İyi ama Suriyeliler Nasıl ve Niye Gelmişti Türkiye’ye?

Coğrafya kaderdir dendiği anda sadece Türkiye’den değil neredeyse dünyanın tüm ülkelerinden gidilmek istenen Batı’nın havasına, suyuna bakıp durumu anlamaya, alamet-i farikayı da orada bulmaya çalışabilirsiniz. Güney Kore, Tayland dizilerinde dahi özellikle ABD’ye gitme hayalinden bahsedilen diyalogları sık duyuyorum. Demek oralarda da havalar kötü. Bugün Sydney’de hava durumu nasıl acaba? Avrupa’da istenmeyenlerin, mahkumların sürgün edilenlerin kıtasında kurdukları şehirde rüzgar nasıl esiyor acaba? Yok yahu o değil kültürel iklim, toplumsal kurallar, ortak yaşam kastediliyor derseniz kültürü mücadelesiyle doğayı da devasa iş araçlarıyla belirliyor insan derim ben de.  O halde kadere değil mücadeleye bağlı diye devam ederim. İkinci Dünya Savaşı ve faşizm sonrası büyük yıkımın ardından nasıl toparlanmıştı acaba Almanya? Oysa doğup büyüdüğüm Karadeniz’in havası da suyu da hiç fena değildi ki mesela Mercedes’i kendi ülkemizde değilse de büyük işçi ailemin Avrupalarda nasıl ürettiğini anlatmalıyım size… Vallahi araba merakım yok ve oğlumu her gün okula bırakmak zorunda kalmasam asla oturmam şoför koltuğuna. Ama denk gelip koltuğuna oturduğum Mercedeslerin de gerçekten arabadan başka bir şey olduğunu artık ben de biliyorum. Diğerlerine otomobil diyorsak ona ne demeliyiz?

Oysa Ortadoğu’ydu bir zamanlar dünyanın ‘merkezi’ değil mi? Ve hatta Anadolu, Trakya. Havası suyu mu değişmişti buraların, ne olmuştu? Aristo orada Dyojen şuradaydı oysa…

Önceki merkezlerden olan Mısır’ın suyu mu kesilmiş, Nil Nehri mi kurumuştu? Roma İmparatorluğu çok mu gitmişti doğuya ve batıya da bilemediği coğrafyalar mı onu yıkmıştı. Spartaküs bir mevsimin, coğrafyanın adı mıydı? Mesela İstanbul’un ortasında benim de ailemle birkaç yıl oturduğum caddeye adını veren Ömer Hayyam’ın bin yıl önce yazdıklarını bin yıl sonra yazmayı bırakın ‘okumak’ bile mümkün mü bugün? Bin yıl öncenin iklimini (siyasal iklimini ama) şimdi konuşmalı belki de. Antropolog, sosyolog ve filolog ve tarihçi ve siyaset bilimci çok kişi lazım bize durumu anlatacak… Bilenler nasıl anlatır onu bilemem ama. Bilenin doğruyu söyleyeceği gibi bir garanti de yok ne yazık ki.

Mercedes odağımı kaybetmeden devam etmeliyim, Karadeniz’in benim de doğup büyüdüğüm dağ köylerinde yaz aylarında dahi oluktan elinizi yüzünüzü yıkamak pek zordur, yaz gecelerinde dahi soba yaksam mı diye düşünürsünüz… Coğrafyasal bir durum da yok değil yani 🙂 Aynı Karadenizliler, aynı ilkokul mezunu akrabalarım Avrupalardan İstanbul’a döndüğünde niye bir Mercedes kadar lüks ve havalı olmasa da gayet olağan ve yaşamsal olan depreme dayanıklı evler kuramamıştı. Avrupa’da yaptığını ülkesinde niye yapamasındı? Ülkelerini mi sevmiyorlardı yani. Hayır, genellikle zıt fikirlere sahip olsak da bunu söyleyemem. Onlar da ben de ülkemizi kendi yol ve yöntemlerimizin farklılığıyla seviyorduk ve hatta onların önemli bir kısmının fikirlerinin iktidarda olduğunu söyleyebilirim. Avrupa’da sola Türkiye’de sağa oy veriyor tüm politik klişeleri de yerine getiriyorlardı halbuki. Ben gibi her yerde sola oy vermek gibi bir dertleri yoktu. Fakat orada yapabildiklerini neden burada yapamıyorlardı? Mercedes gibi bir arabadan değil, depremde yıkılmayacak bir evden bahsediyorum eni konu. Şimdi niye kaygılanıyoruz ‘’Aman deprem kentsel dönüşümden sonra olsun!’’ diye… Ve fakat aynı topraklarda neden yüzlerce yıl önce yapılan binaları değil de henüz 70-80-90’larda ve yeni yeni yapılan binaların ‘tabut bina’ olduğunu konuşuyoruz? Konumuz eski bina değil demek ki.. İşini iyi yapmamışlıktan, kuralsızlıktan bahsediyor olmalıyız. 

