Halit Ziya Uşaklıgil’in Canlı ve Renkli İzmir’i

“Türk romancılığının kurucusu”, “Türk romancılığının babası” olarak nitelenen ve edebiyat tarihimizde önemli bir yeri olan Halit Ziya Uşaklıgil’in yaşamöyküsü incelenince yazarın gençlik döneminin bir kısmını İzmir’de geçirdiği ve bu kente kültürel ve edebi açıdan önemli katkılar sağladığı görülür.  

Uşaklı Helvacızâdeler diye anılan ve halı ticareti ile uğraşan bir aileden gelen Halil Efendi’nin oğlu olarak 1866’da İstanbul Eyüp’te doğdu Halit Ziya. Sonradan Uşakizâde adını alan ailenin İstanbul’da açtığı mağazanın başına babası getirilmişti. Halit Ziya, önce Mercan’daki mahalle mektebine, daha sonra Fatih Askeri Rüştiyesi’ne devam etti.  

Babasının işlerinin bozulması üzerine ailece İzmir’e göç ettiler. (1878) İzmir Rüştiyesi’nde okurken Fransızca dersleri de alan genç Halit Ziya, bir süre sonra Mechitariste adlı yabancı okula verildi. Son sınıftayken okuldan ayrılarak babasının ticarethanesinde çalışmaya başladı. Aldığı eğitimler sayesinde başta Fransızca olmak üzere birçok yabancı dili çok iyi derecede öğrenmişti.    

Halit Ziya, o dönemde İzmir’de yaklaşık on iki yıl yaşadı. İzmir Rüştiyesi’ne Fransızca öğretmeni olarak girdi. Osmanlı Bankası’nda muhasiplik ve tercümanlık görevinden sonra İzmir İdadisi’nde Fransızca ve edebiyat öğretmeni olarak çalıştı. Bu arada İzmir’de gazete çıkarma faaliyetlerinde bulundu. Bir süre sonra İstanbul’a yerleşti, orada Reji İdaresi’ne başkatip olarak atandı. Uzun yıllar boyunca memuriyet ve edebiyat yaşamını bir arada sürdürdü. 

HALİT ZİYA UŞAKLIGİL’İN İZMİR YILLARI

İzmir’de yaşadığı yıllara dönersek, Halit Ziya, Fransızcasını ilerletince, okuduğu gazete ve dergiler yardımıyla Fransız edebiyatını yavaş yavaş tanımaya başladı. A. Dumas ve Racine’den çeviriler yaptı. O zamanlar Fransız natüralistleri en parlak dönemindeydi. Halit Ziya, o yıllarında Balzac, Stendhal, Flaubert’ten başlayarak Zola, Daudet, Goncour’lar olmak üzere Fransız realist ve natüralist yazarları büyük bir ilgiyle okuduğunu belirtir. Bu okumalar, yıllar sonra yazdığı romanlara da bir şekilde etki etmişti. Yazar, Fransız realist ve natüralistlerinin eserlerinden birçok veri toplamış, çeşitli fikirler ve izlenimler edinmiştir. Bu edebi birikimin sonucu olsa gerek Halit Ziya Uşaklıgil, modern realist roman tekniğini en iyi uygulayan yazarlarımızın başında gelir.

Halit Ziya, İzmir’deyken, iki arkadaşıyla birlikte 1884’te Nevruz, daha sonra 1886’da Hizmet ve Âhenk gazetelerini çıkardı. İzmir’in ilk özel gazetesi olan Nevruz’da Musset, Hugo, Ohnet gibi yazarlardan çevirilerini ve Kan Damlası başlığı altında ilk hikâyelerini yayımladı. Sefile, Nemide, Bir Muhtıranın Son Yaprakları adlı ilk roman ve uzun hikâye denemeleri Âhenk ve Hizmet gazetelerinde tefrika edildi.  

Halit Ziya’nın, yazarlığa hazırlanma evresi olan İzmir yıllarında, XIX. yüzyıl Fransız romanı, ülkemizin edebiyat çevrelerinin de üzerinde düşündüğü ve tartıştığı konular arasındaydı. Halit Ziya, yıllar geçtikçe edebiyata bakışını genişletip yenileştiriyordu. Realist roman tekniği hakkında çok düşündüğünü ve bu konu üzerinde epeyce çalıştığını Kırk Yıl adlı anı kitabında da dile getirir.  

