“Çevirisi çok kötü.”
“Kitabı o çeviriden okuma sakın!”
“Şahane bir çeviriydi, dil çok iyiydi.”
İyi okurlar, otoyolda karşıdan gelene selektör yakan sürücüler gibidir. Yayınevleri ve kitaplar arasında yollarını kaybetmesinler diye birbirlerine tüyolar verirler. Yabancı dildeki kitapların çevirisi çok önemlidir zira yazarı okuduğumuz kadar çevirmeni de okuruz. Akşit Göktürk’ün bu alanda klasikleşmiş kitabının adı, çevirinin kültür hayatımızdaki yerini tarif eder: “Çeviri: Dillerin Dili.” Çevirmenler olmasa ne Rus klasiklerini bilirdik ne Kafka’dan, Proust’tan, Woolf’tan ne Çin ne Hint ne Afrika edebiyatlarından haberimiz olurdu. O dilleri bilen küçük bir kitle okurdu, o kadar.
Son yıllarda sosyal medyanın da etkisiyle çevirmeni fark etmeyenler de fark etmeye başladı. 30 Eylül Uluslararası Dünya Çeviri Günü daha çok insan tarafından kutlanır; bir kitabın yazarı, çevirmeniyle birlikte anılır oldu.
Peki, yayıncılık dünyası da bizimle yani okurla aynı görüşte mi? Konunun önemini konuşmak için buluştuğumuz çevirmen Nuray Önoğlu’nun söylediğine göre kıymet bilenler olduğu kadar hâlen kapağa çevirmenin adını yazmayan, kötü çevirileri iyi editörlere düzelttiren ya da iyi çevirileri editör marifetiyle bozan yayınevleri de var. Okumayı öğrendiğinden bu yana çok okuduğunu, Türkçeyi aşkla sevdiğini, yabancı dillere hep meraklı olduğunu anlatan Önoğlu, üniversite üçte öğrendiği, akademik kariyer yaparken geliştirdiği İngilizceyi, 44 yaşından sonra mesleğe dönüştürmüş. Aslında jeoloji mühendisi olan, paleontolojide doktora yapan, kendisini doğa bilimci diye tanımlayan Önoğlu, çalıştığı kamu kurumunda mobbing gördüğü için erken emekli olmuş.
O dönemde okuduğu çağdaş dünya edebiyatı dizisi o kadar kötüymüş ki “O kötü çeviriler beni çevirmen yaptı” diyen Önoğlu, iyi ve kötü çevirileri ayırt etmeyi, editör-çevirmen ilişkisini anlatırken iyi bir çevirmenin, editöre az iş bırakacak kadar anadiline hâkim olması gerektiğini söyledi. 30’dan fazla kitabı Türkçeye kazandıran, şimdilerde bir fantastik edebiyat serisini tamamlamak üzere olan Önoğlu’nun üçüncü bir mesleği daha var; kitapçılık. Sosyal medyadaki takipçileri onu, “Okuyun, duacım olursunuz” sloganıyla önerdiği kitaplardan; “Çok satması gerekenler” vitrini ve meşhur çinili masasındaki canlı yayınlarıyla İzmir Alsancak’taki Yerdeniz Kitapçısı’ndan tanıyor. Bu söyleşiyi, Yerdeniz’de yaptık.
“KÖTÜ ÇEVİRİLER BENİ ÇEVİRMEN YAPTI”
Çevirmenlik hikâyeniz nasıl başladı? Aslında ana mesleğiniz bu değil, mühendissiniz.
Evet, jeoloji mühendisiyim ama mühendisim demeyi de çok doğru bulmuyorum, mühendislik kısmıyla çok ilgilenmedim, paleontolojide uzmanlaştım, doğa bilimciyim. Çalışma hayatımın son beş yılında ağır bir mobbing altındaydım. Projelerim yok sayıldı, sumen altı oldu, işsiz oturtuldum. 20 yılı doldurur doldurmaz emekli olmayı seçtim.
Erken emekli olmuşsunuz, ne güzel…
44 yaşında emekli oldum. Aslında güzel olduğunu düşünmüyorum.
Ama bambaşka bir alana geçme imkânınız olmuş.
