Osmanlı’da Anayasa Fikri Nasıl Ortaya Çıktı?

Anayasaların Tarihinden – II

Osmanlı’da Anayasa Fikri Nasıl Ortaya Çıktı?

Osmanlıların Amerikalılarla ilk tanışması, 1779’dan itibaren ABD ile Trablus, Cezayir ve Tunus sularında Mağripli korsanlar arasında yaşanan silahlı çatışmalarla olmuştu. O tarihe kadar İngiliz bayrağı altında bu bölgelerde rahatça dolaşan ABD gemileri, 1776’da İngilizlere karşı verdikleri bağımsızlık savaşından sonra kendi bayraklarını çekmek zorunda kaldıklarından, Osmanlı Devleti’nin Garp Ocakları diye anılan Kuzey Afrika eyaletlerindeki korsanlar için bir geçim kapısı olmuşlardı. Ancak korsanlar, gemilere saldırmakla kalmayıp, gemilerdeki Amerikalıları (ki “semiz ördek” diyorlardı onlara) esir almaya başlayınca işler değişti. 1793’te, çetin pazarlıklar sonunda Cezayirliler, ABD’den 2 milyon 274 bin Meksika pezosu fidye aldılar. 1795 yılında Cezayir, izinsiz sefer yapan iki Amerikan gemisini limana bağlayınca, ABD yılda 12 bin altın vergi ödeme şartını kabul ettiği bir anlaşma imzalamak zorunda kaldı. Ancak Amerika’daki “devrim” ve bunun ürünü olan “anayasacılık” fikirleri, Osmanlı ülkesine, Amerika değil Avrupa dolayımıyla girdi.

III. SELİM REFOMLARI

1789’da Fransız İhtilali başladığında Osmanlı İmparatorluğu’nun başında Sultan III. Selim bulunmaktaydı. Fransa ile doğrudan ilişkiler 1797 tarihli Campo Formio Anlaşması’yla başlamıştı ama esas karşılaşma Fransız İhtilali’nin ünlü generali Napolyon Bonapart’ın 1798-1801 yılları arasında, Osmanlı hükümranlığı altındaki Mısır’ı işgaliyle yaşandı. Her ne kadar karşılaşma askeri düzeyde olsa da, III. Selim, Avrupa’daki modernleşme hamlelerinden haberdar görünüyordu nitekim, Osmanlı tarihi boyunca, belli bir plan dahilinde bir ıslahat programı hazırlayan ilk padişah olarak tarihe geçti. Selim döneminde, Avrupa kurumlarını gözlemek üzere Azmi Efendi’yi Berlin’e, Ebubekir Ratıp Efendi’yi Viyana’ya, Yusuf Agah Efendi’yi Londra’ya göndermişti. Bu elçilerin kendisine sunduğu 22 layiha sonucu ortaya çıkan “Nizam-ı Cedid” (Yeni Düzen) adını verdiği bu programda, konumuzu ilgilendiren en önemli reform devletin yeniden yapılandırılması için Meşveret Meclisi (Danışma Meclisi) kurulmasıydı. Bunun tamamlayıcısı olarak Nizam-ı Cedid orduları kuruldu, Türkçe resmi dil, Fransız resmi yabancı dil ilan edildi, Fransızca askeri okullarda zorunlu hale getirildi. Batı tarzı subay ve asker yetiştirmek amacıyla 1795’te Mühendishane-i Berr-i Hümayun (Kara Mühendishanesi) kuruldu. Açıkça bir atıf olmamasına rağmen bu elçiler sayesinde Avrupa’daki anayasacılık faaliyetleri de izlenebilir oldu ki III. Selim, 1807’de Kabakçı Mustafa İsyanı ile tahttan indirilmeseydi belki de Tanzimat Dönemi daha erken başlayacaktı.

