocak 1946’da siyaset sahnesine çıkan DP’nin 10 yıllık iktidarının özellikle son yıllarında yoğunlaşan Vatan Cephesi; listeleri, üniversitelere, basına ve CHP’ye yönelik baskılar gibi demokrasiye aykırı girişimleri bahane ederek 27 Mayıs 1960’ta hiyerarşik olmayan bir darbe yapan TSK mensuplarının ilk işi, çoğunluğu İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden olmak üzere Sıddık Sami Onar, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Naci Şensoy, Hüseyin Naili Kubalı, Ragıp Sarıca, Tarık Zafer Tunaya, İsmet Giritli gibi ünlü hukuk profesörlerini alelacele uçakla Ankara’ya getirtmek ve “darbenin meşruluğu ve haklılığı” üzerine bir bildiri yayınlatmak olmuştu.
“ŞİMDİ EDEBİYATIN SIRASI DEĞİL”
Darbecilerin Ankara Garnizon Komutanı Tümgeneral Cemal Madanoğlu bu olayı, yıllar sonra şöyle anlatmıştı:
“Ne yapacağız yahu diyorum. 5-10 subayla koca devleti nasıl hâle-yola sokacağız. Bütünüyle bu düşünce kafamda… Âdeta neşem kaçtı. İçimde bir ışık çaktı sanki. Tamam dedim. Ben şimdi profesörleri çağırırım ve onlara ihtilal heyecanı ile bir kurucu meclis kurdururum dedim… Geldim. Profesörleri Genelkurmay’da bir salona oturtmuşlar. Böyle sinema seyredecek gibi yan yana dizilmişler. Karşılarında bir masa var. Ben masaya geldim. Oturmadım. Ayaktaydım. Bütün konuşacaklarım, kafamda düşündüklerim hepsi gitti başımdan. Dedim ki: Sayın hocalar, profesörler. Biz bir iş yaptık. Ağzımdan böyle çıktı. Bunlar hemen bağırdılar. Siz vatan kurtaran aslansınız, şöyle yaptınız, böyle ettiniz filan. Dedim, şimdi edebiyatın sırası değil. O, sonra. Şimdi beni dinleyin!”
Konuşmadan sonra 28 Mayıs 1960 günü çıkarılan 13 Sayılı Tebliğ ile İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar’ın başkanlığında devrin en tanınmış hukukçularından oluşan heyet, meşru parlamentoyu ortadan kaldıran askerlerin işini kolaylaştırmak için kolları sıvamışlardı. Öyle ki Madanoğlu, ihtilalin başarıya ulaşmasının ardından yönetimi siviller ile Askerî Yüksek Şûra’dan oluşacak kurucu meclise bırakma düşüncesini açtığında hukukçu profesörler buna karşı çıkmışlar ve askerlerden oluşacak bir “ihtilal komitesi” kurulmasını önermişlerdi. Milli Birlik Komitesi (MBK) işte bu aklın ürünüydü. Bu hukukçuların verdiği akılla darbeciler 12 Haziran 1960 tarihinde çıkarılan 1 Numaralı Kanun’la daha önce çıkarılan tüm kanunların numaralarını sıfırladılar. “İkinci Cumhuriyet”in bu ilk kanunu ile Milli Birlik Komitesi TBMM’nin yerine geçti, Bakanlar Kurulu MBK tarafından seçildi, MBK ölüm cezalarını onaylamak da dâhil tüm denetim ve azletme yetkisine sahip oldu. Kimilerine göre bu akıl hocalığı “CHP Hukuk Uleması” tarafından verilen bir “fetva” iken, sabık DP’li Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a göre Osmanlı’dan beri alışık olunan asker-aydın işbirliğinin bir örneğiydi.
“İKİNCİ CUMHURİYET” FİKRİ KİMİN İCADI?
Yeri gelmişken “İkinci Cumhuriyet” terimine dair birkaç cümle edeyim.
1990’dan itibaren bir grup liberal aydının “İkinci Cumhuriyet” çağrıları, milliyetçileri ve ulusalcıları çok kızdırmıştı. Halbuki bu ülkede “İkinci Cumhuriyet” terimini ilk kez Birinci Adnan Menderes Hükümeti’nin Ulaştırma Bakanı, emekli albay Seyfi Kurtbek kullanmıştı. Kurtbek 15 Nisan 1950 tarihli Zafer gazetesinde yayımlanan yazısında, “müstakbel İkinci Cumhuriyet’ten DP’nin iktidarı olarak” söz etmişti. Terim İdris Küçükömer tarafından yeniden tanımlandı. Ondan esinlenerek terimi kullanan 27 Mayıs 1960 darbesinin “zoraki lideri” Cemal Gürsel oldu. Gürsel 30 Mayıs 1960’ta kurduğu Birinci Gürsel Hükümeti’nin programını okurken, “İkinci Cumhuriyet’in Anayasası, ilmin ve geçmiş uzun yılların acı tecrübelerinin ışığı altında (…) hazırlanmaktadır.” demişti. Arkası da geldi. Kurucu Meclis ve Cumhuriyet Senatosu üyesi Hıfzı Oğuz Bekata Birinci Cumhuriyet Biterken kitabını; darbenin anayasacısı İsmet Giritli 27 Mayıs’tan İkinci Cumhuriyete kitaplarını yazdı. Basın-Yayın Turizm Bakanlığı, Salute to the Second Turkish Republic (İkinci Türkiye Cumhuriyeti’ne Selam) adlı 45’lik İngilizce plak yaptırdı. Darbe sırasında Kara Harp Okulunda tabur komutanı olarak görev yapan, darbe sonra Milli Birlik Komitesi (MBK) kurul üyesi olan Kurmay Binbaşı Avni Elevli Hürriyet İçin: 27 Mayıs 1960 Devrimi adlı kitabın arka kapağındaki fotoğrafta Cemal Gürsel’i İkinci Cumhuriyet’in Banisi (Kurucusu) olarak tanımladı. Cemal Gürsel 24 Haziran 1960’ta MBK toplantısını açış konuşmasında “Hür basın, kurulacak ikinci Cumhuriyetin başlıca mesnetlerinden biridir.” dedi. Cemal Gürsel’in sağlık nedeniyle katılamadığı 6 Ocak 1961 tarihli Meclis oturumu “2. Cumhuriyet” başlığıyla kamuoyuna duyurulmuştu. 25 Ekim 1961’de Gürsel “İkinci Cumhuriyetin Birinci Büyük Millet Meclisinin Sayın Üyeleri!” diye seslendi TBMM üyelerine… Dolayısıyla İkinci Cumhuriyet teriminin patenti DP’li Seyfi Kurtbek’e ait olmakla birlikte onu sahiplenenler 27 Mayıs darbecileriydi. 1990’lardan sonraki kullanım ayrı bir yazının konusu. Parantezi kapatıp devam edelim.