Evet ama bu ülkenin kaynaklarıyla, olanaklarıyla doktora yapmıştım, uzmanlaşmıştım, üniversitede ders vermiştim. En verimli olabileceğim zamandı. Çevirmenliğe geçişim şöyle oldu. Okuma yazmayı öğrendiğimden beri çok sıkı bir okurum. Akademik hayatım sürerken de edebiyat okumayı hiç bırakmadım. Akademide dil öğrenmiştim. Dil de bilince ve o kadar çok okuyunca iyi çeviriyle kötü çeviriyi daha iyi ayırt ediyorsunuz. Bazen orijinalini bulup bakıyorsunuz; öyle değil, böyle çevrilmesi gerekiyormuş, diyorsunuz. Çok kötü çeviri okudum tabii. Hele işsiz oturtulduğum günlerde… Kurumları dolaşan gezici kitap satıcısı arkadaşlar vardı. Çağdaş dünya edebiyatı seti almıştım, çevirilerin çoğu o kadar kötüydü ki o kötü çeviriler beni çevirmen yaptı diyebilirim. Dille her zaman çok ilgiliydim, Türkçeyi aşkla severim, özenli kullanmaya çalışırım. İnceliklerini, deyimlerini, atasözlerini merak ederim, araştırırım. Kendisini Türkçe ifade etmekte pek sıkıntısı olan biri değildim. Bu da iyi çeviride önemli bir faktör oldu. Son çalışma yıllarımda, çeviri yapacağım, diye tutturdum. Arkadaşlarım da güldü, emekli bir jeoloğa kim çeviri işi verir, diye. Ama şansım yaver gitti. 2006’da emekli oldum, galiba 2007-2008’de ilk çevirim yayımlandı.
Nasıl kurdunuz ilk bağlantıyı?
Bir arkadaşım, bir yayınevi çevirmen arıyor, başvursana, dedi. Hemen başvurdum ama cevap veren olmadı. Arkadaşım yayınevinden birini tanıyormuş, beni söylemiş, bir daha yollasın demişler. Bir deneme çevirisi yolladılar, yapıp gönderdim, bir süre sonra bir kitap çevirmemi önerdiler. Çok güzel bir kitaptı. Kanadalı felsefeci, psikoloji profesörü Andre Kukla’nın Zihinsel Tuzaklar kitabıydı. Zihnimizin işleyişinden kaynaklanan birtakım aksaklıkları, tembellikleri nasıl aşabileceğimizle ilgiliydi. Psikolojiyi de çok sevip okurdum. Psikolog, psikiyatrist arkadaşlarımı çok taciz ettim, buna ne diyorsunuz, bunu böyle çevirdim, doğru mu? Çeviri bitti, gönderdim, üç dört ay ses çıkmadı, dedim herhalde beğenmediler. Sonra, edisyonu bitti, basıyoruz, sizinle de çalışmaya devam etmek istiyoruz, dediler. Ben de zil takip oynadım. Kuraldışı Yayınları’nda editör Seyfi Öngider ile çalışma şansı buldum. Bir çevirmen olarak benim için büyük talihti.
Editör-çevirmen ilişkisi de önemli tabii…
Çok önemli. Seyfi çok iyi bir editördü. Yakın tarihle, siyasetle ilgili kitapları var. Her kitapta, 20-30 sayfa çevirip yollardım, onu çalışıp geri yollardı. Bunu daha sonra hiçbir yayınevinde yaşamadım. Kusurlarıma, eksiklerime dikkat çekerdi, buralara dikkat et, bunun yerine şunu kullanabilirdin, derdi. İlk 10-15 kitabı onunla çalıştım. Benim için okul gibi oldu. Her zaman çok şükran duyarım Seyfi’ye. Başka bir şeyi de anlatmak isterim. Birkaç kitap çevirdikten sonra dedim ki ben aslında edebiyat çevirmek istiyorum. Dedi ki, “Daha edebiyat çevirme, pişmedin yeterince, popüler bilim, kurgu dışı kitaplarda çok iyisin, biraz böyle devam et.” 10-12 kitap oldu. Seyfi dedi ki, “Tamam piştin, git. Biz kurgu basmıyoruz, edebiyat çevirmek istiyorsan git kendine edebiyat çevirisi ara.”
“KURSLARDA DİL ÖĞRENMEK ÇOK MÜMKÜN”
Neden edebiyat çevirmek için erken dedi? Ne gerekiyor edebiyat çevirisi için?