II. MAHMUD VE SENED-İ İTTİFAK

III. Selim’in yerine IV. Mustafa’yı tahta çıkaranlar devletin dini kurallara dayandığı ve devletin Yeniçeri Ocağı tarafından korunacağı hükümlerini içeren bir antlaşma imzalamış, Mustafa da bu anlaşmaya uymak zorunda kalmıştı. Neyse ki Mustafa dönemi kısa sürdü. Ama geçiş sancılı oldu. Yenilik yanlısı Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa ile “Rusçuk Yâranı” (Dostları) adıyla bilinen ve Alemdar Paşa’yı yönlendiren grup, III. Selim’i tekrar tahta çıkarmak istediler. Alemdar Mustafa Paşa’nın bu hamlesini farkeden IV. Mustafa, sabık padişah III. Selim ile diğer taht adayı olan Şehzade Mahmud’un idam emrini verdi. Nitekim III. Selim öldürüldü, ancak Şehzade Mahmud haremdeki kadınların yardımıyla kaçırılarak kurtarıldı. III. Selim’in öldürülmesinin ardından Alemdar Mustafa Paşa, 28 Temmuz 1808’de Şehzade (II.) Mahmud’u tahta çıkardı, kendini de Sadrazam yaptı. 

Osmanlı devletinin padişah ile tebaası arasındaki ilişkilere dair yeniden düşünmeye başlaması II. Mahmud döneminde (1808-1839) oldu. Bu konuda en önemli adım ise padişah ile merkezi devletin zayıflamasıyla ve dirlik düzeninin bozulmasıyla eş zamanlı olarak, taşrada ortaya çıkan; başlangıçta devlet adına vergi ve asker toplama işini yürütürlerken, zamanla paranın ve silahın gücüyle palazlanan, bazı durumlarda (örneğin III. Selim olayındaki gibi) merkeze kafa tutacak güç odakları haline gelen “ayanlar” ile 29 Eylül 1808 günü imzalanan Sened-i İttifak idi. 

Her ne kadar İstanbul’a gelen ayanların çoğu Sened-i İttifak’a katılmadan geri dönmüşler ve senedi sadece dört ayan imzalamışsa da âyanlar ile Sultan arasında bir uzlaşı niteliği taşıdığı giriş bölümünde belirtilen yedi madde ve bir ekten (zeyl) oluşan Sened-i İttifak, Sultan ile Sadrazam’ın emirlerine uyulması, yanlış uygulamalara karşı çıkılması, âyanların asker toplanmasına karşı faaliyetleri olursa buna birlikte müdahale edilmesi, yeni asker ocaklarının planlanması ve buna karşı çıkanların cezalandırılması, vergilerde adalet ile yolsuzluğun engellenmesi ve âyanlarla merkezi otoritenin birbirine karşılıklı saygı göstermesi konularını düzenliyordu. II. Mahmud Sened-i İttifak’ı hatt-ı hümayun sıfatıyla yayımlayınca Sened-i İttifak bağlayıcı nitelikte siyasi bir belge oldu. Sened-i İttifak’ın dördüncü maddesindeki “kanun hilafına bir fiil ortaya cıkarsa bundan davacı olunacağı ve men’ine çalışılacağı” ifadesini “sultanın adil olmayan fiilerine karşı isyan hakkı” diye yorumlayıp belgeyi bir “devrim” olarak niteleyenler veya (Doğan Avcıoğlu gibi) “eşkiyalığın meşrulaştırılması” sayanlar varsa da çoğu araştırmacı Sened-i İttifak’ı Sultan’ın yetkilerini ilk kez sınırlayan anlaşma olması niteliğiyle Osmanlı/Türk anayasacılık tarihinin (hatta demokratikleşme tarihinin) başlangıcı sayar. Hatta İngiltere’de kral ve senyörleri arasında imzalanan 1215 tarihli Magna Cartha’nın “Osmanlı versiyonu” sayanlar vardır. 

OSMANLI MAGNA CHARTA’SI MI?