DP DÖNEMİNDE ANAYASA TARTIŞMALARI
Milli Birlik Komitesi’nin en önemli işi yeni bir anayasa hazırlatmak olacaktı. Aslında anayasa tartışmaları başlayalı 10 yıl kadar olmuştu. 1950–1954 yılları arasında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi’nde Fransa, İtalya, Danimarka, Birleşik Krallık, ABD, Japonya, Çekoslovakya, Macaristan, Hindistan anayasalarının veya anayasal metinlerinin çevirileri ve bunlar hakkındaki Türk hukukçularının görüşleri; 1954 yılında Ankara Barosu Dergisi’nde Almanya örneğinden yola çıkılarak, Anayasa Mahkemesi’ni ele alan bir makale, 1958-1959 yıllarında yine Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi’nde Anayasa Hukukçusu İlhan Arsel’in çift meclis sistemine ilişkin yazıları; Forum Dergisi’nde yargı bağımsızlığı, 1946 Fransa Anayasası ve 1948 İtalya Anayasası ile öngörülen, çoğunluğun hâkimlerde olduğu Yüksek Hâkimlik Şurası’nın Türkiye’de de kurulması gerektiğine dair yazılar yayımlanmıştı.
Diğer yandan, 27 Mayıs darbesi sonrasında biraz sonra daha yakından bakacağımız 1961 Anayasası gibi gelişmiş bir anayasanın oluşmama ihtimali çok yüksekti. Çünkü Milli Birlik Komitesi’ni oluşturan subayların en azından bir bölümü, Albay Alparslan Türkeş’in başını çektiği “14’ler” grubu, askeri yönetimin en az dört yıl, gerekirse daha fazla sürmesini istiyordu. Ancak 38 üyeli Milli Birlik Komitesi’nin (MBK) “ılımlı” kanadını oluşturan Cemal Gürsel ve Cemal Madanoğlu ekibinin baskısı ile “14’ler”, 13 Kasım 1960 sabahı ellerine tutuşturulan sarı zarflardan, kendilerine artık ihtiyaç kalmadığını ve çeşitli ülkelere elçilik müşaviri olarak atandıklarını öğrendiler. Aslında şanslıydılar çünkü komite üyelerinden bazıları kurşuna dizilmelerini önermişti! (Ama çok değil iki yıl sonra hepsi ülkeye geri döndü. Üstelik sürgün yıllarında daha da bilenmişlerdi. Yine de o iki yıllık yokluklarında 1961 Anayasası hazırlandı.)
27 MAYIS RUHU NEYDİ?
Nitekim, İsmet İnönü’nün damadı gazeteci Metin Toker, Yarı Silahlı, Yarı Külahlı Bir Ara Rejim başlıklı kitabında “Sonraları 27 Mayıs’ın bir ruhundan söz edilecek, bir 27 Mayıs edebiyatı yapılacak ‘çağdaş uygarlık düzeyi’ idealleri icat edilecek, misyonlar ve misyonerler yaratılacak, sosyal reformlar söz konusu olacaktır. Hâlbuki 27 Mayıs günü bunların hiçbiri yoktur.” diyecekti. Yine de Toker için “27 Mayıs” 1950–1960 yılları arasında oluşan toplumsal muhalefeti ve birikimi simgelerken, “Milli Birlik Komitesi” darbeyi simgelemekteydi. Toker’e göre 14’lerin yurtdışı görevlere tayin edilerek saf dışı edilmesinden; 25 fiili yılını doldurmuş 235 general ve amiral ile 4 bin subay emekli edildikten yani “darbe içinde darbe” yapıldıktan sonra MBK anayasa yapımı sonrasında seçimlere gidilerek, yönetimin sivillere bırakılması gerektiğini düşünen üyelerden kurulu mutedil bir grup hâlini almıştı.
Bülent Tanör ise “Bir kere 27 Mayıs müdahalesi sadece askeri çerçevede oluşmamış, DP’ye karşı biriken ekonomik, sosyal ve siyasal (sivil) muhalefetten doğmuştur. Bu muhalefetin de az çok belirli bir sosyal tabanı ve kimliği vardır.” diyerek (Tanör’ün deyimiyle) “27 Mayıs Müdahalesi” ile 1950–1960 yılları arasında oluşan entelektüel birikim ve toplumsal muhalefet arasındaki bağa işaret edecekti.
GEÇİCİ ANAYASA VE TEMSİLCİLER MECLİSİ
Darbecilerin hukuk profesörleriyle oluşturdukları “Geçici Anayasa”ya göre bu heyet yeni bir anayasa hazırlanıp genel seçimler yapıldıktan sonra, yeni bir meclis kurulup iktidar sivil yönetime devredilene kadar, “Türk Ulusu adına” egemenliği Milli Birlik Komitesi (MBK) kullanacaktı. Bir başka ifadeyle, MBK Meclis gibi hareket edecek, kanunlar yapacak, darbenin başı Orgeneral Cemal Gürsel başkanlığındaki kabine ise bu kanunları uygulayacaktı. Geçici Anayasa’nın ilanından sonra, o tarihe kadar gizlenen MBK üyeleri kamuoyuna açıklanacaktı.
MBK, önce İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi hocalarından oluşan İstanbul Bilim Komisyonu’na bir anayasa taslağı hazırlanmasını emretmişti. Ancak bu heyetin çalışmalarını bir türlü tamamlayamaması üzerine durumdan vazife çıkaran Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi hocaları kendi aralarında bir komisyon kurdular ve kendi anayasa taslaklarını İstanbul komisyonundan önce bitirerek MBK’ye takdim ettiler. İki taslağı da beğenmeyen MBK, bir kurucu meclis toplanmasına karar verdi.
13 Aralık 1960 tarihinde kabul edilen 157 Sayılı Kanun ile iki kanatlı bir kurucu meclis oluşturuldu. İlk kanatta 14’lerin tasfiyesi ile üye sayısı 23’e inmiş olan MBK, diğer kanatta ise darbecilerin oluşturduğu Temsilciler Meclisi Seçim Kanunu’na göre seçilen Temsilciler Meclisi yer alacaktı. Temsilciler Meclisi’ne Devlet Başkanı 10, MBK 8, Vilayetler 75, CHP 49, CKMP 25, Barolar 6, Basın 12, Eski Muharipler Derneği 2, Esnaf Kuruluşları 6, Gençlik 1, İşçi Sendikaları 6, Odalar 10, Öğretmen Kuruluşları 6, Tarım Kuruluşları 6, Üniversiteler 12, Yargı Organları 12 üye gönderecekti. Ayrıca darbecilerin atadığı Bakanlar Kurulu üyeleri de Temsilciler Meclisi’nin üyeleriydi. Bu iki meclis arasında bir görüş ayrılığı olduğunda ise her iki meclis üyeleri tarafından oluşturulmuş Karma Kurul nihai kararı verecekti.
Bir “Temsilciler Meclisi” oluşturulması darbeye “demokratik görünüm” vermekte epey işlevseldi ancak vilayetlerden gelen temsilciler seçimle gelmediği gibi, diğer üyeler de atamayla geliyordu, ayrıca MBK ilk kanadın tamamını, ikinci kanadın da 18 üyesini teşkil ediyordu. Yani günümüz terimleriyle söylersek “ön görünümde demokratik, arkaplanda darbeci” bir seremoni sahneleniyordu.