Çevirinin de kendine özgü incelikleri var. Çok sevdiğim sık sık da sosyal medyada hatırlattığım bir cümle var: “Dil bildiğiniz için çeviri yapabileceğinizi düşünmenin on parmağınız var diye piyanist olacağınızı düşünmekten farkı yoktur.” Akademide tabii çeviri yapmıştım, dünya kadar yaptım. Arkadaşlarıma da yaptım, makale çevirileri yaptım, doktora programım İngilizceydi, doktora tezimi İngilizce yazdım ama çeviride kendi dilinizi nasıl kullanacağınız, oradaki bir cümleyi nasıl aktaracağınız yapa yapa öğrenilen bir şey. Şimdi yaşadığım rahatlık ilk çevirilerimde olsaydı daha güzel cümleler kurardım. Deneyimsizdim, aslına sadık kalma gerginliği performansımı etkiliyordu. O da herhalde böyle şeyler düşünerek, daha pişmedin, demişti. Sonra ilk çevirim bir roman oldu. İrlandalı yazar Gavin Weston’ın ilk romanı Harmattan’dı. Nijer’de geçen bir çocuk gelin hikâyesi. Yazar, Afrika’da uzun yıllar hem öğretmen hem yardım gönüllüsü olarak çalışmış. Tanıklıklarından ve eğitim sponsoru oldukları bir kız çocuğunun gerçek yaşamından yola çıkarak yazdığı kurgu eser.
Edebiyat çevirilerinde çevirmenin yorumu, o kültüre, deyimlere, atasözlerine uyarlaması söz konusu oluyor, değil mi?
Her dilde, o dile özgü ama aynı durumları karşılayan söz öbekleri, deyimler, atasözleri var. İngilizler diyor ki “It’s raining cats and dogs.” Kediler köpekler gibi yağıyor. Türkçede bunun bir anlamı yok. İngiltere’de vaktiyle saz çatılar olurmuş, çok şiddetli yağmur yağdığında tavan arasındaki kediler, köpekler içeri girermiş. İngiliz, “Bardaktan boşanırcasına yağıyor” diyor aslında.
İngilizce eğitiminizi nereden almıştınız?
Her zaman severek ilgilendiğim, uğraştığım bir şey. Okulda Fransızca öğrenmiştim. Üniversite dâhil Fransızca okudum, üçüncü sınıftayken bir arkadaşım dedi ki, İngilizce çok lazım olacak, ben kursa gidiyorum, sen de başla. Benim de çok despot, otoriter bir babam vardı, evden okul dışında hiçbir şey için çıkamazdım. Babama dedim ki, ben de İngilizce öğrenmek istiyorum. Babam hiç okula gitmemiş bir adamdı ama okumaya meraklı, tanıdığım kültürlü insanlardan biriydi ve ölünceye kadar hep çok okudu. Okulla ilgili şeylere hayır demezdi. “80”lerin ortalarında, Türk Amerikan Derneğinin “Dilkur” diye bir kurs vardı. 12 kur, üç buçuk sene düzenli gittim, yüksek lisansım da dâhil. Orayı bitirdim, sonra konuşma kulüplerine gittim, çocuk kitaplarından başlayarak İngilizce kitaplar okumaya başladım. Yüksek lisansta, doktorada çeviriler yaptım.
İngilizce kurslarına gidip İngilizce öğrenemeyen çok insan var. Bunun da bir yol olduğunu, kişinin çabasına bağlı olduğunu vurgulamak gerek sanırım.
Kursta dil öğrenmek çok mümkün. İngilizceyi kursta öğrendim, sonra tekrar Fransızcayı kursta öğrendim. Doktoraya başladığımda İngilizceye yoğunlaşmıştım. Fransızcayı çok ihmal etmiş, unutmuştum. Literatür hep Fransızcaydı. İki sene Fransız Kültüre gittim, gerekli çevirileri yaptım. Aslında Fransızcadan da çeviri yapayım istiyorum ama kimse önermedi. Çocuk kitaplarından başlasam diyorum. O zaman çocuk kitaplarını hafife alıyormuşum gibi anlıyorlar, değil. Sözcük hazinesi ona göre seçildiğinden daha kolay olabilir. Cümleler çok uzun olmaz. Kursa giderken ne yaptım? İngilizce, Fransızca günlük tuttum. “Sabah kalktım, yüzümü yıkadım, sokağa çıktım, Ayşe’yle buluştum, Fatma’yı gördüm, sandviç yedim, sınava girdim…” Aşağı yukarı her gün aynı şeyleri yazıyorsunuz ama bir ay boyunca yazınca o fiilleri, sıfatları, propozisyonları içselleştiriyorsunuz. İnternet yoktu. Masaya sözlük koyuyordum, sıkıştığım yerde bakabileyim diye. Aklımdan egzersiz çok yaparım. Mesela otobüste gidiyorum, bir şey görüyorum, bunu İngilizce nasıl söylerim.