İstanbul’a yerleştikten sonra Halit Ziya’nın oradaki edebiyat çevrelerine kendini kabul ettirmesi kolay oldu. Bir süre İkdam’da küçük hikâyeler yayımlayan yazar, Recaizade Ekrem’in ilgisiyle Serveti Fünun dergisine katıldı. Yazarlığının bu en verimli döneminde Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu gibi önemli romanları Serveti Fünun dergisinde tefrika edildi. Çeşitli memuriyet görevlerinde bulundu; yurt dışına görevli olarak gönderildi. Cumhuriyet’in ilanından sonra Yeşilköy’deki köşküne çekildi, gazetelerde yazmaya devam etti, anılarını kaleme aldı. 27 Mart 1945’te vefat eden Halit Ziya, Bakırköy Kartaltepe mezarlığında oğlu Vedat’ın yanında gömülüdür.

HALİT ZİYA’NIN ROMAN VE ÖYKÜLERİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ  

Halit Ziya, romanlarında üst tabakadan insanları ve onların dünyasını işler; insan psikolojisine önem vererek roman kişilerinin ruhsal çözümlemelerini gerçekleştirir. Hikâyelerinde İstanbul ve İzmir’in yoksul semtlerine, kenar mahallelerine açılan yazar, buralardaki yaşayışları, insan ilişkilerini, aşkları, gelenek ve görenekleri, farklı insan tiplerini, unutulmayan insan hikâyelerini bütün canlılığıyla ve sade bir dille işler, o dönemin toplumsal yapısına realist bir yazar olarak güçlü bir ışık tutar.  

Halit Ziya Uşaklıgil, son romanı Kırık Hayatlar’dan (1924) sonra tamamen hikâye ve anı yazmaya yönelir. Hikâyelerinde yaşamın daha geniş kesitlerine açılır; onun hikâyelerinde olaylar çoğu zaman geniş bir zamana yayılır. Uzun hikâyelerinden oluşan dört, kısa hikâyelerinden oluşan on kitabının çoğu Cumhuriyet döneminde yayımlanır. Halit Ziya, hikâyelerinin konularının bir kısmını doğrudan kendi hayatından alır. Bazılarını ise aile çevresinde tanıdığı ya da kendi çevresinde gördüğü kimselerin hayatından ilham alır. Kırk Yıl’da “…İstanbul ve İzmir evlerinin içinde ve civarında tanınmış simalardan birçokları uzun seneler sonra bana küçük hikâyelerimden bazılarını ilham etmiştir.” diyen Halit Ziya, bu konuda örnekler de verir. 

İZMİR HİKÂYELERİ İÇİNDEKİ DÜNYA

Anı tadında yazdığı hikâyeler ya da başka bir deyişle anı-hikâyeleri, ölümünden sonra İzmir Hikâyeleri adıyla 1950’de yayımlandı.  Bu yazıda İzmir Hikâyeleri içindeki dünyaya biraz değinmek istiyorum. 

İzmir Hikâyeleri, Halit Ziya’nın bir edebiyat eseri olarak kaleme aldığı son eseridir.  Yazar, büyük bir ihtimalle, bu anı-hikâyeleri, uzun sanat yaşamının sonlarına doğru, belki yayımlamayı bile düşünmeden, İzmir’deki gençliğini hatırlamak amacıyla yazmıştır.  Yazar, yaşlılık dönemini Yeşilköy’deki köşkünde geçirirken son bir kez İzmir’e gelmiş ve buradaki anılarını yerinde hatırlamak, yaşamak ve hissetmek istemiştir. İlk gençliğinin geçtiği aile, okul, çalışma ve eğlence mekânlarından kalanları yıllar sonra duygulanarak gezip dolaşmış, İzmir’e duyduğu özlemi gidermeye çalışmıştır. Gençliğinin İzmir’ini, aile çevresini, yaşadığı ve dolaştığı mekânları, tanık olduğu ya da başkalarından dinlediği olayları, mahallelerde karşılaştığı kişileri hayalinde yeniden canlandırmıştır.  İstanbul’a döndükten sonra İzmir gezisinin zihninde bıraktığı izlenimleri kaleme alarak İzmir Hikâyeleri adlı eserini meydana getirmiştir.  

İzmir Hikâyeleri’nin özelliklerine gelirsek, kitabın ilk ve en önemli özelliği, kahramanlarının çoğunun halk tabakasından seçilen sıradan insanlar olmasıdır. Yazarın bu kitabındaki kişiler, romanlarındaki kentsoylu, okumuş, zengin kişilerden oldukça farklıdır. Halit Ziya Uşaklıgil, bu eserinde halk arasında dolaşarak halktan kişileri öykü kahramanı olarak canlandırmıştır. İzmir Hikâyeleri’nin ikinci özelliği ise romanlarına göre daha yalın bir dille, sanat yapma kaygısından uzak, doğal bir anlatımla yazılmış olmasıdır. Yazarın bu yalın ve doğal anlatımında, 1930’lu, 1940’lı yıllardaki dilde sadeleşme çalışmalarının da etkisi olduğu söylenebilir.