Temsilciler Meclisi, elbette anayasa yapımı için hukukçulara muhtaçtı. Darbecilerin seçtiği 20 kişilik bir hukukçular heyeti Ordinaryüs Profesör Enver Ziya Karal ve Prof. Turan Güneş başkanlığında çalışmaya başladı. Heyet, İstanbul grubunun tasarısını “etüd metni”, Ankara grubunun tasarısını ise “yardımcı metin” olarak kabul etti. Bu seçim dahi kendi içinde önemli bilgiler veriyordu, çünkü 191 maddeden oluşan İstanbul tasarısı genel oy ve siyasi partilere pek güvenmeyen, buna bağlı olarak yürütme organını ciddi şekilde zayıflatan, onun yetkilerini devletin farklı organları ve özerk kurumlar arasında paylaştıran bir metindi. Ankara tasarısı ise genel oyu ve siyasi partileri önemseyen, yürütmeyi güçlendiren bir metindi. Sonunda iki grubun önerilerinden de yararlanılan ortak bir metin ortaya çıktı.
ANAYASA HALKOYUNA SUNULUYOR
Bu meclisin oluşturduğu metin (dönemin tartışmalarındaki adıyla “İkinci Cumhuriyet Anayasası”) 4 Nisan 1961 tarihli Temsilciler Meclisi iki çekimser oya karşılık 261 oyla kabul edildi. 27 Mayıs 1961 tarihli karar ile anayasanın halkoylamasına sunulmasına karar verildi.
Bu arada siyasal hayatta normalleşme de başlamıştı. Bunun en önemli işareti 12 Ocak 1961 tarihinde siyasi partilere tekrar faaliyet izni verilmesiydi. Bir yandan da Yeni Türkiye Partisi (YTP), Adalet Partisi (AP), Türkiye İşçi Partisi (TİP) gibi partiler kuruluyordu. (Bu partilerin içindeki anayasa tartışmalarına ne yazık ki bakma fırsatım olmadı.)
Hazırlanan metnin halkoyuna sunulmasına karar verilmesi demokratik bir tavır gibi görünmekle birlikte (ki Osmanlı/Türkiye tarihinde bir ilk olacaktı bu) metin halkoyuna sunulduğunda, halk kendisine sunulan metni tartışıp değiştirme imkânı bulunmayacağı için ya aynen kabul edecek, ya toptan reddedecekti. Öte yandan halk tarafından oluşturulmuş bir meclisin ürünü olmadığı için referandum demokratikliği sağlamadığı gibi antidemokratik bir metnin meşrulaştırılması gibi özünde referandumla çelişen bir sonuç çıkacağı da açıktı. Bu olumsuzluğu dengeleyen husus ise Anayasa tasarısının halk tarafından kabul edilmemesi hâlinde, yeni seçim kanununa göre yapılacak genel seçimle kurulacak olan Temsilciler Meclisi’nin Anayasa çalışmalarına tekrar başlayacak olmasıydı. Bu bilgi, seçmenlerin kararını vermesinde önemli bir girdi oluşturmakla birlikte, 157 Sayılı Kanun, “siyasi partilerin Anayasa konusundaki propaganda serbestliği kararını Millî Birlik Komitesi verir” dediği için, serbest tartışma ortamı doğmamış, kapatılan DP çizgisinin temsilcisi olan Adalet Partisi dahi halkoylaması öncesinde “oyların hayırlı olması”nı dilemekten gayri söz kuramamıştı.
Anayasa metni, 9 Temmuz 1961’de seçmenlerin yüzde 83’ünün katıldığı halkoylamasında geçerli oyların yüzde 60,5’iyle kabul edildi, 20 Temmuz 1961’de Resmi Gazete’te yayımlanarak yürürlüğe girdi. Ancak bu düşük kabul oranı, darbenin faillerinde ve destekçilerinde büyük hayal kırıklığı yaratmıştı. “Ilımlılar” bile, 27 Mayıs’ın boşuna yapılmış olduğunu düşünmeye başlamıştı. “Bu çocuk sakat doğdu!” sözleri kulaktan kulağa yayılıyor ve ordu içinde yeni örgütlenmeler boy veriyordu. (Hele 15 Ekim 1961 seçimlerinde DP’nin devamı gibi görülen Adalet Partisi (AP) ile Yeni Türkiye Partisi’nin (YTP) toplam yüzde 50,3 oyla, yüzde 36,7 oy alan CHP’yi geçmesi cuntacılara aradıkları bahaneyi verdi. Nitekim 27 Mayıs’ın eksik yanlarını tamamlamak iddiasıyla, Albay Talat Aydemir ve Binbaşı Fethi Gürcan’ın başını çektiği asker grupları, 22 Şubat 1962’de ve 21 Mayıs 1963’te iki kere darbeye teşebbüs edecekti.
1961 ANAYASASI’NIN ÖZELLİKLERİ
1961 Anayasası Başlangıç bölümü dışında 157 esas ve 22 geçici madde olarak düzenlenmişti. Anayasa metninde “Genel esaslar, Temel Hak ve Ödevler, Cumhuriyetin Temel Kuruluşu (Yasama, Yürütme, Yargı) Çeşitli Hükümler ve Son Hükümler” olmak üzere altı kısım yer almıştı. Ancak başlangıç kısmı ile kenar başlıklar da esas metinde sayılmıştı. (Anayasa metni https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/onceki-anayasalar/1961-anayasasi/)
Giriş bölümünde şöyle deniyordu: “Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan; Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti; Bütün fertlerini, kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün hâlinde, millî şuur ve ülküler etrafında toplıyan ve milletimizi dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak milli birlik ruhu içinde daima yüceltmeyi amaç bilen Türk milliyetçiliğinden hız ve ilham alarak ve; ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ ilkesinin, Millî Mücadele ruhunun millet egemenliğinin, Atatürk Devrimlerine bağlılığın tam şuuruna sahip olarak; İnsan hak ve hürriyetlerini, millî dayanışmayı, sosyal adâleti, ferdin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve teminat altına almayı mümkün kılacak demokratik hukuk devletini bütün hukukî ve sosyal temelleriyle kurmak için; Türkiye Cumhuriyeti Kurucu Meclisi tarafından hazırlanan bu Anayasayı kabûl ve ilân ve onu, asıl teminatın vatandaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı inancı ile, hürriyete, adalete ve fazilete âşık evlâtlarının uyanık bekçiliğine emanet eder.”
“DİRENME HAKKI” NE OLA Kİ?
Giriş bölümündeki “direnme hakkı” ifadesini (daha önceki anayasa metinlerinde olmayan bir ifadedir) Mümtaz Soysal şöyle açıklar: “27 Mayıs hareketini geçerli bir hukuk temeline oturtabilmenin tek yolu da böyle bir hakkın varlığını kabul etmekti. Bu durumda, ‘direnme hakkı’nı Anayasa’nın maddeleri arasına açık bir hüküm olarak koymayıp Başlangıç kısmında dolaylı bir biçimde böyle bir haktan söz etmek en doğru yol olarak göründü. ‘Direnme’ sözü, Anayasa’yı çiğnemeye kalkışacak yöneticiler için bir uyarı niteliği taşıyacaktı.”