Batı’ya gitme hayali kadar yaşadığı yeri artık değiştiremeyeceğinin hayal kırıklığının sözlerini de sık duyuyorum tabii. Öfke içine dönüyor esas kaynağından uzaklaşarak. Hava ve su muydu Suriyelileri buraya taşıyan. Ne olmuştu da 13 yıl kadar önce birdenbire Türkiye üzerinden Batı’ya göçmek istemişlerdi. Hava ve su, kutsal kabul edilen toprakları da oradan oraya taşıyor, sınırları aştırıyor böylece vizesiz her yere giriyorken insanı da mı taşıyordu? Amazon’un mikroorganizmaları rüzgarlarla dünyayı dolaşıyor, çöllerden uçuşan tozlar suyla birleştiğinde bereket oluyor. Doğa sınır tanımıyor ve ona vize uygulayacak siyasi bir güç henüz yok. İnsan da çalışınca bereket vermiyor mu yani? Yaşamak, var olmak, üretmek umuduyla göçmüyorlar mı yani? Sınırlar ötesi değil sadece ülke içinde de o şehirden bu şehre aynı nedenlerle göçülmüyor mu? Coğrafya değil kuralsızlık olmalı bizi tüketen. Yoksa aynı insan birdenbire mesela neden Berlin’de ‘başka’ bir insana dönsün ki… ( Hep sabit kalan yıllar sonra dahi birkaç kelime dışında Almanca öğrenmeyenler de çok var biliyorum 🙂

‘’Madem alıyoruz, Suriyelilerin eğitimlerini almalıyız’’ diyenleri de duyuyorum Oysa şimdilerde herkesin gitmek için dağları denizleri ölüm pahasına aşıp yollarına düştüğü Batı eğitimsizleri de iş gücü olarak çağırmıştı savaş sonrası. Eğitim işini çözerim diye düşünmüş ve başarmış olacaklar ki belirleyici (emperyal) güç olarak orada duruyorlar hala. Utanç verici ama bir belgeselde eğitimlerinin sorulduğunu değil de sağlıklılar mı diye dişlerine bakıldığını görmüştüm. Oysa mesela aynı Türkiye özellikle 80 darbesi sonrası işçileri savunan eğitimlileri sürgüne gönderip vatandaşlıktan çıkarmıştı: Batı’da erirler! Orada erimez, başarılı olurlarsa da hızla anaakım gazetelerde manşet atar övgüsünü de yine biz alırız! diye ne çok haber yaptılar, okumuşsunuzdur siz de. Vatandaşlıktan attıklarımız sürgünde ola ki erir ve başarısız olursa Türk olmayı hak etmiyordu, bak orada tutunamadı deriz! Bir yandan iktidarın eğitim yükseldikçe oy oranımız düşüyor diyen rektörünü de arada söylesem iyi olacak. Aynı iktidarın öyle ya da böyle her mahalleye üniversite açtığını da ayrı bir tartışma konusu olarak ekleyeyim. Derdiniz bir şeyi hakkınca yaymak değil de değersizleştirmek olunca…