“CÜMLELERİN SADECE TÜRKÇEYE ÇEVRİLMESİ EDEBİ ÇEVİRİ OLMASINA YETMİYOR”
Edebiyat çevirilerine geri dönersek nedir kötü çeviri? Nasıl anlarız kötü çeviriyi?
Zor bir soru. Şöyle cevap vereyim, belki kastettiğim şeyi anlatmama yardımcı olabilir. Bir roman okumuştum. Kitabı bitirdiğimde şöyle bir yorum yazdım: Bir roman okudum, Almancadan çevrilmişti, kitap çevrilmişti ama roman çevrilmemişti. Cümlelerin sadece Türkçeye çevrilmesi edebi çeviri olmasına yetmiyor çünkü her yazarın kendine özgü bir dili, üslubu, cümle kurma biçimi, metaforları, incelikleri var. Çevirmenin onları mümkün mertebe yansıtması lazım ama bazen bakıyorsunuz çevirmen dil biliyor, Türkçe bilmiyor, Türkçenin inceliklerinden habersiz. O kadar kaba saba kurulmuş cümlelerle önümüze geliyor ki metin, edebiyat zevkini alamıyoruz. Sanılmasın ki kötü çeviri her zaman kolaylıkla anlaşılabilir. Bir de Türkçesi mükemmel kötü çeviriler var. Orijinal metinle kıyasladığınızda doğru çevrilmemiş olduğunu görüyorsunuz. Mesela bir kitapta “Pislik yiyorlar” diye bir cümle okudum. Pislik niye yensin? İngilizce metni buldum. “Dirt” diyor, toprak anlamına da gelir ve toprak yer bazıları. Çocukluğumda Erzincan’da hamile kadınlar, galiba demir eksikliği olanlar toprak yeme isteği duyardı. Amerikan yerlilerinde de varmış, bunu anlatıyor. Kitabın cümleleri gayet düzgün ama çevirmen aklına ilk gelen karşılığı yazıvermiş. Bir de bağlam önemli. O bağlamda ne anlama geldiğini dikkate alarak daha özenli bir iş çıkarmak mümkün. Bunu her zaman görmeyebiliyoruz.
Yabancı dil bilmeyen bir okur, kötü çeviriyi nasıl anlar?
Bir roman okuyorsunuz ve hiç zevk almıyorsunuz. Şöyle düşünmek haksızlık olmaz: Bu roman beğenilmiş ve önemli bulunmuş ki başka dillere de çevrilmiş ama ben okuyorum ve hiç güzel değil. O zaman çeviride bir problem olduğunu düşünebiliriz. Bazen kitap bize hitap etmez. Dili güzeldir, her şey güzeldir, kitabı, konuyu sevmeyiz. Ondan bahsetmiyorum. Bahsettiğim şey, dille ilgili. Bazen o kadar kötü cümleler oluyor ki herhangi biri, bu nasıl cümle, diye sorar.
O yazarın üslubuna hâkim olmak, onu korumak nasıl oluyor? Önce sizin sindirmiş olmanız gerekiyor sanırım. Bu sorumluluk nasıl alınıyor?
Bu alanda akademik bir eğitimim yok. Akademide nasıl öğretirler bilmiyorum. Kendi deneyimimden bahsedebilirim. Benim deneyimimi en iyi yansıtan şey, çok tekrarlamayı sevdiğim bir Iris Murdoch alıntısı. Murdoch, çeviri de yapan bir yazar. Diyor ki, “Çeviri yapmaya bayılıyorum. Sanki ben ağzımı açıyorum ve başka biri konuşmaya başlıyor.” (Önoğlu’nun Murdoch’tan çevirdiği) “Deniz Deniz”i okusanız bambaşka cümleler, sözcük hazinesi var. “Kazkafanın Kitabı”nı okuyun, bambaşka; Yiyun Li, ayrı bir üslubu olan yazar. Harmattan’ı okuyun, Weston’ınki çok başka. İyi bir çevirmen biraz bir oyuncu gibi geliyor. O role bürünüyorsunuz. Arkanızda konuşan biri var, siz onun için Türkçe konuşuyorsunuz.