Taha Parla ise “1961 Anayasası’nın başlangıç bölümü, bir askeri cuntanın iradesi ve fiili ile milletin iradesi ve fiilini özdeşleştiren bir ‘fiksiyon’ yaratmakta, askeri darbelere ve darbe anayasalarına meşruiyet kazandıracak emsali Türk siyasal yaşamına sokmaktadır. Yoksa 27 Mayıs 1960 hareketinde tarihsel ‘direnme hakkı’ koşulları ile ‘devrim’lerin ekonomik, sosyal ve siyasal öğeleri, sosyolojik açıdan teknik olarak mevcut değildir.” diyerek giriş bölümündeki bu “epik” kısmı ayakları üstüne oturtur.
Bu bölüme dair önemli bir husus da, 1921 ve 1924 anayasalarında olmayan “ülke” kavramının 1961 Anayasası’nda “Türkiye Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğu” gibi günümüze kadar sorunlara neden olacak şekilde “bütünleşik” olarak tanımlanmasıdır.
Bir başka farklılık, 1924 Anayasası’nda “milliyetçi devlet” ifadesi kullanılırken, 1961 Anayasası’nda “Türk milleti”, “Türk milliyetçiliği” terimleri kullanılarak Türkçülük ideolojisine bağlılığın daha net ifade edilmesidir.
DEVLETİN ŞEKLİ VE KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ
Genel Esaslar başlığını taşıyan ilk bölümdeki ilk dört maddede, Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu (1. Madde); Türkiye Cumhuriyeti’nin insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, millî, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devlet olduğu (2. Madde); Türkiye Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğu, resmi dilinin Türkçe, başkentinin Ankara olduğu (3. Madde); egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletinin olduğu ve milletin egemenliğini Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanacağı, egemenliğin kullanılmasının, hiçbir suretle belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı, hiçbir kimse veya organın kaynağını Anayasadan almıyan bir devlet yetkisi kullanamayacağı belirtilir. (4. Madde)
Bundan sonraki dört maddede ise 1921 Anayasası’ndaki “katı güçler birliği” ve 1924 Anayasası’ndaki “yumuşak kuvvetler birliği” yerine “kesin ve katı bir kuvvetler ayrılığı” ilkesi (yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden özerkliği) belirtilmişti. Şöyle ki:
5.Madde’de yasama yetkisinin TBMM’ye ait olduğu ve devredilemeyeceği, 6. Maddede yürütme görevinin kanunlar çerçevesinde Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından yerine getirileceği, 7. Madde’de yargı yetkisinin Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağı, 8. Madde’de kanunların Anayasaya aykırı olamayacağı ve Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlıyan temel hukuk kuralları olduğu belirtilmiştir.
“Kuvvetler ayrılığı” ilkesi ayrıca 120.122. maddelerde tanımlanan üniversite, radyo-televizyon, haber ajansları alanındaki “Özerk Kurumlar” ile destekleniyordu. Bu kurumların DP döneminde üniversitelere ve basına yönelik baskılardan alınan “dersler” sonucu anayasal hüküm haline getirildiği anlaşılıyordu.
9. Madde’de ise devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki Anayasa hükmü değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin teklif edilemeyeceği belirtilir.
1924 ve 1961 Anayasaları, rejim olarak Cumhuriyeti yani ulusal egemenliği temel alıyor, her iki anayasa da egemenliğin millete ait olduğunu kabul ediyordu ancak 1961 Anayasası’nın ayırt edici yanı devlet şeklinin cumhuriyet olduğu ve bunun değiştirilmesinin teklif bile edilemeyeceğine dair hükmüdür. Böylece Cumhuriyetçilik, yalnız genel oy, seçime dayalı parlamento ve seçilen bir cumhurbaşkanıyla yetinen 1924 Anayasası’ndan farklı olarak, 1961 Anayasası’nda iyice somutlaştırılıp ayrıntılı kurallara ve kurumlara bağlanmıştır.
DEVLETİN DİNİ VAR MI?
1921 Anayasası’nda 29 Ekim 1923 tarihinde yapılan “ek” ile, 1924 Anayasası’nda başlangıcından 1928’e kadar “devletin dini, din-i İslam’dır” ibaresi varken 1961 Anayasası’nda devletin dini ifadesi olmadığı gibi dinin ve din duygularının kötüye kullanılması 19. maddeyle yasaklanmış, din eğitimi isteğe bağlı kılınmıştı. Ama daha önemlisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik niteliğini koruma amacını güden “devrim yasaları”nın Anayasa’ya aykırılığını ileri sürmek yasaklanmıştı. Bu açıdan 1924 Anayasası’na 1937’de Altı Ok’un Laiklik ilkesinin eklenmesine benzer bir özelliğe sahipti. Bunu Altı Ok’u zikretmeden ama “Atatürk devrimleri”ne atıf yaparak sağlamlaştırmışlardı.
DEVRİM KANUNLARINA DOKUNULAMAZ!
153.Madde ise girişteki atıfı anayasal bir hüküm hâline getirmek üzere konulmuştur. Madde “Bu Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunun çağdaş uygarlık seviyesine erişmesi ve Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğini koruma amacını güden aşağıda gösterilen Devrim kanunlarının, bu Anayasanın halkoyu ile kabûl edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz.” dedikten sonra şu sekiz kanunu sayar:
1.3 Mart 1924 tarihli Tevhidi Tedrisat Kanunu; 2. 25 Kasım 1925 tarihli Şapka İktisası Kanunu; 3. 30 Kasım 1925 tarihli Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına dair Kanun; 4. 17 Şubat 1926 tarihli Medeni Kanun’un Nikah ile ilgili bölümü ile 110. Maddesi; 5. 20 Mayıs 1928 tarihli Uluslararası Rakamların Kabulü Kanunu; 6. 1 Kasım 1928 tarihli Türk Harflerinin Kabûl ve Tatbiki Kanunu; 7. 26 Kasım 1934 tarihli Efendi, Bey, Paşa gibi Lâkap ve Unvanların Kaldırıldığına dair Kanun; 8. 3 Aralık 1934 tarihli Bâzı Kisvelerin Giyilemiyeceğine dair Kanun.