Eğitimli Suriyelileri isteyenler eğitimlilerine gerçekten hakkını veriyor mu bu arada? Suriyeli ya da Türk ya da Kürt eğitimli biri hakkını alabiliyor mı yani Türkiye’de? Hem Suriyeli hem Türk hem Kürt gençler neden hala Avrupalara gitmek istiyor. Neden Avrupa’ya göçte ikinci sıradayız, sanki savaş mı var Suriye gibi? Üzerine düşünmeyelim mi? Çocuklarımız, Türk ve Suriyeli ve Kürt olsa da kaçak yollarla tehlikeli yollardan geçerken bence düşmanlık değil kader birliği hissediyordur… İşte şimdi oldu: Mücadele kaderindir…

Akrabalarım Avrupa’daki üretimleriyle, fabrika hayatlarıyla pek övündü. Haklılardı da. Bu sıralar göçmenler için çok söylenen ‘ Al evine besle!’ klişesi gibi kimse onları beslemiyordu onlar da zaten bu sözleri asla kabul etmezdi aksine üretiyor ve haklarını kazanıyordu. Ama Batı’nın cingözlüğünü de arada söylemeliyim. Bizde var olabilirsiniz çünkü kurallarımız var. Buna uyduğunuz sürece sorun da olmaz politikası yürüttüler ve  dünyanın kendilerinden gayrı olanını da kuralsızlaştırmak için uğraştılar. Böylece onların hakim olduğu toprakların dışında başarılı olunamayacağının hikayesini de yazdılar. Avrupalarda yaşamış, deneyimi olan çoğunluk işçinin kendi ülkesine döndüğünde başarısız olmasının izahını da yapmalıyız bu açıdan. IŞİD’in Batı’nın sınırlarından turist gibi çıkıp Orta Doğu’ya akmasını konuşmalıyız. ‘Al evine besle’ hakaretine karşı odağımı kaybetmeden devam etmeliyim yazıya çünkü bu söylem ne gerçek ne de insani değil. Haberlerde Suriyelilerin özellikle işyerlerine  yapılan saldırıları çok sık okuduk bu sıralar yine. Onlarda mı üretiyor, çalışıyordu yani… Hadi canım, e hani besliyorduk! Bir ‘besleme’ durumu yok muydu yani? Çöpten kağıt toplayanları, kimseye muhtaç olmamak için en ağır işleri güvencesiz yaptıklarını da mı okuyorduk yoksa. Yok canım daha neler. Çoğu göçmen hayatta kalmak için en ağır işlerde çalıştığı ve başına bir iş gelmesin diye tedirgin gözlerle gezdiği halde bir de Avrupa’dan iki güne bir milyarlarca Euro istendiğini de mi okumadınız? Hem ucuz işgücü olarak çalıştırılıp hem de üstlerinden para istendiğinden habersiz olamazsınız. 

İyi ama Suriyeliler neden gelmişti?

Bir dakika ama Türkiye’nin ve Davutoğlu’nun vaktiyle gururla söylediği gibi cihatçıları söylüyorsanız o ayrı konu. Tabii bunu da muhakkak konuşmalıyız. Erdoğan, Suriye’nin topraklarında gözümüz yok diyor ama adıyla sanıyla Suriye Milli Ordusu kuruldu. Eh kim kurduysa tasası da derdi de onun olur, Esad’ın mı olsun yani? İktidar asla sorumluluk almadığı ‘’kandırıldık, aldatıldık’’ deyip hep kenara çekildiği ‘bana mı sordunuz’ diye habersizmiş gibi yaptığı için bunun da yükü bizim omzumuzda haliyle. Bu meseleyi sahnesi sık çekilmiş olan Hollywood filmlerinden anlatmam iyi olacak sanırım. Banka soyguncuları sıkıştıkları bankanın içinden yüzlerce rehine arasına girerek, rehine gibi davranarak çıkar biliyorsunuz. Çok görmüşsünüzdür. Cihatçıları da öyle gördüğümü söylemeliyim. ‘’Suriyeliler’’ diyerek rehinelere saldırmak olsa olsa kamufle olanların sevineceği bir durum olur. Olmaz mı yani?

