Dünyaca tanınan büyük Türk şairi Nâzım Hikmet, ölümünün 61. yıldönümü olan 3 Haziran’da ve onu izleyen günlerde çeşitli etkinlikler, şiir dinletileri, tiyatro ve konserlerle anılıyor. Nâzım Hikmet, Türkçeyi güzelleştiren güçlü ve nitelikli bir şair; dünyanın gelecekteki güzel günlerine inanan barışçı ve evrensel bir sosyalist, ülkesini ve bağımsızlığını her şeyin üstünde tutan gerçek bir yurtsever, halkının özgür, adil ve güzel günler görmesi için durmadan mücadele eden, toplumcu amaçlarına ömrünü adayan özverili bir aydındı.
Yıllar önce, çocukluğunu İtalya’da geçirmiş olan bir öğrencim, İtalya’da gittiği ilkokulda okutulan ders kitabını getirmişti bana. Kitabın sayfalarında Nâzım’ın İtalyancaya çevrilmiş olan Deniz şiiriyle karşılaşmak bana büyük bir heyecan, gurur ve bu duyguların yanında derin bir hüzün yaşatmıştı. Ne yazık ki o yılların (1980’ler) Türkiye’sinde, okullarda Nâzım Hikmet’ten bahsetmek, derste onun şiirlerini okumak olanaksızdı; bütün dünyanın tanıdığı bu büyük şair, kendi ülkesinin okullarında yasaklı durumdaydı.
Nâzım’ın Türkiye’deki okullarda yasaklı olmasına dair en hüzünlü olay, doğup büyüdüğü İzmir’den bütün Türkiye’ye adını duyurmuş olan değerli şair Attilâ İlhan’ın yaşadıklarıdır. Attilâ İlhan, İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıfındayken, mektuplaştığı bir kıza yazdığı Nâzım Hikmet şiirlerinin yakalanmasıyla, 1941 yılının Şubat’ında, henüz 16 yaşındayken okuldan uzaklaştırılır ve üç hafta boyunca polisçe gözaltında tutulur. Kendisine Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince eğitim hayatına ara vermek zorunda kalır. Hukukçu babasının çabalarıyla ve Danıştay kararıyla 1944 yılında okuma hakkını tekrar kazanır. Bu üzücü olay, yaşadığı yıllar içinde Attila İlhan’ın dizelerine de yansır:
“sahi ben ne hırçın bir çocuktum
ele avuca sığmaz aklı fikri şiirde
mısra mısra başımı belaya soktum
izmir cezaevi dokuz yüz kırk bir’de
kaşla göz arası liseden kovuldum”
Olayın gerçekleştiği yıl Nâzım Hikmet de cezaevinde “düşünce suçlusu” bir mahkûm olarak yaşamaktaydı.
“Nâzım Hikmet ve İzmir” deyince akla ilk gelen şiir, Nâzım’ın 1959 tarihli İzmirli Teğmen başlıklı şiiridir. Bu şiirde Nâzım Hikmet mevcut yönetime (Adnan Menderes hükümeti) karşı açık ve kesin bir tavır alır. Meydan okurcasına, “koçaklama” havasında yazdığı bu siyasal şiirde Nâzım Hikmet, İzmirli Teğmen’e seslenir; İzmir’in Millî Mücadele’de özgürlük ve bağımsızlık ateşini yakan, işgalcilere ilk kurşunu atan şehir oluşunu anımsatarak Kuvayı Milliye günlerine atıfta bulunur:
“Kışlamız gömülünce karanlığa
ineceğim sokağa pencereden
Bir saat içinde varırım dağa.
Gel dağa çıkalım İzmirli teğmen.
Karışıyor bir yezit her şeyime,
dolara satılıp ölmek neyime?
Bir çift de sözüm var Adnan beyime.
Gel dağa çıkalım İzmirli teğmen.
Kuvayı Milliye kanı damarda,
asker ocağının şanı damarda,
bekler bizi yüz bin yiğit dağlarda
Gel dağa çıkalım İzmirli teğmen”
Menderes hükümetinin özgürlükleri kısıtlayan, ekonomik bağımsızlığı yok eden, emperyalist güçlere teslim olan uygulamaları ve politikalarını eleştiren Nâzım Hikmet, bu durumu, “ülkenin işgali” olarak nitelendirmekte, İzmirli Teğmen’in şahsında, İzmir’den hareketle bağımsızlık ateşinin yeniden yakılmasını ve Kuvayı Milliye ruhunun canlanmasını istemektedir.