İzmir Hikâyeleri’nin inanılmaz bir folklor zenginliği içerdiğini; sayfalarında XIX. yüzyılın sonlarındaki İzmir’in toplum yaşamına dair pek çok bilgi, tanıklık, gözlem barındırdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Yazar, Körfez’den Kordonboyu’na, kent merkezinden kenar mahallelere açılan bu hikâyelerinde, oralardaki her sınıftan insanları, özellikle halk kesimini, dönemin toplumsal yaşamında etkili olan gelenek ve görenekleri, eğlence ve yeme içme kültürünü, insan ilişkilerini, örnekleriyle zengin bir kaynak halinde dile getirir. Bu kitap içindeki anı -hikâyelerde İzmir’in kültürel mozaiğinin başarıyla yansıtıldığını da görüyoruz. O dönemde, Türk, Rum, Ermeni, Musevi ve siyahi insanların bir arada, barış içinde, özgürce yaşadıklarına; birbirlerinin kültürlerinden etkilenerek ortak bir “İzmir kültürü” oluşturduklarına tanık oluyoruz. 

İzmir Hikâyeleri tam anlamıyla anı türünde olmasa da anı karakteri gösteren, yazarın yaşamından izler taşıyan hikâyelerin toplamından oluşan bir kitap. Birinci sayfada, oğlu Bülend Uşaklıgil’in bir notuyla karşılaşmak insana heyecan veriyor: “Ölümünden sonra basılan bu kitabını İzmirlilere ithaf ettiğini babam son günlerinde söyledi.”  

“GERİLERE DOĞRU”

İzmir Hikâyeleri’nin ilk metni, “Gerilere Doğru” başlığını taşıyor; yazarın gençlik günlerini anımsaması üzerine kuruluyor. Yazarımız, anlatıcısı üzerinden, yaşadığı günleri dillendiriyor. Anlatıcı ile yazarın özdeş olduğu bir hikâye bu. Kitaptaki diğer öykülerde aynı özelliği görüyoruz. Yıllar sonra İzmir’e gelen yazar, şöyle ifade eder duygularını: “Uzun yıllar sonra İzmir’i yeniden görmüştüm. Orada on iki yaşımdan yirmi dördüme kadar bir anılar zinciriyle bir hayat geçirmiştim. Hele bu güzel kentin büyük yangından sonra ne olduğunu, yanan eski mahallerinin yerine kurulan güzel yeni kenti görmek, yangından kurtulan mahallelerinde de dolaşarak o zamanlarıma ilişkin hayatımı diriltmek için içimde bir gereksinme duyuyordum; bundan sekiz yıl önce fırsat buldum.” Yazar, önce otomobille eski Frenk, Rum ve Ermeni mahallesini ve bütün yanmış yerleri dolaştığını, yok olan binaların yerine yenilerinin yapıldığını, geniş güzel caddeler açıldığını anlatıyor. Gençlik anılarının yer aldığı yerler yok olmuştur, ama geleceğin vaatleriyle dolu yepyeni, çağdaş bir kentin ortaya çıkması onu sevindirmiştir.  

Ertesi gün bir araba tutarak eski mahalleleri dolaşmaya başlar. Tilkilik’e, Yokuşbaşı’na, Çakmakfırını’na uğrayarak ilk gençlik yıllarını yeniden yaşamak ister. Buralardaki değişim, yazarın anılarının üzerini tamamen örtmüştür, pek çok şeye yabancı kalır. Çorakkapı’daki eski aile konağının önüne gelir. Konak artık tanınmayacak haldedir. Burada, derin bir ayrılık acısı ve özlemle sızlar yüreği. Oradan, “Başdurak, Şadırvanaltı, Arasta, Hisar Camii, Yemiş Çarşısı, Kemeraltı Caddesi…” diye arabacıya emir vererek aile yurdunun darmadağın olmuş görüntüsünden uzaklara kaçmak ister: “Benim o konakta ne anılarım vardı. Onları, konağı eski halinde bularak, içine girerek, her köşesine sokularak yeniden yaşamaya ne kadar susamıştım. Bunu gerçekleştirmeyince arabada-sanki cenazeden dönüyormuşçasına-derin bir hüzünle sarsıla sarsıla ilerledim.” Sonra Kemeraltı Caddesi’ne gelir. “Benim yazarlık hayatımın en büyük bölümü, ta şu kadarcık bir çocuk iken başlayarak yirmi dört yaşıma kadar hep bu Kemeraltı Caddesi’nde geçmişti.” der. Yeniden, o harap haldeki konağı düşünür ve dedesinden uzun uzun söz eder. Kemeraltı Caddesi’ndeki yaşantılarına dönerek “Yazı hayatına en yoğun ve belirginlikle girişimin ilk ürünü Nevruz adlı dergiyi iki arkadaşımla birlikte kurmam olmuştu. Bu derginin en çalışkan elemanı bendim.” diyen Halit Ziya, o dönemde sık sık eleştirilere de hedef olduğunu belirtir. 