“TÜRKÇEDEN İNGİLİZCEYE ASLA EDEBİYAT ÇEVİRİSİ YAPMAM”
Yazarın dünyasına da giriyor musunuz? Hayat hikâyesini araştırıyor musunuz, başka neler yazmış diye.
Çok meraklıyım, mutlaka araştırıyorum. Yaşayan biriyse ki ölen yazar, herhalde bir tek Iris Murdoch’ı çevirdim, pek çok çevirdiğim kitabın yazarı hayatta. Videoları varsa izlerim, röportajlarını okurum, başka kitaplarına bakarım, Türkçeye çevrilmiş kitabı varsa okurum. Başlarda kitabı bitirip çevirmeye başlıyordum. Şimdi artık bir yandan okuyup bir yandan çeviriyorum. Bir bölümünü okuyunca, “Yazar uzun, tumturaklı, süslü cümleler kurmayı seviyor ve bilinmedik sözcükleri kullanmaktan hoşlanıyor” gibi bir yargıya varıyorsunuz. Mümkünse yazarla birlikte çalışırım. Hemen bütün yazarlara epostalarla soru sorarım, cevaplarını yollarlar. Baştan da söylerim; size çok aptalca sorular sorabilirim, kusura bakmayın. Onlar da çok nazik insanlar çıkar; “Sorunun aptalcası olmaz, rahat olun, iyi bir sonuç çıkması hepimizin lehine” der genellikle. Yazardan doğrudan yardım alma şansım olur.
Türkçeden İngilizceye çevirdiğiniz oldu mu?
Edebiyat asla! Yapmak istemem. Doğru da olduğunu düşünmüyorum. Fethiye’de, orada yaşayan bir İngiliz hanımla karşılaşmıştım. Şems Tebrizi’nin biyografisini okuyordu. Nasıl buldun, dedim. Dedi ki, sözcük seçimleri çok isabetsiz, İngilizceye bir Türk çevirmiş. İngilizcede gözlemlemek, gözlemek anlamına gelen belki en az 10 tane fiil vardır. Bilimsel gözlem mi yapıyorsunuz yoksa meraklı birini mi gözlüyorsunuz, yol mu gözlüyorsunuz, birini anlamaya çalışarak onun davranışlarını mı inceliyorsunuz… Türkçede bunu layıkıyla yapabilirim, cümleyi anladıysam nasıl söyleyeceğimi bilirim. Ama İngilizce konuşulan bir yerde yaşamadığım için “Hangi durumlarda hangi sözcükleri kullanıyorlar, şu fiil mi daha uygun olur, bu sıfat mı daha yerinde olur” layıkıyla yapmak mümkün olmaz. Belki İngilizce bir şey yazmaya kalkışabilirim ama İngilizceye çevirmek başka bir şey.
Çevirmen takip eder miydiniz?
Bazı çevirmenlerin iyi olduğunu bilirdim. Roza Hakmen, Çiğdem İpek Erkal, Kâmuran Şipal, Ahmet Cemal… Çocukluğumdan beri evde Akşam ya da Cumhuriyet gazeteleri okunurdu, okul gibi gazetelerdi. Orada çeviriden de bahsedilirdi, çevirmenler de yazılar yazardı. Bu durumdan haberli büyümüşüm farkında olmaksızın. Okulumun bir kısmı da Akşam ve Cumhuriyet gazeteleri olmuş. Melih Cevdet’in yazılarını okurdum, bir sürü şeyden, mitolojiden bahsederdi. Yunus-Mevlana kıyaslaması yaptığı bir yazısını hatırlıyorum. Yunus’tan yana çıkıyordu. ‘70’li yıllar, o yaşta bir çocuk için çok zihin açıcı şeyler. Babam kendine kitap alırdı, bize almazdı. Kendi kitabımızı almayı öğrendik. Yaşıma hiç uygun olmayan bir sürü kitap okudum. Babamın kitaplarını okuyordum.