90’larda Batı’ya göçsünler ve erisinler diye yakılan Kürt Köylerini Tansu Çiller hükümeti itiraf etmiş ondan çok daha önce ‘’Asmayalım da besleyelim mi’’ demişti ülkenin geleceğini dert edenler için Evren cuntası. Beslemek hep vermek ile ilgili. Veren ve alan ilişkisi kuruluyor. Gerçekten veren olmak için en azından zenginliğinizin olması gerekir ki geçinemiyorum diyen milyonlarca yoksul nereden verecek? Bunu zenginler diyebilir ama onlar da vergi muafiyetleriyle ödemeleri gereken vergiyi bile vermiyorken kim bu verenler? İktidar mı? Suriyeliler vesilesiyle aksine alıyoruz ne vermesi. Hatta Suriye’nin petrolü nereye gidiyor dosyalarını bir ara kavgalı olduğumuz günlerde Rus yetkililer koltuklarının altındaki dosyalarda taşırlardı hep. Taşımazlar mıydı? Suriye’nin yağmalanan tarihi eserleri, Avrupa’ya aktarılması, yağmalanan fabrikalar, altınlar, dolarlar haberlerini hiç okumamış olamazsınız. Yani iktidar da Suriyelilere vermiyor ki, aksine habire Avrupa’dan fonlar, paralar isteyip nihayetinde alıp duruyor. 

Şu anda duyduğunuz vergiler, enflasyon haberleri ve hatta geçmişte alınan deprem vergileri halka verme haberleri mi yoksa halktan alma haberleri mi? Geçtiğin geçmediğin yolun vergisini kim ödüyor ki bir de ister göçmen ister yerleşik olsun işçilere ‘besleme’ densin…

Kim diyecek Avrupa’ya çağrılmış göçmen işçilere ‘bizden yiyorsunuz!’ diye. Emeğim olmasa çağırır mıydın beni! Emek yoksa ekmek var mıydı yani?

Mevsimlik işçilerin elleriyle topladığı meyve sebzeler kimi besliyor? Kimdir o mevsimlik işçiler? Kimdir onların elinden yiyenler? 

‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ filmi bir Alman askerinin gözünden 1. Dünya Savaşı’nı anlatır ve giriş sahnesinde cepheye gitmeyeceğini anladığımız yetkili bürokrat cepheye gönderdiği yeni askerlere şöyle der: Sizi tekrardan göreceğimden eminim.

Bu konuşmada önemli olan görecek ve görüleceklerin olması. Her iki durumda özne olan yetkili bürokrat, askerler değil.  Görecek olan kendisidir ve cephede değildir ama cepheye gidecek olanların döneceğinden kim emin olabilir? O göreceği ve görülecek kişilerden bahsederken ölümü anlatır sinsice, kendisinin de görecek olan olduğunu yani ölümsüzlüğü…

O savaş Hitler’in de Hitler olduğu savaştır. Komünistleri ihbar ederek başlar ve sonrasında yabancı düşmanlığıyla ülkesini İkinci Büyük Savaş’a, yıkıma taşımıştır böylece. Ve onlar açısından işin hazin yanı yabancı düşmanlığı yaptıkları kadar yabancılara muhtaç etmişlerdir ülkelerini de savaş sonrasında…

Yurt dışında tezkereye hayır diyerek komşularla diplomasi ve demokrasi diyaloğu içinde sorunun çözülmesini isteyen demokratlara ne denmişti ülkemde. Ankara’nın ortasında IŞİD tarafından öldürülen yüzlerce yurttaş için nasıl davranılmıştı stadyumlarda, milli maçlarda?

Sinan Ateş’in katil zanlıları mahkemede ‘savaşa hayır!’ diyen insanları nasıl kurşunladığını anlatmıyor mu propaganda yaparak. Hepimizi sınırları ve komşuluk hukukunu da aşarak, yıkarak tırnak içinde yazıyorum ülkemizi yabancılara kimler mecbur ediyor üzerine düşünmeyelim mi?

İyi ama Suriyeliler nasıl ve niye gelmişti Türkiye’ye?

Sonra devam eder cepheye gitmeyecek kibirli yetkili konuşmaya ‘Birkaç haftaya Paris’i alacağımızdan da eminim…’’ diye de bitirirken sözlerini başlar alkış kıyamet, sevinç gösterileri, şapkalar havaya atılır falan…Birkaç güne Şam’a gireceğiz, Emeviye Camii’nde namaz kılacağız diyenler 1. Dünya savaşında Almanya ile Osmanlı’nın müttefikliğini de iyi biliyorlar ve bugünde bakılınca da anlaşılıyor; Almanya yenilince biz de yenilmiş sayılmadık. Yıllar sonra bir benzerini neden söyler ki insan? ‘Birkaç güne Paris’e gireceğiz’den ‘Birkaç güne Şam’a gireceğiz’e… Girilmek istenen iki ülkenin de yine kendi komşuları olduğunu ayrıca belirtmeli miyim? 