SOSYAL DEVLET İLKESİ
Diğer anayasalardan farklı olarak 1961 Anayasasında sosyal devlet ilkesi vurgulanmaktadır. Esasında Türkiye Cumhuriyetinde kuruluş yıllarından itibaren sosyal politikalara önem verilmeye çalışılmıştı. Ancak bazılarının iddia ettiği gibi Cumhuriyet “kimsesizlerin kimsesi olmayı” da başaramamıştı. Yeri gelmişken “Ebedi Şef”e atfedilen “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” vecizesinin “gerçek” hikâyesini de aktarayım. Mustafa Kemal, 1 Kasım 1928 günü TBMM’nin Üçüncü Dönem İkinci Toplanma Yılını açarken “Öksüzlerin haklarını korumak için ittihaz ettiğiniz tedbirlerin bugünkü verimi cidden sevindirecek bir neticedir. Eski adliye, eski zihniyet ve eski usullerden, üç sene evvel ancak üç yüz sekiz bin lira meydanda bulmuş olan Cumhuriyet, bugün Emlâk ve Eytam Bankasına altı milyon iki yüz yirmi bin küsur lira teslim etmiş bulunuyor. Cumhuriyetin bilhassa kimsesizlerin kimsesi olduğunu yeniden ispat eden bu neticeyi memnuniyetle takdirinize arz ederim.” demiştir. Görüldüğü gibi “kimsesiz” derken doğrudan “öksüz-yetimlerden” bahsedilmektedir. Yani sözcüğe Cumhuriyet’in anlam mottosu olarak davranmaya gerek yoktur. Parantezi kapatıp devam edersek, bu hedefin anayasaya girmesi 1961 Anayasası ile olmuştur. Anayasanın gösterdiği sosyal adalet hedefi, kişilere ve gruplara tanımış olduğu sosyal haklar, devlete yüklemiş olduğu sosyal ödevler ve bir yenilik olarak getirilen kalkınma planları ile somutlaştırılmaya çalışılmıştır.
İKİNCİ KUŞAK HALKLAR KATALOĞU
1921 Anayasası’nda hiç değinilmeyen, 1924 Anayasası’nda açıkça belirtilmemiş olan “hukuk devleti” ilkesi (yargı bağımsızlığı, yargıç güvenceleri, yargının denetlenmesi, kurumların yönetimindeki üst düzey kişilerin yargı kararı olmaksızın yönetimden uzaklaştırılmasının önlenmesine ilişkin bir dizi madde var, onları yukarıda verdiğim linkten okuyabilirsiniz.) 1961 Anayasası’nın en ayrıksı yanlarından biri, ilk iki anayasada hiç olmayan “ikinci kuşak” hak ve özgürlükleri de düzenlemiş ve düzenlediği hak ve özgürlüklerin anayasal çerçevesini çizmiş olmasıdır.
1961 Anayasası’nın İkinci Kısım’ında düzenlenen temel haklar ve özgürlükler (10.-62. Maddeler) şunlardır: Kişi Dokunulmazlığı, Özel Hayatın Gizliliği, Konut Dokunulmazlığı, Haberleşme Hürriyeti, Seyahat ve Yerleşme Hürriyeti, Vicdan ve Din Hürriyeti, Düşünce ve İnanç Hak ve Hürriyeti, Bilim ve Sanat Hürriyeti, Basın Hürriyeti, Gazete ve Dergi Çıkarma Hakkı, Kitap ve Broşür Çıkarma Hakkı, Basın Dışı Haberleşme Araçlarından Faydalanma Hakkı, Düzeltme ve Cevap Hakkı, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hakkı, Dernek Kurma Hakkı, İspat Hakkı, Mülkiyet Hakkı, Çalışma ve Sözleşme Hürriyeti, Dinlenme Hakkı, Sendika Kurma Hakkı, Toplu Sözleşme ve Grev Hakkı, Sosyal Güvenlik Hakkı, Sağlık Hakkı, Seçme ve Seçilme Hakkı, Parti Kurma Hakkı, Kamu Hizmetine Girme Hakkı, Milli Savunma Hak ve Ödevi, Vatan Hizmeti, Vergi Ödevi, Dilekçe Hakkı.
Vurgulanmasında yarar olan bir başka konu da şudur: Tek Parti Dönemi’nin metni olan 1924 Anayasası’nın aksine 1961 Anayasası “Siyasi partiler demokratik hayatın vazgeçilmezidirler” (56. Madde) hükmü ile ilk kez siyasi partilerden ve çoğulcu yapıdan bahsetmiştir.
Dikkat edilirse, 1961 Anayasası, bu konuda neredeyse mükemmel bir katalog hazırlamıştır. Bu hakların hayata geçmesi için gereken kanuni düzenlemelerin yapılmasındaki ayak sürümeler, gecikmeler bu yazının konusu değil ama biri hakkında parantez açmak iyi olur diye düşünüyorum.
KUVVEDEN FİİLE GEÇİŞE BİR ÖRNEK: KAVEL GREVİ
1961 Anayasası’nın 46. maddesine göre, çalışanlar ve işçiler izin almaksızın, sendikalar ve sendika birlikleri kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten ayrılma hakkına sahiptiler. 47. maddede ise, işçilerin toplu sözleşme ve grev hakkına sahip oldukları belirtiliyordu. Aynı maddelere göre, devlet bu hakların kullanımını düzenleyen kanunları çıkaracaktı. Bu kanunların çıkarılması biz dizi direnişten sonra oldu. Örneğin 31 Aralık 1961’de İstanbul Sendikalar Birliği tarafından 100 bin kişinin katılımıyla Saraçhane’de bir miting düzenlendi. Bunu direnişler, yemek boykotları, oturma eylemleri, sessiz yürüyüşler izledi. Kavel Kablo Fabrikası’nda çalışan Türk-İş’e bağlı Maden-İş Sendikası’nda örgütlü olan 173 işçinin 1963 yılının Ocak ayında başlattığı gözüpek mücadele emek tarihine altın harflerle geçti. Maden-İş’in bağlı olduğu Türk-İş Konfederasyonu sanki böyle bir grev yokmuş gibi kayıtsızdı. Durumu protesto etmek için, Türk-İş Güney Bölgesi’ndeki 23 sendika başkanı ve 45 yönetici 27 Şubat 1963’te Türk-İş’ten ayrıldıklarını ilan ettiler. Yaklaşık 100 gün süren olaylar sonunda, dönemin Çalışma Bakanı ‘işçi dostu’ Bülent Ecevit, kamu emekçilerinin sendikal haklarıyla ilgili maddeleri yasa tasarısından çıkardıktan ve patronlara lokavt yapma hakkını tanıdıktan sonra 274 ve 275 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu (kısaca Sendikalar Kanunu diye bilindi) yürürlüğe girdi. Böylece Türkiye ILO sözleşmesini bile kabul etmemişken sendikal özgürlüğünü kabul etti.
Parantezi kapatıp devam edersem, her temel özgürlüğün hangi hâllerde ve ne şekilde sınırlanabileceği, temel hak ve özgürlüğü tanıyan Anayasa maddesinde düzenlenmekle beraber, 1961 Anayasası’nın 11. Maddesi “Temel hak ve hürriyetler, Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak, ancak kanunla sınırlanabilir. Kanun kamu yararı, genel ahlâk, kamu düzeni, sosyal adâlet ve millî güvenlik gibi sebeplerle de olsa bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunamaz.” diyerek keyfi müdahalelere fren koymuştur.