“EDİTÖR DÜZELTİYOR AMA KREDİ ÇEVİRMENE YAZILIYOR”
Yakın yıllara kadar kapağında çevirmenin yazmadığı kitaplar vardı. Çevirmenin değeri yeterince anlaşıldı mı?
Hâlâ da yazmayan yayınevleri var. Bence anlaşılmadı. Hatta kolaylıkla gözden çıkarılabilir gibi bir hava da oluştu. Artık yapay zekâ her şeyi yapıyor diye.
Oralara geldik mi artık? Çevirmenin yerini alacak mı?
Yapay zekâya çevirtip yayımlayan oldu, büyük tartışma çıktı. Burada kafam karışık doğrusu. Bir taraftan şunu söyleyebiliriz. İyi çevirmen her zaman kıymetlidir. Çok para kazanmayabilir. Kitap çevirisinde para kazanmak bile epeyce zaman ve emek gerektiriyor. Genellikle komik paralar alıyorsunuz, geç alıyorsunuz. Giderek egemen olan bir ticaret anlayışı var. Geçmişte edebiyat, kültür, sanat aşkına iş yapanlar da epeyce vardı. Giderek yok oluyorlar. Kalanların bütün derdi kâr etmek oldu. Herkes böyle demek değil ama çoğu, en ucuz çevirmeni nasıl hallederim, editöre en az para vererek nasıl çalıştırırım, filan diye düşünüyor. İşlerin niteliği düşüyor. Çevirinin kötülüğü, editör müdahalesinin yokluğu dillere düşmüş yayınevleri var. Bundan bir sıkıntıları yok gibi görünüyor.
O düzeyde de alıcıları var demek ki…
Evet. “Üç Cisim Problemi” dizi de oldu biliyorsunuz. Cixin Liyu’nun kitabı, olağanüstü bir bilimkurgu. Çince bilmiyorsanız ne yapacaksınız? Kötü mötü, o çeviriyi okuyorsunuz. Birinci cildi okudum. Dediler ki, iki ve üçüncü ciltlerin çevirisi daha kötü. Hâlâ satabildiği için onu yapıyor yayıncı.
Kötü çeviriye editör müdahale etmiyor mu?
Çoğu yayınevinde iyi editör istihdamı da söz konusu değil. Gayet saygın bir yayınevinden çıkmış kitap. Son okumayı yapan kişiye bakıyorum, o da edebiyatçı. Sayısız hatalı cümle var, imlâda problemler var. Bu saygın edebiyatçı kitabı okumuş olabilir mi? Okusa bu hatalar olur mu? Şöyle düşünüyorum. Ne yapsın, geçim dünyası, bir iş alıyor, sonra diyor ki, kendi eserlerimi yazmam gereken zamanda el âlemin saçma sapan metinlerin okuyorum. Üstünkörü okuyor. Yakın geçmişte çevirmen bir arkadaşım ağlayarak aradı beni. “Nuray abla, çevirimi mahvetmiş adam, ne yapacağım?” Doğru çeviriyi bozmuş. Ben bu durumda genel yayın yönetmenini ararım. Derim ki, editör metnime şunları yapmış, metnin bu hale gelmiş şekilde yayımlanmasını istemem. Bu tür şeyler çok.
Kötü çevirmen olarak anılmasına yol açıyor.
Tersi de mümkün ama. Editör arkadaşlarla konuşurken duyuyorum; öyle berbat bir çeviri geliyor ki editör düzeltiyor ama kredi çevirmene yazılıyor. İlk okuduğum çevirisine büyük hayranlık duyduğum genç bir çevirmen arkadaşın sonraki çevirilerinde şaşırdım. Aynı kişi çevirmiş olabilir mi? Herhalde ilk okuduğum kitapta iyi bir editör vardı, burada editör müdahalesi yok.
“YAPAY ZEKÂ HENÜZ EDEBİYAT ÇEVİREMİYOR AMA MÜMKÜN OLMAYACAK ANLAMINA GELMEZ”
Çevirmen ve editörü birlikte mi takip etmek gerekiyor?