O yıllarda klasik müziğe ilgisi olduğunu dile getirdikten sonra İzmir’e gelen kumpanyalardan söz eder: “Her yaz mevsimini bu güzel kentte geçiren Fransız operet kumpanyaları bulunurdu. Ben de üşenmez, yorulmaz, ta uzak mahallelerden iner, rıhtıma kadar giderdim, onların müdavimiydim.” Çocukluğunda ve ilk gençliğinde okuduğu kitaplardan da bahseder Halit Ziya. Fransızca asıllarından romanlar okuduğunu, maceralı ve polisiye romanlara da özel bir ilgi gösterdiğini belirtir. Bu anı-hikâyenin en ilginç yönü, yazarın kendi gençliğini, genç bir adam şeklinde kişileştirerek onunla düşsel bir sohbete girişmesi, eski günlerin bir muhasebesini yapmasıdır. Aradan altmış yıl geçmiştir ve gençliğin güzel düşleri geride kalmıştır. Ancak İzmir Körfezi’nde batan güneş ve denizin çırpıntıları, bütün güzelliğiyle yazarın yüreğini ferahlatır. 

“UZAK ANILAR”

“Uzak Anılar” adlı hikâyede, dedesinin Çorakkapı semtindeki konağını ve buradaki yaşayış şeklini anlatır Halit Ziya. Konak, harem ve selamlık gibi bölümlerden oluşur. Aslında, Yokuşbaşı mahallesindeki kendi evlerine geçeceklerdir; ama ev henüz hazır olmadığı için dedesinin konağına sığınmış durumdadırlar. Öykünün şimdiki ânına dönen yazar, mahalleleri dolaşırken sokakların adlarının kaldırılıp yerine numaralar verilmiş olduğunu ve bu durumu yadırgadığını ifade eder. Anılarına yeniden açılan yazar, halasının Arapfırını mahallesinde bulunan konağından söz eder. Bu mahallenin o yıllarda güzel yapılarıyla seçkin bir yer olduğunu belirtir. Halasının evi, büyük sofaları, harem ve selamlık bölümleri olan, çok odalı, geniş bir evdir. Yazar bu evde, annesi ve babası hayatta olmayan Affan adlı çocukla tanışıp arkadaş olmasını anlatır. Halasının torunu olan bu çocuk, tuhaf, herkesten kaçan, sıra dışı biridir. Tüfeğiyle oynayıp bahçedeki kedileri avlamaya çalışır. Halit Ziya’dan beş altı yaş büyük olan Affan’ın yaşamı yıllar içinde bir trajediye evrilir.  

Yazar, İzmir’de çocukluktan çıkıp bir delikanlı olmasını şöyle anlatır: “Birdenbire serpilmiş ve bıyıklanmış bir delikanlı idim. Öğrenim işine son vermiştim. Üstelik İzmir’de Fransızca bilen tek Türk genci olduğumdan dolayı Fransızca dersleri veriyordum. Bir yandan da şurada burada yazılarım yayımlanıyordu.” Yıllar içinde bir şekilde İzmir Mevlevi dergâhına yolu düşünce, Affan’ı orada görecek ve gözlerine inanamayacaktır Halit Ziya. Oraya “çile doldurmak” amacıyla bir derviş olarak girmiştir Affan. Daha sonra ruh hastalarının tedavi gördüğü bir şifa evine alınan Affan’ın kısacık yaşamı ne yazık ki hüzünle sona erecektir.  

“GÜZEL İHSAN”

İnsan hikâyeleri eski mekânlara eşlik eder İzmir Hikâyeleri’nde. Canlı, sıra dışı insanların geçidi vardır sayfalar boyunca. “Güzel İhsan” da yazarın sıra dışı bir insan tipi üzerine temellendirdiği bir anı- hikâyesidir. Kendine özgü, tuhaf biri olan İhsan, doğuştan güzellikten, yakışıklılıktan nasibini alamamış, o nedenle çevresinde pek beğenilmeyen biridir. Yüzü çocukken geçirdiği çiçek hastalığı nedeniyle delik deşik kalmıştır. Anasıyla birlikte yaşayan İhsan’ın Fettah sokağında bir evi, Zindan çarşısında küçük bir dükkânı vardır. Rüştiyeyi bitiren İhsan yetenekleri olan bir adamdır; hem iyi bir anlatıma hem de güzel bir el yazısına sahiptir. İzmir’de el yazısı onun kadar güzel bir kâtip bulmak zordur. 