Kayseri’de Suriyelilere saldıran 474 kişinin gözaltına alınanların büyük kısmının uyuşturucu, cinsel istismar, gasptan sabıkalarının olduğunu okuyorum şimdi. Ne düşünmeliyim? Uyuşturucu satıp ülkenin geleceğini karartıyor ama Suriyelilere karşı ülkeyi savunuyorlar mı dememiz isteniyor. Yoksa suçlarını meşrulaştırmak için rol alıyorlar mı? Onlar kadar hatta hiç suç işlememiş bir göçmene, sığınmacıya saldırıldığında ( Suriyeliler demek başlı başına suçluluğu ifade etmek için kullanılıyor burada ve ülkesinde kalıp savunan Kürt Suriyeliler için terörist, Esad taraftarları için de katil dendiğinde geriye kim kalıyor?) bu kişi düzgün ama yine de Suriyeli mi denilecek?

Haber şöyle devam ediyor: Suriyeli küçük bir çocuğa istismar eden Suriyeliye tepki olarak Suriyelilerin işyerlerine evlerine saldırılar…

Yani istismara uğrayan çocuğun da ailesi saldırılan evler içinde olabilir mi? Onun ailesinin de işyeri yakılıp, yıkılmış olabilir mi? Onlardan önce bunlar olmuyor muydu Türkiye’de. Olduğunda o kişinin ulusal aidiyetinden halklara saldırmak ırkçılığına vesile etmeyi anlatmıyor mu? İşin ironik yanı büyük çoğunlukla oy verilen iktidar dini vurguları çok yapıp sürekli Haçlı İttifakı derken Batı’ya şimdi Suriye’de yine siyasal İslam  retoriğiyle söylersek iki Müslüman ülke arasında ya ağırlıkla Ortodoks olan Rusya ya da ağırlıkla Katolik olan ABD’nin arabuluculuk etmesi bekleniyor. Komşunun dilini en iyi bilmesi gereken yine komşusu değil midir? Uzaklardan ABD ya da Rusya’yı çağıran sadece onların kendi politikaları mı gerçekten?

Türk işçileri misafir değil de ürettiği ve Almanya’yı yeniden inşa ettiği için sahibi gören Günter Wallraff’ı hatırlamalısınız. Almanya’da sağcılığın, ırkçılığın yükseldiği zamanlarda iki yıl boyunca Türk bir işçi gibi yaşadı ve adını dahi değiştirdi. Gözlem ve izlenimlerini de böylece yazdı. Ne zor işmiş ama…

Çok mu zor Suriyeli bir işçi gibi birkaç ay dahi olsa yaşamak ve yazmak. Zor değil mi? Her an başınıza bir iş gelebilir. Çöplerden kağıt toplarken, işyerinde ulusal aidiyetinizden sebep başınıza iş gelirken hızla vazgeçip ‘’durun ben aslında Suriyeli değilim, gözlem yapan gazeteciyim’’ diyebilirsiniz can havliyle. Siyah bir işçi ise mesela ABD’de ırkçı saldırılara maruz kalırken durun ben siyah değilim diyemez. Nihayet onlar pek çok alanda aşağılanmalara rağmen vazgeçmeyerek üniversitede okumak, halk otobüsüne binmek ve hatta tuvaletlerde işeyebilmek için dahi mücadele ederek ABD’nin sahibi de olma yolunda kritik adımlar attılar. Neden sonra ABD’yi temsil eden de oldular ve kazandıkları madalyaları alırken siyahları temsil eden sembollerini Kara Panterlerin yumruklarını da kaldırdılar tüm dünyanın ortasında. 