Konuyu uzatmamak açısından ayrıntıya girmeden söylersem, bu benzetme doğru olmadığı gibi, doğru olsaydı bile Magna Charta’dan tam 513 yıl sonradır. Dahası Sened-i İttifak’ı ne sultan ne de ayanlar gerçekten benimsemişlerdir. II. Mahmut bunu şartların zorlamasıyla geçici olarak kabul etmiş, sonrasında Alemdar Mustafa Paşa’nın Yeniçeriler tarafından ortadan kaldırılmasına seyirci kaldığı gibi, gücü eline geçirir geçirmez Senedi İttifak’ı ve ayanları ortadan kaldırıp merkezi idareyi yeniden kurmayı temel bir amaç haline getirmiştir. Merkezi otoriteyi sağlama maksadına da (her ne kadar Mısır’daki Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya karşı hareketinde başarılı olamasa da) büyük ölçüde ulaşmıştır. Ayanlara gelince, Sened-i İttifak onların istek ve baskıları sonucunda ortaya çıkmış bir belge değildir. Aksine Sultan’ın iradesiyle ortaya çıkmıştır ve daha ilk maddesinde padişahın emir ve yasaklarına tamamen itaati söz konusudur. 

Bazı araştırmacılar 1826 tarihinde Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasını dahi “anayasacılık” başlığı altında yorumlar ki, Osmanlı imparatorluğu nezdinde görev yapan bazı sefirlerin mektup ve raporlarında, bu görüşü olumlayan ifadelere rastlanır. Öte yandan II. Mahmud döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun hükümranlık alanındaki Sırbistan’da kurulan “Meclis-i Şûrâ-yı Memleket”i (Skupština); 1831’de Eflak ve Boğdan’da kabul edilen “Teşkîlât-ı Esâsiyye Nizamnâmesi” gibi anayasa fikrinin olgunlaşmasına yardımcı olan başka metinler de vardır. Sonuç olarak II. Mahmud dönemi, konumuzla ilgili önemli adımların atılmadığı ama filizlendiği bir dönem olarak tarihe geçecektir. Anayasacılığın ilk kurumlarını oluşturmak oğlu Abdülmecioqd’e “nasip olacaktır”.

ABDÜLMECİD VE MUSTAFA REŞİT PAŞA

Şehzadeliğinde yarı hapis hayatı yaşayan Abdülmecid, babası II. Mahmud’un erken ölümü üzerine, 1 Temmuz 1839 günü tahta geçtiğinde henüz 16 yaşındaydı. Belki de bu yüzden babasının kurduğu idari kadroyu bozmak istemedi. Böylece, 1838’de İngilizlerle imzalanan Baltalimanı Ticaret Antlaşması’nın mimarlarından olan Mustafa Reşid Paşa da Hariciye Nazırlığı görevine devam etti. Mustafa Reşid Paşa önce Paris ve Londra’da elçilik yaparken, Batı siyasi kültürünü (özellikle İngiliz tipi Meşrutiyeti ve İngiliz tipi liberalizmi) gözleme imkânı bulmuş, özellikle eşit vatandaşlık meselesinin önemini iyi kavramıştı. Pozitivizmin kurucularından Auguste Comte’un fikirlerini Şark’a yaymak için mektup yazacak kadar “faydalı” bulduğu Mustafa Reşit Paşa’nın “Şevketpenahım, Devlet-i Aliyelerini kurtarmak için üç milyon askere ihtiyaç vardır. Maahaza bu kuvvet yalnız Avrupa kuvvetine karşı gelebilir. Halbuki devleti esasından kurtarmak için meşrutiyet usulüne müracaat etmekten başka Salim bir tedbir yoktur” şeklindeki tavsiyelerinin meyvesi sadece Abdülmecid dönemine değil, Osmanlı tarihine de damgasını vuracak olan ıslahat fermanları oldu. Mustafa Reşid Paşa’nın genç yaştaki padişahı ikna etmesi zor olmamıştı, çünkü Abdülmecid, şehzadeliğinde dönemin ölçülerine göre çok iyi bir eğitim almıştı. Bu eğitim de sadece alaturka dersleri değil, alafranga dersleri de kapsıyordu ve babasının izlediği yola büyük saygı duyuyordu.