Yazar, İhsan’ın yaşantılarından kesitleri ve onun şehirde uğradığı yerleri öyle bir anlatır ki o dönemin İzmir’i, gözümüzün önünden bütün canlılığıyla bir film şeridi gibi geçer. İhsan sayesinde İzmir’in sokak lezzetlerini, yeme içme kültürünü keşfederiz. İhsan, kışın soluğu Bitpazarı’nın yanında duran Salepçi Arnavut Zeynel’in yanında alır; İzmir’in o zamanlar çok meşhur olan Şam halkalarından bir tane alır, yolda onu yer. Üstüne bir fincan tarçınlı salep içer. Mevsim yaz olduğunda Çakı bedestenine dalmadan önce o dönem çok meşhur olan katmeri en iyi yapan fırına uğrar, üst üste iki katmer yer, sonra demirhindi ya da badem içi, kavun çekirdeği şerbeti satan şerbetçilere yönelir. 

Halit Ziya, İhsan’ın sevdiği bu şerbetleri şöyle anlatır: “Bu iki tür şerbet de İzmir’in özelliklerindendi. Hele kavun çekirdeklerinin ezilerek un haline getirilmiş olmasından süzülerek yapılan sübyeye bayılırdı.” Sübye satıcısını iyi gözlemlemiştir yazarımız: – Abdullah, buraya gel!.. çağrıları duyulurdu. O, hiçbir çağrıyı kaçırmaz, iki koluyla kucakladığı parıl parıl parlayan, tepesinde bir ay yıldız, üzerinde küçük döner fırıldaklar dizilmiş zincirciklerle güzel güğümünü bir küçük atılımla öne çevirirdi: Musluğundan süt gibi sübyesiyle bir koca bardağı doldurup onun peşin zevkiyle yutkunan müşteriye sunardı.” İhsan’ın sevdiği yerler arasında rıhtımda lokmasıyla tanınan bir fırın vardır. Cebinde para çoksa öğle saatlerinde Kramer Gazinosu’nda kendine ziyafet çeken İhsan, burada Avrupai tatlarla buluşur. Bazen Kemeraltı Caddesi’nde küçük bir dükkânı olan gözlemeciye uğrar. Kimi zaman Şadırvan Camii yakınındaki kebapçıya gider, tandır kebabı adıyla fırında pişirilen yufkaya sarılı kuzu etini severek yer. Çarşıda havyar ezmesi satan yerlere uğramayı ihmal etmez. Oralarda sardalye yemeye de bayılır. Akşam yalnız eğlenecekse ya Karataş meyhanelerinden birine ya da bir Rum yeri olan Kerahori’de bir tavernaya uğrar. Rum mezeleri de İzmir kültürüne dâhildir: “İzmir’in ünlü iri boyda karidesleri, şamfıstığıyla tuzlu badem, tarator, halka halinde kızartılmış patlıcan, beyin salatası, içi ançüezle dolmuş yeşil zeytin ve daha başkaları…” Hikâyeyi okurken, ayrıca İzmir’in dil balığının çok ünlü olduğunu da öğreniriz. Halit Ziya, midesine düşkün kahramanı Güzel İhsan aracılığıyla İzmir’in mutfak ve yeme içme kültürünü tanıtmak ister gibidir.  

Yine bu hikâyeden öğrendiğimize göre, o dönemde de bedelli askerlik uygulaması vardı; hali vakti yerinde olanlar, özellikle işyeri sahipleri, devlete bedel öder, askerliğini yapmış kabul edilirdi: “O zaman para olarak, askerlik bedeli için ya elli altın ya da karşılık belli niteliklere sahip bir çift at alınıp kabul ettirilirdi. Güzel İhsan bu ikinci yolda çıkar görmüş ve işi böylece bitirmişti.” Tepecik bölgesinde Kemer durağına yakın bir noktada ve demiryolu yakınında olduğu için sadece Demiryolu diye anılan bir mahalle olduğu, taş evlerden oluşan bu mahallenin hükümetçe tanınan “malum ev”lerle dolu olduğunu belirten yazar, kadınlar arasında beğenilmeyen İhsan’ın oralarda da pek şansı olmadığını anlatır. 

İzmir’deki mahalle gelenekleri de İhsan ve çevresi bağlamında anlatılır: “İzmir’de bir âdet vardı: “Kurban Bayramından bir önceki gecede Çorakkapısı alanının çınarı altında bir davulla bir zurna sabaha kadar çalar ve ortalığı yarı aydınlatan çıraların ışığı altında sırayla delikanlılar oyuna çıkarlar, şafak sökesiye kadar oynarlardı. Yakındaki koyun sürüleri, kendilerini bekleyen kötü sonu düşünüyormuşçasına üzgün üzgün uyuklarken bayram öncesinin bu neşesi dalgalana dalgalana yana yöreye yayılırdı. O zaman Güzel İhsan da davul zurna sesini duyunca dayanamaz, yeniden giyinerek dışarıya çıkar ve soluğu Çorakkapısı’nda alarak, sabırsızlıkla alanın, oynamakta olan oyuncuların boşalmasını beklerdi.” Oyun oynamadaki mahareti herkes tarafından bilinen İhsan’ı görünce orada bulunanlar alanı boşaltır, İhsan’ın oynamasını heyecanla beklerler. İhsan’ın çevresindeki kişiler ve gelişen olaylar öykü ilerledikçe daha da ilginç bir hale gelir, inanılmaz entrikaların yer aldığı görülür. 