VATANDAŞLIK VE TÜRKLÜK MESELESİ
Temel Haklar bölümünde yer alan 54. Madde ile 1924 Anayasası’nın tartışmalı 88. maddesindeki vatandaşlık tanımına karşılık, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür. Yabancı babadan ve Türk anadan olan çocuğun vatandaşlık durumu kanunla düzenlenir.” denerek hâlâ vatandaşlığın temelini “Türk” olmaya bağlarken, kan (nesil) bağı (Latince Jure Sanguinis) ile toprak bağını (Jure Soli) esas alan sistemlerinin karması bir sisteme geçilmiştir.
Bu arada anayasa metnindeki diğer “Türk”lü tamlamalar şunlardır: “Türk milliyetçiliği” (Giriş), “Türk milleti” (Giriş ve 4. 7. Maddeler, Geçici 4. Madde), “Türk Devleti” (11, 96 ve 97. Maddeler), “Türkler” (18 ve 65. Maddeler), “Türk toplumu” (35 ve 153. Maddeler), “her Türkün” (58 ve 60. Maddeler), “Türk kanunları” (65. Madde), “Türk Silahlı Kuvvetleri” (66. Madde), “her Türk”, (68, 71 ve 72. Maddeler).
YASAMA ERKİ VE İKİ KAMARALI MECLİS SİSTEMİ
1961 Anayasası’nın yasama erkini kullanacak TBMM ile ilgili maddeleri, 1921 ve 1924 Anayasası’nda olmayan fakat 1876 Kanun-ı Esasi’de olan “iki kamaralı meclis” sistemini önermektedir. 63. Madde’ye göre yasama yetkisini kullanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, kendi içinde iki kanattan, Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu’ndan oluşacaktır. Millet Meclisi üyelerinin tümü genel halk oyu sonucunda seçilecektir. 70. Madde’ye göre Cumhuriyet Senatosu’nun 150 üyesi genel halk oyuyla seçilecek, 15 üyesi Cumhurbaşkanı’nca belirlenecekti. 150 kişilik ilk gruba “Tabii Üyeler”, 15 kişilik ikinci gruba “Kontenjan Senatörleri” denecekti. Tabiî Üyeler, eski Cumhurbaşkanları ve Milli Birlik Komitesi Başkanı ve üyelerinden meydana gelecekti. Tabii Üyeler’in görev süresi ömür boyu devam edecekti. Bu hüküm ile askeri otorite yasama sürecinde sınırlı da olsa önemli bir ayrıcalık elde etmişti. Aynı zamanda darbe ile kaybettikleri meşruiyeti de meclis üyesi olarak yeniden kazanıyorlardı.
İki kamaralı meclisin, Osmanlı’dan beri süregelen “avam-havas”, “halk-elitler”, “kitle-öncüler” gibi karşıtlıkların bir tezahürü olduğunu söylemek mümkün çünkü meclisin ilk kanadına seçilmek için okur yazar olmak yeterli iken, ikinci kanada girmek için yüksek okul mezunu olmak şartı getirilmişti. Böylece İttihatçılardan devralınan “kitlelere güvensizlik”, “okumuş adamların denetimi” ile giderilmeye çalışılmıştır.
CB’NİN PARTİSİZLİĞİ
Yürütme başlıklı bölümündeki 95. Madde ile Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisince, kırk yaşını doldurmuş ve yüksek öğrenim yapmış kendi üyeleri arasından, üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla yedi yıllık bir süre için seçilecekti, ilk iki oylamada bu çoğunluk sağlanamazsa, salt çoğunlukla yetinilecekti. Bir kimse arka arkaya iki defa Cumhurbaşkanı seçilemeyecekti. 98. Madde ile Cumhurbaşkanı, göreviyle ilgili işlemlerinden sorumlu değil iken, Cumhurbaşkanının bütün kararlarının Başbakan ve ilgili Bakanlarca imzalanacağı, bu kararlardan Başbakan ile ilgili Bakanların sorumlu olduğu belirtiliyordu. 99. Madde ile Cumhurbaşkanının sadece vatan hainliğinden dolayı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte birinin teklifi üzerine, üye tamsayısının en az üçte ikisinin Meclislerin birleşik toplantısında vereceği kararla suçlanabileceği söyleniyordu. (Ayrıntıya girmeden söylersem, hem Tek Parti, hem DP döneminin acı derslerinden sonra anayasaya konulan Cumhurbaşkanı’nın partili olmaması ilkesi ve Cumhurbaşkanı seçimi için getirilen kriterler, 12 Eylül 1980 darbecilerine gerekçe oluşturan meclis kilitlenmesine neden olmuştu. Bunu gelecek haftaki yazıda irdeleyeceğim.)
REJİMİN JANDARMASI: MİLLİ GÜVENLİK KURUMU
Anayasanın Yürütme başlığı altında 111. Madde’de tanımlanan Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) üzerinde, günümüze kadar süren etkileri yüzünden biraz uzun duracağım izninizle.
Aslında bu kurulun evveliyatı vardır. 1922’de kurulan Harp Encümeni,ya da 1933’te kurulan Yüksek Müdafaa Meclisi gibi kurullar çok işlevsel olmamıştı. ABD’nin ünlü Truman Doktrini kapsamında Türk Ordusu’nun modernizasyonu ile ilgili düzenlemeler arasında 1949’da Cumhurbaşkanı’nın doğal başkanlığında, Milli Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı’ndan oluşan (buna daha sonra Harp Kuvvetleri Komutanı da katılacaktı) Milli Savunma Yüksek Kurulu’nun görevi ‘topyekûn savaş’ konsepti uyarınca, savunma birimleri arasında eşgüdümü sağlamaktı. Yani, siyasete müdahale etmesini mümkün kılacak atraksiyonları yoktu. Nitekim ileriki yıllarda, 1950-1960 arasındaki hükümetler, kurulu ciddiye almamakla suçlanacaklardı.
Ordunun siyasete bağımsız bir aktör olarak dönüşü, 27 Mayıs 1960 darbesiyle oldu. 1961 Anayasası’nın 111. maddesiyle kurulan MGK’nın görevlerini madde şöyle tarif ediyordu:
“Milli Güvenlik Kurulu, kanunun gösterdiği Bakanlar ile Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet temsilcilerinden kuruludur. Millî Güvenlik Kuruluna Cumhurbaşkanı başkanlık eder; bulunmadığı zaman bu görevi Başbakan yapar. Millî Güvenlik Kurulu, millî güvenlik ile ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere, gerekli temel görüşleri Bakanlar Kuruluna bildirir.
Kurulda yer alan asker üyeler, Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları olmak üzere belirli ve sabittir. Ancak Kurulun sivil üyelerinin tespiti noktasında kanun koyucu yetkili kılınmıştır. 11 Aralık 1962 tarih ve 129 sayılı Kanuna göre, Kurulda yer alacak sivil üyeler Cumhurbaşkanı, Başbakan, Devlet Bakanı, Başbakan Yardımcıları, Millî Savunma, Dışişleri, İçişleri, Maliye, Ulaştırma ve Çalışma Bakanlarıdır. Kurulun bu yapısına bakıldığında kararlara sivil iradenin hâkim olduğu düşünülebilir. Kurul uygulamada Cumhurbaşkanın başkanlığında nadiren toplanmış, toplantıya daha çok Başbakan başkanlık etmiştir.”