GÜLHANE HATT-I ŞERİFİ

3 Kasım 1839 Pazar günü (benim de zamanında hatalı olarak söylediğim gibi bugünkü Gülhane Parkı’nda değil) Topkapı Sarayı’nın Marmara denizine bakan bölümündeki bahçeler arasında bulunan Gülhane Meydanı’nda okunan Gülhane Hatt-ı Şerifi’nin (sonradan kısaca Tanzimat Fermanı diye anıldı) özetinin özeti şuydu: “Bugüne dek devlet kanunsuz yönetiliyordu. Bundan böyle her şey kanuna dayanacaktır. Bu kanunlar da devletin Müslüman ve gayri Müslim tebaasına eşit olarak uygulanacaktır.” 

Fermanın okunması için Müslümanların tatil günü olan cuma değil de Batılıların tatil günü olan pazar gününün seçilmesi bile gayet “devrimci” bir tutumdu. Ama daha önemlisi, fermanın içeriğiydi. Öyle ki Mustafa Reşid Paşa, fermanı okumaya gideceği sabah karısıyla helalleşmişti, çünkü kellesinin gideceğinden neredeyse emindi. Neyse ki korktuğu olmadı. Gülhane Bahçesi’nde kendisini, çok değil dört ay önce Nizip’te isyancı Kavalalı Mehmed Ali Paşa ordularını durduran Britanya, Fransa, Avusturya ve Rusya’nın temsilcileri âlimler, vekiller, yüksek bürokratlar, medrese hocaları, askerler ve daha nice kesimden insan bekliyordu. Osmanlı Devleti’nin İslam şeriatına bağlı olduğu zamanlarda kuvvet kazandığı, dışarıda galibiyetler elde ettiği, içerde ise halka müreffeh ve saadetli bir hayat temin ettiği, fakat şeriat kanunlarından dönülmeye başlandığı andan itibaren devletin zayıfladığı, dışarıda galibiyetler yerine mağlubiyetler, içerde ise huzur yerine huzursuzluk, zenginlik yerine fakirlik geldiği ifadeleriyle başlayan fermanı okumaya başladığında önce sessizlik, sonra pes perdeden bazı homurtular olduysa da konuşmanın sonunda geleneksel “Padişahım Çok Yaşa!” nidaları yükseldiğinde, Osmanlı ülkesinde artık yeni bir dönem başlamıştı. 

Fermanın en önemli yanı o güne dek “millet” denilen kompartımanlarda adeta hapis hayatı yaşayan gayri Müslimleri ilk kez, “millet-i hakime” olan kesimle eşit muameleye tabi tutmayı vaat etmesiydi. Bu yeniliğe ilişkin genel tepkiyi ise şu anekdotal sözler özetliyordu: “Ne yani, artık gâvura gâvur demeyecek miyiz?” Aslında farkında değillerdi ama sadece gayri Müslimler değil, Müslümanlar da “reaya” olmaktan “tebaa” olmaya, yani kulluktan vatandaşlığa doğru yola çıkmıştı. Devlet, tebaanın ırzını, namusunu, canını korumayı, mal ve mülkünü istediği gibi tasarruf etmesini sağlamayı vaat ediyordu. Kanunsuz suç olmayacak, yargılamalar adil ve aleni olacaktı.

Ancak anayasal nitelikte olmayan ve tek taraflı bir beyan olan Tanzimat Fermanı sadece haklardan söz ediyordu, hürriyet kavramına yer vermemişti. Fermandaki düzenlemelere uyulmamasının yaptırımları belirtilmemişti. Buna rağmen bu tarihten itibaren devlet teşkilatı modernleşmeye başladı. Tanzimat Fermanı’nı özellikle Müslüman olanlar ile olmayanların kanunlar önünde eşitliği açısından pekiştiren ikinci önemli “anayasal” belgeyi uygulamaya koymak da Abdülmecid döneminde oldu. Şöyle ki:

KIRIM SAVAŞI İLE “AVRUPA AİLESİ”NE KABUL

Bağımsızlık peşindeki Mısır Hidivi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın isyanını ve onun merkezi devlete karşı başarılarından aldığı cesaretle 1839’da Cizre’yi başkent ilan eden Botan Emiri Bedirhan Bey’in 1847’deki ayaklanmasını barışla halleden Abdülmecid, Rusya ile Osmanlı arasındaki Kırım meselesini savaşla halletmek gafletinde(!) bulundu. 1853 yılı Ekim ayında önce Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya Çarlığı arasında başlayan, Nisan 1854’te Britanya ve Fransa’nın ve Ocak 1855’te de Sardinya Krallığı’nın, Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında savaşa katılımıyla tam bir Avrupa savaşına dönüşen Kırım Savaşı üç yıl sürmüş ve her iki taraftan 240 bin askerin ölümüyle birlikte her iki tarafın da hazinesinin dibinin görünmesine neden olmuştu. Ancak Kırım Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu’nun “Avrupa ailesi”ne kabulü anlamına geliyordu. Nitekim Mayıs 1854’te Fransa İmparatoru III. Napolyon, kuzeni Prens Jérôme Bonaparte, Avusturya-Macaristan İmparatoru’nun kardeşi Arşidük Ferdinand Maximilien, Belçika Kralı’nın iki oğlu, Büyük Britanya Krallığı’nın veliahdı Galler Prensi Edward, Rusya Çarı’nın kardeşi Konstantin gibi önemli şahsiyetler İstanbul’u ziyaret etmişti. Abdülmecid, Prens Jérôme ile Fransız Elçiliği’nde görüşmüştü. Bir Osmanlı sultanının yabancı bir ülkenin mekânına gitmesi başlı başına bir olaydı. Jérôme bu görüşme sırasında Abdülmecid’i Fransa’ya davet etmiş, Abdülmecid bu davete çok şaşırmış, memnun olduğunu belirtmiş ama icabet edememişti.

1856 HATTI-I HÜMAYÛNU

Kırım Savaşı’nın konumuzla ilgili olan etkisi 1856 Paris Konferansı arifesinde Büyük Devletler’in gayri Müslimlerin durumlarını bahane ederek Osmanlı İmparatorluğu’nun içişlerine karışmalarını engellemek için Abdülmecid’in ilerde Islahat Fermanı diye bilinecek olan Hatt-ı Hümayûnu  yayımlamasıydı. Britanya Elçisi Stratford Canning, Fransa Elçisi Édouard Antoine de Thouvenel ve Avusturya-Macaristan Elçisi Anton von Prokesch-Osten’in katıldığı bir dizi toplantı sonunda (ancak onların baskısıyla değil teşvikiyle) Mehmed Emin Âli Paşa ve Keçecizade Mehmed Fuad Paşa’nın kaleme aldığı ve 18 Şubat 1856’da Bâbıâli’de okunan ferman ile padişahın iradesi sınırlanıyor, kişi hakları öne çıkarılıyor, ırk ve din ayrımı yapılmaksızın bütün Osmanlı uyruklarının can, mal ve namus dokunulmazlıkları, yasalar önündeki eşitlikleri ve özel tasarruf hakları güvence altına alınıyordu. Tüm uyrukların din özgürlükleri garanti ediliyor; cizye, iltizam, müsadere, işkence ve kötü muamele yasaklanıyordu. Bundan böyle duruşmalar kamuya açık olacak, cezaevleri ıslah edilecekti. Müslüman olsun, gayri Müslim olsun herkes devlet memuriyetine girebilecekti. Hatta askerî okullara bile alınacaktı gayri Müslimler. Elbette artık Müslümanlar gibi askere de gideceklerdi. Dahası yabancı uyruklara ilk kez mülk edinme hakkı tanınıyordu. Özetin özeti olarak söylersek, Tanzimat Fermanı ile başlayan “kulluktan vatandaşlığa geçiş” süreci ile “devletin laikleşmesi” süreci, Islahat Fermanı ile biraz daha derinleşmişti.

Islahat Fermanı ile “millet sistemi” büyük darbe aldığı için, gayri Müslim cemaatlerin otoriteleri sarsılan dinî ve ruhani liderleri de durumdan memnun değillerdi. Gayri Müslimlerin eskisi gibi bir bedel ödeyerek askerlikten muaf olması usulünün kaldırılması da cemaatlerin gençlerinin hoşuna gitmemişti elbette.