“CİVELEK ZİVER”

Kitaptaki “Civelek Ziver” başlıklı hikâyede öksüz yetim, siyahi bir çocuk olan Ziver’in, kabadayı bir lokantacı olan Yavuz İbrahim tarafından evlat edinilmesi, Yavuz İbrahim’in ona babalık etmesi, yazarın gözlemleri ve duydukları bağlamında güzel bir dille anlatılır. Ziver, öyle sevimli bir çocuktur ki onu sevmeyen yoktur. 

Yazarın anlattıklarından öğrendiğimize göre İzmir’de yeme içme kültüründe daha çok Rum lokantacılar söz sahibidir. Osmanlı Bankası İzmir şubesinin bulunduğu yerin karşısındaki lokantada özellikle Rum mutfağının en iyi örnekleri bulunur. Halit Ziya oradaki yemekleri şöyle hatırlar: “Bu pilavın üzerinde ya bir domates ya da beş on bamya ya da bir tane patlıcan oturtması bulunurdu. Nerede o günler!.. Şimdi perhiz ve az harcamaya dikkat günlerinde o zamanı düşünürken…Neyse geçelim.” Yemek sonrasını şöyle anlatır: “Kordonboyu’nda nargileleri ile ünlü olan Luka Kahvesi’ne seğirtirdim. Beni görünce elinde bir nargile ile az şekerli bir kahveyle garson koşar, masayı şöyle bir siler; gelişimi ‘kalosorisate’ diye selamlardı.” 

“Civelek Ziver” hikâyesinden, İzmirli siyahilerin pek çoğunun Afrika ülkesi Çad’dan geldiklerini, bu kentteki siyahilerinin yılda bir kez kendilerine özgü bir bayram kutladıklarını, bu bayramın adının Dana Bayramı olduğunu öğreniriz: “Zencilerin bir tane bayramı olurdu ki İzmir’in sayılı günlerinden biriydi. Onların Afrika geleneklerinden getirdikleri bir tören Kadifekale sırtlarında, İzmir’in Bahribaba sırtlarından denize bakan bir noktasında yapılırdı. İzmir’de ne kadar değişik ve çeşitli kabilelerden gelme erkek kadın zencileri varsa burada toplanırlar; yerler, içerler oynarlardı. İzmir halkından büyük bir kalabalık da bunları seyretmek ve garip oyunlarını görmek için orada toplanırlardı.”

“AYNİ TATA”

“Ayni Tata” adlı hikâyede toplum dışına düşmüş, halk tarafından dışlanmış, herkesin alay ettiği Ayni Tata adlı yarı deli ve yaşlı adamın çevresinde gelişen dramatik olaylar anlatılır. Sıra dışı giyimiyle, uzun hırkasıyla dikkat çeken, uzun boyuyla ürküten Ayni Tata’nın hırkasının her yeri parlak düğmelerle doludur. Bu hırka onun “deliliğinin” resmî giysisi gibidir. Hiç kimseyle konuşmayan adamın yeri yurdu da belli değildir. Elinde uzun bir sopa taşıdığı için mahalledeki çocuklar onunla alay etseler de ona fazla sataşamazlar. Bu hikâyenin sonu açık uçludur, Ayni Tata’nın akıbeti belirsizdir; sanki kırklara karışmış, “gayb âlemi”ne geçmiş gibidir. O nedenle, hikâyenin söylencesel düzleme açıldığını belirtebiliriz. Bu hikâyeyi okurken aklıma Oğuz Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam” adlı öyküsü geldi bir anda. O öyküde, toplum dışına itilen, alay edilen, yapayalnız bir karakteri işler Oğuz Atay. “Beyaz Mantolu Adam” öyküsü de açık uçlu ve belirsiz biter. 