Bu mühim kurulun 11 üyesinden 6’sının başbakan, bakan gibi sivil unsurlar olması ilginçti. Sivil üyelerden biri Çalışma Bakanı’ydı. Bu, o günlerde yavaş yavaş geliştiği görülen işçi sınıfının grev, direniş gibi eylemlerinin de ‘milli güvenlik’ konsepti içine alındığını düşündürüyordu.
Dikkat edilirse, bir önceki kuruldaki “savunma” sözcüğü “güvenlik”le değiştirilmiştir. Bu önemli bir değişikliktir çünkü böylece kurulun kapsamı birden değişmektedir. Öte yandan Türkiye’de “milli” kelimesi her türlü demagojiye ve istismara açık bir kavramı temsil ettiği için, bu kurulun neyin güvenliğini sağlayacağı çok açık değildir. Acaba memleketi sadece içten ve dıştan gelecek işgal, silahlı saldırı, isyan gibi somut tehlikelere karşı korumakla mı yükümlüydü, yoksa komünizm, irtica tehlikesi, “arkadan hançerlemek” gibi ideolojik saldırılar da görev alanı içine giriyor muydu?
İdris Küçükömer’e göre MGK, 1961 Anayasası’nın en önemli kurumuydu. Hatta parlamentonun üçüncü bölümüydü. Buna dair bir ipucunu Milli Birlik Komitesi üyesi Tabii Senatör Haydar Tunçkanat 22 Eylül 1966’da Akşam gazetesinde yayımlanan mülakatında şöyle vermişti: “Komite, oy çokluğu ile iktidara gelecek olan siyasi partilerin yeni Anayasamızla kurulacak İkinci Cumhuriyeti de dejenere edip yeni bir ihtilale sebep olmalarını önlemek için, yeni Anayasa ile Milli Güvenlik Kurulunu bir tedbir olarak getirmiş[ti.]”
Yine bu bölümdeki 127. Maddede tanımlanan Sayıştay ise genel ve katma bütçeli dairelerin bütün gelir ve giderleri ile mallarını Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetlemek ve sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamak ve kanunlarla verilen inceleme, denetleme ve hükme bağlama işlerini yapmakla görevli kılınmıştı. Sayıştay, her ne kadar, TSK’nin paydaşı olduğu OYAK adlı holdingi denetlemeyi başaramasa bile AKP dönemine kadar görevini en iyi şekilde yapmaya çalıştı.
YERELE MUHTARİYET VAR MI?
1921 Anayasası’nın neredeyse yarısını oluşturan, 1924 Anayasası’nda esamisi okunmayan “Mahalli idareler” kavramı, 1961 Anayasası’nın Yürütme başlığı altındaki 116. Madde’de şöyle dile gelmiştir: “Mahalli idareler, il, belediye veya köy halkının müşterek mahallî ihtiyaçlarını karşılıyan ve genel karar organları halk tarafından seçilen kamu tüzel kişileridir. Mahallî idarelerin seçimleri, kanunun gösterdiği zamanlarda ve 55 inci maddede yazılı esaslara göre yapılır. Mahallî idarelerin seçilmiş organlarının organlık sıfatını kazanma ve kaybetmeleri konusundaki denetim, ancak yargı yolu ile olur. Mahallî idarelerin kuruluşları, kendi aralarında birlik kurmaları, görevleri, yetkileri, maliye ve kolluk işleri ve merkezî idare ile karşılıklı bağ ve ilgileri kanunla düzenlenir. Bu idarelere, görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır.”
Bu maddede 1921 Anayasası’nın gerekçesi ne olursa olsun, yerel idarelere muhtariyet vermeyi vadeden ruhundan eser olmadığı açıktır.
YARGI ERKİ VE ANAYASA MAHKEMESİ
Yargı başlıklı bölümde 139. Madde ile 144. Madde arasında görev tanımları yapılan Yüksek Mahkemeler (Danıştay, Askeri Yargıtay, Uyuşmazlık Mahkemesi, Yüksek Hakimler Kurulu ve Anayasa Mahkemesi) vardı ki, bunlar 1924 Anayasası’nda başlık olarak bile belirtilmemişti.
Bunlardan Anayasa Mahkemesi’ne ayrı bir parantez açmak istiyorum. 147. Madde “Anayasa Mahkemesi, kanunların ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüklerinin Anayasaya uygunluğunu denetler. Cumhurbaşkanını, Bakanlar Kurulu üyelerini Yargıtay, Danıştay, Askerî Yargıtay, Yüksek Hâkimler Kurulu ve Sayıştay, Başkan ve üyelerini, Cumhuriyet Başsavcısını, Başkanun sözcüsünü, Askerî Yargıtay Başsavcısını ve kendi üyelerini görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divan sıfatiyle yargılar ve Anayasa ile verilen diğer görevleri yerine getirir. Anayasa Mahkemesinin, Yüce Divan sıfatiyle yargılamasında savcılık görevini Cumhuriyet Başsavcısı yapar.” diyordu.
Bu bağlamda, yürütmenin eylemlerini denetleme mekanizması olarak Anayasa Mahkemesi’nin kurulması olumluydu ancak burada anlatması uzun olan nedenlerle bu mahkeme bazı dönemlerde yasama-yürütme-yargı üçlüsünün en etkili organı hâline gelecekti.
BİTİRİRKEN
Taha Parla “1961 Anayasası, devlet-yurttaş ilişkisini neo-liberal sosyal devletçi bir anlayışla ılımlı dayanışmacı/solidarist korporatist bir anlayışın karışımı olan bir tutumla ele alınmıştır. 1961 Anayasası, kişi ve toplulukların hak ve özgürlükleri ile ödevlerini dengelemeye çalışır; ödevler ise devlete karşı değil, topluma karşıdır.” der.
Bület Tanör “27 Mayıs müdahalesinin bir ürünü olarak anayasada yer alan başka bazı düzenlemelerin askeri, seçkinci, bürokratik vesayet karakteri taşıyıp taşımadıkları demokrasi açısından olumlu olup olmadıkları da ayrı bir sorundur (yargı organı, MGK, Planlama Teşkilatı, vb.). Burada işaret edilmek istenen, devletin yeniden örgütlenmesinde tek merkezcilik, iktidar yoğunlaşması (temerküzü) ve tekelleşmesi, kuvvetler birliği, mutlak egemenlik gibi ilkelerden uzaklaşılmasıdır. 1961 Anayasası bu konudaki tercihini açık bir şekilde, kuvvetlerin dağıtılması ve birbirlerine dengeletilmesi, egemenliğin ve iktidarın kullanılışının paylaştırılması, kısacası ‘bölüştürülmüş egemenlik’ lehine yapmaktadır.” der.
