Cenk Saraçoğlu: “Kapitalizmin Yıkıcılığı Göçmen Sorununu Doğuruyor”

Türkiye’nin gündeminde pek çok önemli başlık var ve bu başlıkların başında da göç ve göçmenler teması geliyor. Kayseri’de başlayan ve çevre illere yayılan göçmenlere yönelik saldırılar, Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) saldırıları ve buradan hareketle başlayan tartışmalar…

Suriye’de başlayan savaşın ardından Türkiye’ye bir göçmen akışı olmuş ve Türkiye dünya üzerinde en fazla göçmene kapılarını açan ülkelerden biri olarak öne çıkmıştı. Aradan geçen yıllarda Türkiye siyasetinde pek çok şey değişti, göçmen sayısındaki artış meseleyi siyasetin önemli başlıklarından biri hâline getirdi.

Avrupa’da yükselen aşırı sağın siyasetin merkezine göçmen karşıtlığını da yerleştirmesinin ardından meselenin önemi başka bir boyuta evrildi. Dünyada ve Türkiye’de pek çok yeni gelişme yaşanıyor ve bu gelişmeler dünya ve Türkiye siyaseti açısından yeni bir viraja işaret ediyor.

Fikir Gazetesi’nde daha önce gazeteci-yazar Ercüment Akdeniz ve Prof. Dr. Cem Terzi ile göç ve göçmenlik temasında neler yaşandığı ve neler yapılması gerektiğine yönelik iki söyleşi gerçekleştirmiştik. Bu önemli konuyu ele almaya devam ediyoruz.

Bu sayımızda Prof. Dr. Cenk Saraçoğlu ile göçmen karşıtlığını, Kayseri’de başlayan saldırıları ve aşırı sağın yükselişinin meseleye etkisini ele aldık.

“KAPİTALİZMİN YIKICILIĞI DEVAM ETTİKÇE GÖÇMEN SAYISI ARTACAK”

Dünyada ve Türkiye’de pek çok yeni gelişmeye şahit oluyoruz. Bölgesel savaşlar, iklim krizi ve başkaca faktörler dolayısıyla göçmen sayısında artış yaşanıyor. Öncelikle, bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Saydığınız bütün faktörler insanları bulundukları yerlerden istemeden de olsa göç etmeye zorlayan, yani insanları mülteci haline getiren dinamiklerin varlığına işaret ediyor. Mülteci deyince aklımıza hemen Birleşmiş Milletler (BM) tarafından belirlenen esaslar ve buna uygun şekilde devletlerin insanlara tanıdıkları hukuki statü geliyor. Ama mültecilik statüsü verilsin ya da verilmesin saydığınız nedenlerle bir mülksüzleşme sürecine maruz kalarak bulundukları memlekette eskisi gibi yaşayamayan ve hayatını başka bir coğrafyada kurma arayışına giren insanlar benzer tahakküm ilişkilerine tabi oluyorlar; hayatlarının ana hatları bu mülksüzleşme ve yerinden edilmişlik deneyimi tarafından şekilleniyor.

Örneğin Suriye’deki iç savaş yüzünden bakkalını artık işletemeyerek geçim kaynağını kaybeden ve göç etmek zorunda olan bir esnaf ile Haiti’de iklim değişikliği nedeniyle evini, toprağını kaybedip başka bir ülkede hayat arayan bir balıkçı ailesi ya da Afganistan’da Taliban zulmünden kaçan bir öğretmen… Devletler onlara hukuki bir statü versin ya da vermesin kapitalizmin ve emperyalist müdahalelerin küresel düzeyde yarattığı tahribatın bir sonucu olarak yerinden edilmiş yani gittikçe genişleyen bir mülteci nüfusunun birer parçası konumundalar. Kapitalizmin yıkıcılığı devam ettikçe bu nüfus kaçınılmaz olarak genişleyecek. Uluslararası alanda bugün göç ve göçmenlik ile ilgili konuşulan pek çok şey bu gittikçe büyüyen insan topluluğunun hareketliliğinin nasıl idare edileceği ile ilgili.

Göçmen sayısının artışıyla birlikte dünyada göçmen karşıtlığı da öne çıkıyor diyebilir miyiz?

Aslında göçmen karşıtlığı ve buna bağlı faşizan ve şoven eğilimler göçmenlerin sayısının artmasının bir sonucu değil. Yani göçmen karşıtlığı göçmenlerin sayısının artışının doğal bir sonucu olarak düşünülmemeli. Biraz önce insanları mülksüzleştirerek göç etmeye zorlayan koşulların kapitalizmin günümüzde arşa varmış yıkımının bir sonucu olduğunu söylemiştik. Aynı yıkım süreci bütün ülkelerde sınıfsal çelişkileri derinleştiriyor, insanları gelecekleri konusunda kaygılandırıyor ve yerleşik düzenin kurumlarına karşı yabancılaştırıyor. Solun, sosyalist hareketlerin, işçi sınıfı örgütlerinin kan kaybetmiş olduğu yerlerde böylesi bir ortam yaşanılan sorunların sorumluluğunu göçmenlere, mültecilere yükleyen sağcı, faşist akımların güç kazanması için çok elverişli bir hava yaratıyor.