“ABDİ İLE KARANFİL”

“Abdi ile Karanfil” başlıklı hikâyede Göztepe’deki bir köşkte çalışan siyahi melez bir genç kızla yakışıklı, sevilen ve köşkün arabacısı olan delikanlının aşkı anlatılır. Bu ana olayın çevresinde, yine o dönemin İzmir yaşamından görünümlerle karşılaşırız. İzmir’deki yaz yaşayışı, Halit Ziya’nın gözlemleriyle şöyle anlatılır: “Dedem, Bozyaka bağından bıktıktan sonra birkaç yıl Göztepe’de yazlık olarak güzel ve büyük bir yalı kiralamıştı. Sonra buradan o denli memnun kaldı ki bir Frenk ailesinin Göztepe sırtında ve oldukça yüksekte, geniş bir bahçe içindeki köşkünü satın aldı. Burada birtakım değişiklikler yaptırdıktan, özellikle setler halinde köşke kadar uzanan bahçeyi düzenlettirdikten sonra artık her yaz mevsimini burada geçirmeye başladı. Köşkün önünde kıyıda bir arsası, yukarıda arka yanındaki dağ sırtında geniş tarlaları vardı. Kıyıda güzel bir deniz hamamı, yukarıda da bir güvercinlik, bir kümes, bir selamlık dairesi, bir ahır yaptırmıştı.” 

O yıllarda deniz kıyısındaki evlerin çoğunda deniz hamamları bulunurdu. Öğrendiğimize göre 1920’li yıllara kadar ülkemizde bugünkü anlamda plajlar yoktu. Onun yerine deniz hamamları vardı. Kıyılardaki özel ve kapalı olan bu tesislerde denize girilirdi. Bunların bazıları halka açıktı, bazıları da yalı sahiplerinin kendi deniz hamamlarından oluşurdu. Halit Ziya şöyle anlatıyor: “Biz amca- yeğen, her gün akşamüstü köşkten aşağıya iner, deniz hamamına giderdik. O saatte sularda da bir ılıklık olurdu. Günün sıcağından sonra ne kadar ılık olursa olsun, suların serinliğinden büyük bir haz duyarak denizde biraz gecikirdim. Süleyman amcam bir sefer dalıp çıktıktan, birkaç kulaç yüzdükten sonra bir merakı vardı: Hamamın ön tarafına oturur, balık takımlarını çevresine alır, köşke dönmeden önce bir ikinci sefer dalıp çıkmak üzere orada balık tutmaya çalışırdı.”

O dönemde, Osmanlı toplumunun ve dolayısıyla İzmir’in toplumsal yaşamına damgasını vuran gerçeklerden biri de esirlik ve esir ticaretidir. Halit Ziya bu meseleyi şöyle dile getirir: “… büyük Türk kentlerinde yüzlerce bulunan bu Afrika kızlarının nasıl olup da buralara kadar geldiklerini ve kim bilir esirlik hayatında nasıl evreler geçirdiklerini bilmek gerekir. Sade ülkemizde değil, bu zavallılar bütün dünyaya yayılmışlardır. Bize gelenler çoğunlukla Çad Gölü yakınlarındandır. Afno, Bagermi, Borno kabilelerinden…Ayrıca Kongo’dan, Sudan’dan, Habeşistan’dan…Bu uzak yerlerden buralara kadar gelmek için neler görmüşler, neler neler geçirmişlerdir. Hele zalim esircilerin elinde birçoğu çocuk, birçoğu körpe genç kız, pek azı olgun kadın olan bu insanlar kim bilir nasıl kötü ve çirkin isteklere araç edilmişlerdir…” Daha sonra satıldıkları evlerde bu siyahi esirlerin her birinin acı bir serüveni olduğunu, yoksulluk ve sıkıntı içinde yaşadıklarını belirten Halit Ziya Uşaklıgil, gerçek bir aydın ve sanatçı vicdanıyla, hikâyesinde şu satırları kaleme almıştır: “Onları bekleyen kötü sonun küçük bir örneğini görmek için Kadifekale sırtında sefaleti sergileyen zenci mahallesine kadar gittik, o çöplük yerinin yaralayan tablosunu incelemek gerekir…”  Anımsadığıma göre, Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu romanındaki Habeş köle Beşir de roman olaylarının gidişatını değiştirecek itiraflarıyla, unutulmayan roman kahramanları arasında yer alır. 

“Abdi ile Karanfil” deki aşk hikâyesi hüzünlü bir sonla biter. Oğlunun siyahi bir kızla nişanlandığını öğrenen Arabacı Abdi’nin babası bu duruma itiraz eder; Abdi’ye bir mektup gönderir ve “Ben razı değilim buna; eğer böyle bir şey yaparsan seni evlatlıktan reddederim, mirasımdan yoksun kalırsın. Ben bir tek oğlumun bana siyah torunlar yetiştirmesine katlanamam.” der. O dönem toplumunun hoşgörüsü ve anlayışı, siyahilere işlemez ne yazık ki. Evlilik söz konusu olunca hemen “ötekileştirme” başlar. 