TİP Genel Başkanı Behice Boran ise (özgün imlasıyla) şöyle der: “1961 Anayasası, Türkiye’nin politik hayatında bir dönüm noktasıdır diyebiliriz. 1960 askeri hareketine ve onun neticesinde ortaya çıkan 1961 Anayasası’na kadar Türkiye’de fikir özgürlüğü katiyyen yoktu, burjuvalar içün de yoktu. Burjuvalar içün dahi resmi devlet ideolojisi vardı, ona uymak mecburiyetindeydiler, yani Halk Partisi’ne uymak mecburiyetindeydiler. Burjuva kadro dahilinde dahi, burjuva ideolojisinin sınırları içinde dahi bir fikir özgürlüğü, bir tartışma özgürlüğü yoktu; Halk Partisi ne diyorsa oydu doğru olan, ‘büyüklerimiz bilir’ öyle gidiyordu. Onun içün şeyler, Halk Partisi’nin bu tek parti yönetimi yalnızca Marksist-Leninist düşüncenin gelişmesine, gerçek anlamda bilimin Marksist-Leninizm temeli üzerinde gerçek anlamda sosyal bilimlerin gelişmesini önlemekle kalmadı, burjuva ideolojisi, kadrosu çerçevesi içinde dahi Batı’da olduğu gibi bir felsefi gelişme, bir düşünce gelişmesi, bir bilimsel experimental, pozitif bilim denilen bilimlerin gelişmesini dahi önledi; bütün fikir hayatını dondurdu, müthiş bir şey oldu ve bizim fakülteden ayrılışımız bunun en bariz şeyiydi.”
Korkut Boratav’a göre ise 1961 Anayasası, halkın kısa dönem çıkarlarıyla burjuvazinin uzun dönemli çıkarlarının örtüşmesinin ürünüdür ve Türkiye tarihinin “en demokratik anayasasıdır.”
Ben tarih ve siyaset bilim tahsil etmiş biriyim ama anayasa uzmanı değilim. Bildiğim anayasacılığın burjuva sınıfının yönetme araçlarından biri olduğu. Evet, 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nde Yeni Türkiye’nin kapitalist “kalkınma” modelini seçtiği Batılı ülkelere ve SSCB’ye çıtlatılmıştı, 1945’te İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra Batı Bloğu’na demir atmak için “Çok Partili Dönem”e geçilmiş, ardından NATO’ya başvurulmuş hatta Kore Savaşı’na asker göndererek üyelik adeta söke söke alınmıştı, ama hâlâ ortada 1924 Anayasası’ndan rahatsız olan bir burjuvazi olmadığı gibi, 1961 Anayasası’nın liberal çerçevesini oluşturan başlıkları talep eden bir burjuvazi de yoktur. Keza, 1961 Anayasası’nın temel hak ve özgürlüklerini talep eden güçlü bir işçi sınıfı hareketi de yoktur. Hatta işçi sınıfı hareketi ve işçilerle aydınların partisi (TİP), 1961 Anayasası’nın tanımladığı ikinci kuşak haklardan aldığı cesaretle örgütlenecektir.
Nitekim Levent Köker’e göre de “Türkiye toplumu bugüne kadar kendi anayasasını kendisi yapmış değildir. Toplumun içinde vâr olan, târihî olarak devlet iktidârını elinde bulundurmaktan veyâ sosyo-ekonomik iktidara sâhip olmak nedeniyle devletle yakın hattâ içiçe olan imtiyazlı zümrelerin yazıp, en iyi ihtimâlle topluma onaylatma yoluna gittikleri bir dizi “teşkilât yasası”na sâhip olmuştur. Kuşkusuz burada, hem temel hak ve özgürlükler ile ilgili yaklaşımı ve hem de normlar hiyerarşisini kurumsal bir güvenceye kavuşturmayı amaçlaması bakımından 1961 Anayasası’nın ayrı bir yeri vardır ama o da çok yaşayamamış, askerî müdahale sonrası bu özellikleri hayli törpülenmiştir.”
Bence de 1961 Anayasası, Batı’daki burjuva kültürüne aşina, Batı’daki anayasacılık tartışmalarından haberdar, Türkiye’de henüz onu taşıyacak bir maddi gelişmişlik düzeyi olmasa da bir üst yapı kurumu olarak anayasanın toplumsal mühendislik faaliyetindeki işlevinin farkında olan bir asker-sivil “münevverler” grubunun çabası olarak düşünülebilir. Ancak bu münevver grubu, Tanzimat’tan beri tanıdığımız bir yaklaşımla, önce devleti ayaklarının üstüne sağlamca dikmek, sonra buna uygun bir vatandaş profili yaratmak için kafa yormuş gibi görünmektedir. Özellikle Demokrat Parti Dönemi’nin dersleri bu kadroya yön vermiştir. Hatta Mümtaz Soysal’ın Anayasaya Giriş kitabında belirttiği gibi “çoğunluk korkusu” ama demokratik düzeni tahrip etmeye değil cumhuriyetin temel tercihleriyle ilgili olarak uyumsuz çoğunlukların ortaya çıkabileceğine dair bir korku ve bunları zapt-u rapt altına almanın yollarını arama siyasalarının anayasal bir metne dönüştürülmüş hâliydi. Ancak sonuçta korkular ve sorunları çözme yöntemi olarak “çekiç” metaforu galip gelecek ve önce 12 Mart 1971 Muhtırası’nın ardından yapılan değişiklikler, sonra 1973 değişiklikleriyle anayasanın “demorakratik” ruhu boğulmaya çalışılacak, o da yetmeyince 12 Eylül 1980 darbesi ve ardından 1982 Anayasası ile yeni bir paradigma yürürlüğe konacaktı.
______________________
ÖZET KAYNAKÇA
Sina Akşin, Türkiye’nin Yakın Tarihi I, Yenigün Haber Ajansı Yayınları, 1997.
Orhan Aldıkaçtı, “1961 Anayasasında Devlet Başkanı ve Kararnamelerinin İmzalanması”, İstanbul Üniversitesi Mukayeseli Hukuk Araştırmaları Dergisi, yıl 1968, I/2: 30- 46.
Ergun Özbudun, “Türkiye’de Anayasa Yargısının Doğuşu: 1961 Anayasası Üzerindeki Kurucu Meclis Görüşmeleri”, Liberal Düşünce Dergisi, 2012, XVII/68: 5-18.
Taha Parla, Türkiye’de Anayasalar, İletişim Yayınları, 1991,
Bülent Tanör, İki Anayasa 1961-1982, Beta Basım Yayıncılık, 1994.
Ali Bayramoğlu, “Asker ve Siyaset”, Bir Zümre, Bir Parti, Türkiye’de Ordu (İletişim, 2004) içinde, s. 59-118.
Yılmaz Tezkan, “Tartışılan Bir Kurum: Milli Güvenlik Kurulu”, Siyaset, Strateji ve Milli Güvenlik (Ülke Kitapları 2000) içinde, s. 22-34;
Abdi İpekçi, Ömer Sami Coşar, İhtilalin İçyüzü, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010 (İlk yayını 1962)
_____________________
Haftaya: 12 Eylül 1980 Darbesi ve 1982 Anayasası: Anayasa mı “Amayasa” mı?
18. Yüzyılda Anayasa Rüzgârı Yeni Dünya’dan mı, Eski Dünya’dan mı Esti?