Nâzım Hikmet, İzmirli Teğmen şiirini yazdığı 1959’dan çok önce 1925’te İzmir’e gizlice gelmiş ve burada bazı parti faaliyetlerinde görev almıştı. Aynı yıl Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılmış, İstanbul’daki muhalif dergi ve gazeteler birer birer kapatılmaya başlamıştı. Nâzım Hikmet, sakıncalı görülen ve kapatılan sosyalist dergi ve gazetelerde yazılar yazmış ve onların dağıtımına bizzat yardım etmiş olduğu için polisin arananlar listesinde yer alıyordu. O günlerde aydın ve yazarlardan bazıları polis takibatına alınmış, tutuklamalar başlamıştı.
Nâzım Hikmet, TKP’nin önerisine uyarak İstanbul’dan İzmir’e geçmeye karar verdi. Bu şekilde, polis takibinden uzakta kalmayı ve partinin basın yayın ve örgütlenme faaliyetlerini İzmir’de devam ettirmeyi amaçlıyordu.
Böylece Nâzım, 1925’te ilk kez İzmir’e gelir. 1922’de yanmış yıkılmış olan bu güzelim kentte binaların pek çoğu harabe hâlindedir. Nâzım, polis tarafından arandığı için onun İzmir günleri, harap hâldeki binalar ve mahalleler arasında saklanarak ve gizli toplumsal faaliyetlerde bulunarak geçer. İzmir’e geldiğinde, önce eski valilerden ve uzaktan akrabası olan Rahmi Bey’den yardım ummuş ancak ondan olumsuz yanıt alınca kendi başına çareler aramaya karar vermiştir.
Nâzım, zaman kaybetmeden Şimendifer İşçileri Cemiyeti ve ona bağlı işçilerle bağlantı kurar. Cemiyetin ikinci başkanı Hüseyin Safter’in, Eşrefpaşa ve Bayramyeri’ndeki evlerinde saklanır. Bu cemiyet kapatılıp yöneticileri hakkında soruşturma başlatılınca Giritli Mehmet Ali adlı bir parti üyesinin evine geçer. Burada kaldığı süre boyunca gündüzleri dışarı çıkmamaya çalışır. Yangın yerlerinden birinde gizlice çukur kazarak illegal matbaa için yer hazırlama çabası içine girer. Yangından kalan karanlık, harap bir kulübede yaşayan Nâzım Hikmet, Güneşi İçenlerin Türküsü şiirini burada yazar. Şiirde gelecek günlere dair özlem, coşku ve umut, onun, toplumsal ideallerine duyduğu inancın bir yansımasıdır. Bu şiirden birkaç dizeyi aktarmak istiyorum:
(…)
Ben de gördüm o kahramanları,
ben de sardım o örgüyü,
ben de onlarla
güneşe giden
köprüden
geçtim!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi
Ben de söyledim o türküyü!
Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
altın yeleli aslanların ağzını
yırtarak
gerindik!
Sıçradık;
şimşekli rüzgâra bindik!
Kayalardan
kayalarla kopan kartallar
çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.
Alev bilekli süvariler kamçılıyor
şaha kalkan atlarını!
Akın var
güneşe akın
Güneşi zaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın!
(…)
İzmir’deki günlerini, 1962’de yayımlanan otobiyografik romanı Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’de kurmaca tadında dile getirir Nâzım:
“Lambayı yakıp kapıyı kapadım. Motor gürültüsü yine de duyuluyor. Bizim kazma sesi de duyulur mu dışarıdan? Tabancayı yatağın üstüne koydum. Şu kapıyı desteklemenin yoluna da bakmalı ne olacak? Kazarken basılırsam kol demiri mi dayanır? Saate baktım. Sekizi çeyrek geçiyor. Kulübenin orta yerini kazmaya başladım. Saate baktım. Dokuz buçuk. Bir saat bir çeyrekte soluğum kesildi. Allah kahretsin. Su içtim, sigara yaktım. Kapıyı açtım. Aşağıda şose hep öyle bir başınaydı. Katıksız bir gün ışığı altında toz içinde. Kapıyı kapadım. Kazdığım toprağı arada bir de köşeye attım. Saate baktım on ikiye on var. Avuçlarım kabar kabar olmuş, kulübe hamam gibi sıcak.”
Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim adlı romanın kahramanı Ahmet, Nâzım’dan başkası değildir. Sayfaların birinde şu cümleler yer alır: “Ahmet İzmir’e gelirken, İstanbul’dakiler ona: ‘Sen gizli matbaanın yerini hazırlarsın, dedilerdi, ama yalnız yerini. Sonrasını biz sana bildiririz.’ Arkadaşların niçin böyle dediklerini, Ahmet, şimdi anlıyor. Legal imkânlardan sonuna kadar yararlanıp “Yoldaş”ı çıkaracaklarmış. Peki ama legal imkânlardan yararlanıp gizli matbaanın kağıdını, harflerini, mürekkebini, pedalını, bokunu püsürünü de depo etmek yok muydu? Şimdi burada bir kuru çukurla kalakaldık işte.”
Nâzım Hikmet, İzmir’de kaldığı üç ay boyunca bir gününü bile boş geçirmemeye çalışır, amele örgütleriyle, özellikle demiryolu emekçileriyle yakın bağlar kurarak işçiler arasında propaganda ve örgütlenme faaliyetlerinde bulunur. Bir süre sonra yeniden İstanbul’ a geçmek zorunda kalır. Oradan da SSCB’ye gidecektir.
Nâzım Hikmet’in İzmir günlerine dair önemli bir belge, sanatçı yazar Fergül Yücel’in İzmirli Devrimciler (Heyamola Yayınları, Ocak 2015) adlı kitabındaki “Nâzım Hikmet İzmir’de” başlıklı bölümde ayrıntılı olarak yer almaktadır. Kitapta, bu belgenin, Nâzım Hikmet’in İzmir’deki parti çalışmaları ile ilgili TKP Genel Sekreteri Dr. Şefik Hüsnü’ye yazdığı 14 Eylül 1925 tarihli raporu olduğu ve TÜSTAV Komintern Arşivi belgesi olduğu belirtilmektedir.
Söz konusu belgede, Nâzım Hikmet, İzmir’deki faaliyetlerini TKP Genel Sekreteri Dr. Şefik Hüsnü’ye ayrıntılarıyla anlattıktan sonra İstanbul’a dönüş sürecini de şöyle dile getirir:
“Fakat maddi vesaitin noksanı, merkezle irtibatın kaybolması bir günde yapılacak işlerin bir haftada, on günde yapılmasını icap ettiriyordu. Ne olursa olsun İstanbul’la temas etmek lazımdı ve bu teması benden başka kimsenin yapması kabil değildi. (…) Binaenaleyh bu meseleyi üzerime aldım. Tebdili kıyafetle, yani saçımı ve sakalımı siyaha boyayarak, İstanbul’a hareket ettim. İstanbul’a birçok sergüzeştten sonra vasıl oldum ve şehre ayak basar basmaz ilk aldığım gazeteden onbeş seneye mahkumiyetimizi öğrendim. Birçok müşkülatlardan sonra Sabri yoldaşla temas edebildim ve süratle Moskova’ya hareketimin icap ettiğini öğrendim.”
Diyebiliriz ki Nâzım Hikmet İzmir’de ülkemizin sosyalizm tarihi açısından derin bir iz bırakmış; İzmir kenti de gizli güzellikleriyle, gün ışığını yansıtan mahalleleriyle ve direnişçi ruhuyla Nâzım’ın şiirlerine esin kaynağı olmuştur.
Nâzım Hikmet’in, şiirleri, yazıları ve toplumsal faaliyetleri nedeniyle çektiği bütün çileler, uğradığı haksızlıklar, yaşadığı zorluklar ve yaşamının mahkûmiyetle geçen uzun yılları, Türkiye’nin sosyalist hafızasında kayıtlı olarak bütün canlılığıyla yaşamaya devam ediyor. Nâzım’ın değerli ve saygıdeğer anısının, toplumda, genç kuşaklarda bıraktığı etkiler de zamanın sonsuza doğru akışında giderek güçleniyor.