TANZİMAT MODERNLEŞMESİ

İki ıslahat fermanı kapsamında ilk Nafıa (bayındırlık), Maarif (eğitim), Dahiliye (dışişleri), Hariciye (içişleri), Deavi (protokol işleri) nezaretleri (bakanlıkları) ve Şehremaneti (belediye teşkilatı) bu dönemde kuruldu. Ayrıca Şura-yı Devlet (bugünkü Danıştay), Meclis-i Vâla-yı Ahkâm-ı Adliye (bir çeşit bakanlar kurulu), hükümet üyeleri, yüksek rütbeli devlet memurları, emekli yüksek devlet memurlarının katılımıyla Meclis-i Âl-i Umûmî adlı kurul bu dönemde oluşturuldu. Bu dönemde, devlet memuru yapılan valilerin yetkileri kısıtlandı. Memurların geleneksel alışkanlıklarından kurtulmaları için görevleri talimatnamelere, nizamnamelere bağlandı. Rüşvet, zimmet, yolsuzluk suçları sıkı bir şekilde kovuşturulmaya başladı. İlk nizami mahkemeler bu dönem kuruldu. Saray kapılarında vezirlerin ya da isyancıların kesik başlarının sergilenmesi bu dönemde yasaklandı. Güvenlik teşkilatına çekidüzen verildi. Kölelik en azından kâğıt üzerinde kaldırıldı. Hukuk, fen ve askerlik eğitimleri modern usullerde yapılmaya başladı. İlk çiçek aşısı, ilk telgraf, ilk “kafa kâğıdı” (insanlar “Osmanlı Tezkiresi” denen nüfus belgelerini feslerinin altında sakladıkları için böyle anılıyordu) 25 Haziran 1861 günü 39 yaşındayken babası II. Mahmud gibi verem yüzünden hayata veda edecek olan Abdülmecid Dönemi’nde hayata geçti. 

1863 “ERMENİ MİLLİ ANAYASASI”

Tarih yazımında anayasal rüzgarların artık hissedilmeye başladığı Tanzimat Dönemi 1839’dan 1876’ya kadarki dönemi anlatır ama, Abdülmecid’ten sonra tahta çıkan Abdülaziz Dönemi’nde anayasacılık başlığı altında değerlendirilecek gelişmeler sayılıdır. Bunlardan en kayda değeri 1863 tarihli Nizamnâme-i Millet-i Ermeniyân adlı metindir. 1856 Islahat Fermanı’nın önce Patrik, Ermeni cemaatinin hem ruhani hem seküler lideriydi. Islahat Fermanı sonrası bu durumun ortadan kalkması üzerine bazı Ermeniler, Islahat Fermanı’nın yerine “Milli Bir Nizamname” yapma kararı almıştı. İçlerinde, 1876 anayasa çalışmaları sırasında adını daha çok duyacağımız Krikor Odyan’ın da bulunduğu bir Ermeni grubu 24 Mayıs 1860 tarihinde nizamname taslağını oluşturmuştu. Bu nizamname taslağı 17 Mart 1863’te bir fermanla onaylanarak yürürlüğe konuldu. Ermeniler tarafından 1863 Ermeni Milli Anayasası olarak isimlendirilen 150 maddelik bu nizamnamenin en önemli sonucu, Patriklik makanının bundan böyle yetkilerini oluşturulacak olan “Ermeni Milli Meclisi” ile paylaşmak zorunda olmasıydı. Yani aşırı bir benzetme sayılmazsa, “meşrutiyet” yönetimi “millet sistemi”nin olumlu sonuçlarından biri olarak “devlet içinde devlet” olan Ermeni Cemaati’nde başlamıştı.