Hatta yükselen aşırı sağ hareketler göçmen karşıtlığını temel bir siyaset aracı olarak kullanıyor. Bu durum ne tür sorunlar doğurabilir?

Bunun doğurduğu en temel sonuçlardan birisi söz konusu göçmen karşıtlığının emeğiyle geçinen insanlara da sirayet etmesiyle birlikte onların yaşadıkları sorunların esas kaynağı olan sermaye düzeni karşısında politik bir özne olarak çıkma kapasitelerinin aşınması. Bu durum sol siyasetin toplumsal zemininin daha da fazla erimesi sonucunu doğuruyor. Bugün Türkiye dahil dünyanın pek çok yerinde sol/sosyalist siyaset devlet baskısı, otoriterleşme yanında bir de göçmen karşıtlığının yarattığı gerici siyasal atmosferin basıncını üzerinde hissediyor.

“SALDIRILAR MEDYAYA YANSIDIĞINDAN DAHA FAZLA”

Türkiye’de bu gündemlerden azade değil. Kayseri’de başlayan ve çeşitli illere yayılan göçmenlere yönelik saldırılar yaşandı. ÖSO’nun da Suriye topraklarındaki saldırıları konunun başka bir boyutunu oluşturuyor. Göçmenlere yönelik saldırılara dair neler söylemek istersiniz? Buraya nasıl gelindi?

Biliyorsunuz daha önce de Ağustos 2021’de Ankara Altındağ’da Suriyelilere yönelik başka bir pogrom girişimi olmuştu. Kayseri’deki saldırılar kısa süre içerisinde başka illere yayılması açısından Altındağ’dakinden bir ileri aşamayı temsil ediyor. Öncelikle şunu söyleyelim: Göçmenlere ve özellikle de uzun süredir Türkiye’de yaşayan ve oturduğu mahallesi, işlettiği dükkanı belli Suriyelilere dönük şu ya da bu boyuttaki kitlesel saldırılar medyaya yansıdığından daha sık bir şekilde kendisini gösteriyor.  Bunlar ancak Altındağ ve Kayseri’deki gibi boyutlara eriştiğinde gözle görülür, tartışılır hâle geliyor. Yani aslında Türkiye’de Suriyeli mülteciler zaten her an her yerden gelebilecek bir kitlesel şiddet ihtimalinin kaygısı altında yaşamlarını sürdürüyorlar.

Vatandaşlar tarafından icra edilen, çoğunlukla cezasız kalan ve bir noktaya kadar devletin müsamaha gösterdiği ya da yok saydığı kitlesel şiddet vakaları aslında Türkiye’deki milyonlarca mülteciyi “yönetmenin” fiili yöntemlerinden birisi olageldi bugüne kadar. Bu şiddet vakalarına doğrudan maruz kalmasalar bile göçmen nüfus içerisindeki pek çok insan bunlara tanık oluyor, ya da duyuyor. Bu şiddet vakaları neticesinde faillerin ceza almadıklarını da biliyorlar, deneyimliyorlar. Bu yüzden de mahallerdeki, kamusal alanlardaki ve iş yerlerindeki görünürlük derecelerini, bulundukları mekânları ve davranışlarını yerli halkla bir gerilim yaşama ihtimalini en aza indirgeyecek şekilde ayarlamaya çalışıyorlar. Bu açıdan şiddet vakalarının etkisi yalnızca şiddet anı ve ona maruz kalan insanlarla sınırlı kalmıyor. Bu tür şiddet vakaları Suriyelilerin kentsel mekanlarda ve sosyal hayatta nasıl ve ne derece görünür olabileceklerine dair sınırlar çiziyor. Bu tüm Suriyeli nüfusun sıradan vatandaşlar aracılığıyla yönetim ve disiplin altına alınması anlamına geliyor aslında.  Suriyelilerin sermayenin sömürüsüne ve istismarına tabi bir nüfus konumu yıllardır devam edebiliyorsa, Suriyelilerden bu koşullara yönelik kolektif bir itiraz gelmiyorsa bu biraz da toplumda normalleştirilen gündelik şiddet pratikleri sayesinde oluyor.

Peki Kayseri’deki olay da bu durumun bir uzantısı mı sizce?

Kayseri’deki olayın bunun ötesinde de anlamlar taşıdığına dair pek çok emare var ortada. Kayseri’deki olayın çabucak başka illerde de ortaya çıkabilmesi, benzer sloganlar, eylemler etrafında örgütlenebilmesi bir yandan da söz konusu linç güruhunun bir merkezden  yönlendirildiğine dair şüpheler doğuruyor. Bunun arkasında kim var; amaç nedir; bunlar hakkında bir şey söylemek şu aşamada spekülasyona girer. Fakat bundan bağımsız olarak Kayseri’deki olay şunu bir kez daha net bir şekilde göstermiştir ki göçmen düşmanlığı Türkiye’de kritik siyasal süreçlerin yönünü değiştirmeyi mümkün kılacak provokasyonları, operasyonları gerçekleştirmenin en elverişli kanallarından biri hâline gelmiştir.

Prof. Dr. Cem Terzi: “Halkların Dayanışması Yegâne Ümittir”

Ercüment Akdeniz: “Yerli ve Göçmen Yoksulların Talepleri Birleşmeli”

Göçmen Siyasetinde Gönyede Durmak