“DELİ FATO”

İzmir Hikâyeleri’ nin en çarpıcı metinlerinden biri “Deli Fato”dur. Halit Ziya, bu metnini “hikâye” değil, “küçük roman” olarak nitelendirmiştir. Gerçekten, oldukça uzun bir zaman dilimine yayılan, birçok olay ve kişiyle zenginleşen küçük bir romandır “Deli Fato”. Bence, “Deli Fato”, belirli bir karakter çevresinde gelişen, başarılı biçimde yazılan bir “ilk gençlik romanı”dır aynı zamanda. Bir bakıma bir “büyüme romanı”dır diyebiliriz. Karakterlerden Fato ve yakın arkadaşı Şimşek Ali, zamanla birlikte büyür ve olgunlaşırlar. Başlarından bin bir türlü serüven geçen bu iki genç, çocukluktan ergenliğe, oradan olgunluğa giden yolda birlikte yürür ve birlikte yetişkin birer birey haline gelirler. Halit Ziya, ergen psikolojisini “Deli Fato”da o denli başarıyla işler ki gerçekçiliği insanı hayrete düşürür. Ergenliğin o duygusal dalgalanmaları, çılgınlığı, itiraf edilmeyen aşkın verdiği sıkıntı ve daralmayı bütün canlılığıyla işler. Deli Fato, toplumun kızlara dayattığı kuralları sorgulayan, özgür ruhlu, güçlü ve akıllı bir kızdır. Anlamsız geleneklere, kadını zincirleyen âdetlere cesaretle karşı koyar. Kızların dışarıda çalışması fikrini henüz hazmedememiş olan yakın çevresine, İzmir’deki incir işletmesinde çalışıp kendi parasını kazanarak karşı koyar ve başka kızlara örnek olur. Çevresinde onu rahatsız eden kimi erkeklere de karşı çıkar ve kendini onlardan korumayı başarır. 

“Deli Fato” hikâyesinde, İzmir’in insan ve kültür mozaiği yine karşımıza çıkar. Yahudiler, bu hikâyedeki mozaikte önemli bir yer alır. Hikâyenin entrikalı, meraklı ve ilginç olaylarını, onu okuyacak olanlara bırakalım ve yine Halit Ziya’nın anlatımıyla bu hikâyeye yansıyan İzmir’e dair güzelliklerden söz edelim. 

Deli Fato’nun en sevdiği çiçek sellukadır: “Kendisi de bu bahçeye ara sıra çıkar, kırmızı güle, saçağa doğru sarkan çarkıfelek çiçeğine su verir, hele selluka çiçeğine, ne haldedir diye bakardı. Kışı sert olmayan ülkelerde yaşayan ve güzel kokusuyla insana baygınlık veren bu güzel çiçek ki Nina Lobada adıyla tanınmıştır ve Türkçede gelin perçemi anlamında ‘Zülf-ü arus’ adını almıştır. İzmirlilerin dilinde selluka diye anılır. Ve filizlendikçe geliştikçe epey boy atar… Fato’nun başlıca meraklarından biri de onun bir çiçeğini koparıp ya kulağına ya da göğsünün ortasına sıkıştırmaktı.” Fato, bu çiçekle, sevdiği genç Şimşek Ali’nin lüle lüle saçları arasında benzerlik görür; her ikisi de kıvırcık ve güzeldir. Ona olan aşkını önce kendi itiraf edecek kadar cesur bir karakter taşır Deli Fato. Zaten, cesareti ve kural tanımazlığı yüzündendir onun deliliği. 

O dönemde, İzmir’deki Yahudi kızlarının sıklıkla Müslümanlığa geçtiği görülmektedir. Halit Ziya, bu durumu, şöyle anlatır: “O zamanlar İzmir’de Müslüman olmak isteyen Yahudi kızlarına sık sık rastlanırdı. Müslüman olma töreni hükümet konağında, vali dairesinde, il idare meclis odasında yapılırdı. Bir hahamın eşliğinde kızın akrabası toplanır, haham öğüt verirken ötekiler ağlayarak bağırıp çağırarak bir kızılca kıyamet koparırlar, hükümet konağını çın çın öttürürlerdi. Kararından dönen Yahudi kızları pek seyrek olurdu. Onlar, çoğunlukla güzel, yakışıklı, her bakımdan çekici delikanlılara gönül vermiş olurlardı.”

Halit Ziya Uşaklıgil’in İzmir Hikâyeleri’ni okurken, eski İzmir’in toplumsal yaşamını adım adım izliyor; sanki o yıllarda soluk alıyoruz. Renkli, hareketli, çarpıcı, sıra dışı portrelere, etkileyici ve unutulmaz insan hikâyeleri eşlik ediyor bu eserde İlgiyle ve keyifle okunan İzmir Hikâyeleri’ni eski İzmir’in kentsel ve toplumsal yaşam ayrıntılarını merak eden herkesin okumasını hararetle tavsiye ederim. 

 

Nâzım Hikmet ve İzmir

“Füruzan Diye Bir Öykü”