Gönlüyle değil zincirleriyle getirilenler ve ABD’yi inşa eden siyahlar beslenen değil besleyendi emeğiyle. Siyahlar ABD’ye çağırılmamış zorla götürülmüştü ama Özal’dan bu yana ‘’bir koyup üç alacağız politikası’’ izleyen sağ, yarın Şam’da namaz kılacağız derken, işler iyi giderken, IŞİD kasıp kavururken ortalığı sol ve demokrat partilerden gayrı kim itiraz ediyordu buna? Ankara’nın ortasında dahi IŞİD tarafından öldürülürken demokratlar, kimileri sosyal medyada açtığı alaycı başlıklarla eğleniyorken kim ülkemiz için kaygılanıyordu. 

Lisedeyken tarih kitabında okuduğum ‘Rusya’nın sıcak denizlere inme emeli…’’ diye başlayan cümleleri hala hatırlıyorum. Unutmam pek mümkün değil çünkü çocukluğumda her akşam Lübnan iç savaşından haberleri dinlerken Emel Hareketi muhakkak geçerdi ve ne zaman ‘’Rusya’nın emeli’’ dense aklıma hep Emel Hareketi gelir.

Şimdi Rusya, Mersin’de kendi tapulu Nükleer santralinde, Suriye’de ve Libya’da… Rusya’nın emeli hangi dönemde ve nasıl gerçekleşmiş oldu şimdi?

ABD’nin gemilerini Dolmabahçe’de protesto eden solcuları ve onlara saldıran sağcıları da düşününce…

Kelimelerim bir yaraya merhem olur mu acaba, bir işe yarar mı diye düşünüp yazarken  Antalya Serik’te bugün öldürülen 15 yaşındaki Suriyeli genç işçi Handan El Naif’in haberini görünce darmadağın oldum(1). Sakarya’da ise birkaç yıl önce yolda yürüyen baba oğulun aralarındaki konuşmaları duyup Arapça mı Kürtçe mi anlayamayıp soran Kürdüz cevabı alınca babayı öldürüp çocuğunu yaralayan katilin haberi de aklıma tüm ağırlığıyla geldi oturdu(2). Yoksul bir göçmen sizden daha iyi ve hatta hızlı öğrenir çünkü ne vakti ne de reddetme hakkı vardır aç kalmamak için. Sokaklarda kalamaz ki bu daha tehlikelidir onun için. Acelesi vardır şivesini de gizlemelidir aksi halde başına her an kötü bir iş gelebilir. Zengin olan ise sizin sokağından dahi geçemeyeceğiniz lüks yerlerde olabilir ve dil öğrenmeye de ihtiyacı yoktur. Onun olduğu yerde onun dili konuşulur ki çok para kazanılacaktır. Elbette Avrupa’da, ABD’de olduğu gibi kendini güvende hissetmek için belli bölgelere yönelebilirler göçmenler ki bu gayet yaşamsaldır. Yurt dışından gelen olmasanız da yurttaş işçi olarak yurt içinde başka bir yere göçmek zorunda olanlar dahi hemşehri derneği kurmalarını anlamıyor olamayız. Şurada şu şehirden, burada bu şehirden göçenler oturuyor diye bilmiyor muyuz? Ama bu durum güvensizliği, korunma ihtiyacını da anlatır bize. Şehir, şehir olamamıştır aslında yani. Bu açıdan bir köy gibidir. O yerlerdeki kuralsızlığı da anlatır ki bu durum ihtiyacımız mutlaka benzerlerimizle yaşamak değil ortak yaşam kurallarıyla olmaktır sanırım. Fakat ne diyeyim, neden sonra Yeşil Yol filmini seyredip gözyaşı dökmeniz de ‘sizi’ sağaltmayabilir. Hangi dünya bir çocuk eder? Her çocuk bir dünyadır oysa…

(1):https://www.evrensel.net/haber/522368/antalya-serikte-15-yasindaki-suriyeli-cocuk-olduruldu

(2):https://www.evrensel.net/haber/369170/sakaryada-irkci-saldiri-baba-hayatini-kaybetti-oglu-tedavi-altinda

Ercüment Akdeniz: “Yerli ve Göçmen Yoksulların Talepleri Birleşmeli”

Cenk Saraçoğlu: “Kapitalizmin Yıkıcılığı Göçmen Sorununu Doğuruyor”