Ayrıca yine Abdülmecid döneminde ilan edilip Abdülaziz döneminde uygulanan, Osmanlı İmparatorluğu’nun hükümranlığındaki Tunus’ta 1861 tarihli Tunus Kanunu, Lübnan’da 1861 tarihli Cebel-i Lübnan Nizamnâmesi, Abdülaziz döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun bütününde geçerli olmak üzere kabul edilen 1862 tarihli Rum Ortodoks ve 1865 tarihli Yahudi Nizamnameleri ile 1866 tarihli Mısır Fermanı’yla oluşturulan Meclis-i Şûrâi’n-Nüvvâb, Osmanlı İmparatorluğu’nda sultanın mutlak hakimiyetinde “delik açan” diğer toplumsal sözleşmelerdi.

“BİZE KONSTİTÜSYON DEĞİL ENSTİTÜSYON LAZIM”

Yine de Arapça “şart” kelimesinden türetilen bir kavram olan ve anayasalı, meclisli monarşi anlamına gelen “Meşrutiyet” kavramı Osmanlı lügatine girmemişti. Bu kavramın öncülü sayılabilecek “nizâm-ı serbestâne” fikri, ilk olarak Mısır Hidivi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu Fazıl Mustafa Paşa’nın 1867 yılında Sultan Abdülaziz’e sunduğu mektupta kullanılmıştı. Batı dillerinde “anayasa” için kullanılan “Constitution” terimini ise, Berlin Sefiri Edhem Paşa’nın Hariciye Nazırı Saffet Paşa’ya yazdığı 23 Ağustos 1876 tarihli mektupta okuyacaktık: “Bize konstitüsyon değil, enstitüsyon lazımdır” diyordu Edhem Paşa. Anlaşılacağı üzere konstitüsyon,“Constition” teriminin Türkçe okunuşu, enstitüsyon ise kurumlar anlamına gelen “institution” teriminin Türkçe okunuşudur. Yani Edhem Paşa’ya göre  Osmanlı’ya “anayasa değil, kurumlar lazım” idi. Bu fikir elbette tartışmaya değerdir, çünkü Batı dünyasında anayasaların işlerliği özellikle de yasama (meclisler), yargı (mahkemeler) ve yürütme (hükümetler) güçlerinin kurumsallaşmasına bağlı olmuştur. Sonuçta, Osmanlı toplumunda kurumsallaşma ile birlikte veya ondan önce (ki Edhem Paşa’nın cümlesinin böyle okunması daha doğru bence), Osmanlı İmparatorluğu’nun “konstitüsyon”a ihtiyacı olduğu fikrini “kuvveden fiile geçiren” geleceğin ünlü “makbul ve maktul” sadrazamı Midhat Paşa olacaktı. 

Özet Kaynakça: Ahmet Cevat Eren, Tanzimat Fermanı ve Dönemi, yay. Hazırlayan: Alişan Akpınar, Derin Yayınları, 2007; Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), Afa Yayınları, 1996; Halil İnalcık, “Sened-i İttifak ve Gülhane Hattı Hümayunu”, Belleten, cilt XXVII, sayı 112, Ekim 1964; Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuk Dersleri, Ekin Kitabevi, 2007; Roderic H. Davison, Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform (1856-1876) çev. Osman Akınhay, cilt I, Papirüs Yayınları, 1997; Sina Akşin, “Sened-i İttifak ile Magna Carta’nın Karşılaştırılması” Ankara Üniversitesi Dil Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, 1992, s. 115-123; Suna Kili ve A. Şeref Gözübüyük, Sened-i İttifak’tan Günümüze Türk Anayasa Metinleri, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2006; Tanzimat, editörler: Halil İnalcık ve Mehmet Seyitdanlıoğlu, Türkiye İş Bankanı Yayınları, 2011; Tanzimat’ın 150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu (25-17 Aralık 1989), Milli Kütüphane Matbaası, 1991.

Haftaya: 1876’da Kanun-i Esasi’nin İlanı ve Rafa Kaldırılması

18. Yüzyılda Anayasa Rüzgârı Yeni Dünya’dan mı, Eski Dünya’dan mı Esti?

Batılı Seyyahların Gözünden: Osmanlı’da Köpeklerin Sergüzeşti

1968 Baharı: Yarım Kalmış Bir Devrim miydi?

 

Önceki İçerik
Sonraki İçerik