İyi bir çevirmen bana kalırsa editöre az iş bırakan kişidir. Hiç iş bırakmaz demiyorum. Editör ancak çevirmenin gözünden kaçan birtakım imlâ kusurlarını düzeltir. Ya da satır atlayabiliyor. Geçenlerde benim başıma geldi. Şimdi edisyonda olan bir çevirim var. Evdeki ve buradaki bilgisayarda çalışıyorum. Bazen buluta yüklemeyi ihmal ediyorum. İki sayfa eksikmiş. O kadar teşekkür ettim editöre. Aslında çok dikkat ederim ama kaçmış gözümden. Umuyorum ki editör Türkçeyle ilgili çok sıkıntı çekmiyordur. Tabii ki iyi editörler de çok önemli, izlenmesi lazım. Selahattin Özpalabıyıklar editörse gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz. Şöyle tatlı bir anım var. Alef Yayınlarından çıkan muhteşem bir roman vardır, “İtiraf Ediyorum” adında, Jaume Cabri diye Katalan bir yazarın romanı. Kitabın sonlarına doğru cümlelerde bozukluklar var, sözcükler hatalı yazılmış. Olmaz, diyorum. Suna Kılıç çok iyi bir çevirmen, Selahattin Bey çok iyi bir editör, nasıl atlamış olabilirler… Fakat kitap bitince niye öyle olduğunu anlıyorsunuz. O kadar güzel yapmışlar ki atlamıyorsun okurken. Şu da var: Mesela çevirmen kötü çeviriyor, editör düzeltiyor. Kitap defalarca yayımlanıyor, çevirmen defalarca telif alıyor, editörler sadece maaşını alıyor. Ya da freelance çalışıyorsa ücretini alıyor. Editörlerin de emeklerinin karşılığını alabileceği yollar bulmak lazım. Yapay zekâ derken, yayıncılar çevirmenleri bile devreden çıkarmaya hazırlanırken editörlere böyle bir hak tanırlar mı bilmiyorum.
Yapay zekânın nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz?
Çok hızlı ilerliyor. Bir de bizim kullandıklarımızın hepsi ücretsiz versiyonlar. Muhtemelen profesyonel versiyonları daha da yetkin. Yapay zekâ henüz edebiyat çevirisi yapamıyor, mümkün değil gibi geliyor bana ama bu, gelecekte mümkün olmayacak anlamına gelmez. Biraz korkutucu tabii. Giderek düşünmeyen, aramayan, birtakım becerilerini kullanmasına gerek olmayan insanlar hâline geliyoruz. Yazdıklarında yapay zekâyı kullanan yazarların olduğu söyleniyor. Bir taraftan çok eğlenceli, bir taraftan da bir sürü işe yarayabilir. Günler, haftalar sürecek bir çabayla elde edeceğiniz bir hülâsayı yapay zekâya özetletebilirsiniz. Öbür taraftan, insanın zihinsel melekelerini kullanmaya devam etmesi, aklını, yaratıcılığını kullanması çok önemli.
İyi çevirmen olarak kimleri önerirsiniz?
Unuttuklarım affetsin. Başka zaman olsa ilk söyleyeceğiniz ismi unutmuş oluyorsunuz. Suna Kılıç, İspanyolca ve Katalancadan çevirilerini çok beğenirim. Saliha Nilüfer’in çevirilerini çok beğenirim, Türkçesi de çok lezzetlidir. Saadet Özen, Püren Özgören, İlknur Özdemir, Roza Hakmen, Begüm Kovulmaz’ın çevirilerini çok zevkle okurum. Eski Mülkiye hocası Nuri Yıldırım, son yıllarda Rusçadan klasikleri çeviriyor, Türkçesi çok lezizdir. Güney Çetao var, Rusça’dan çeviriyor. Seda Mellor’un okuduğum çevirilerinden gayet memnun kalmışımdır. İlknur Hanım birkaç dilden ve aynı anda birkaç kitap çeviriyor. Ondan feyz alarak son iki üç yıldır paralel çeviriler yapıyorum. Kendisine de sık sık teşekkür ediyorum, ilham için. Verimliliği artıran bir şey. Çeviri çok uzun yapılabilen bir şey değil, bir süre sonra kafa duruyor. Gün içinde biraz onu, biraz onu çalışarak daha verimli sonuç alıyorsunuz. Çok kitabı bir arada okurum, şu anda beş altı kitap vardır. Aynı anda iki kitap çevirmeyi hiç düşünmemiştim. “Kutsal Topraklarda Hava Satan Adam” ve “Kazkafanın Kitabı”nı öyle çevirdim. Uzun bir fantastik dizi var, bitirmek üzere olduğum. Onunla paralel çevirdim. Vites değiştirmiş gibi oluyorsunuz.
Kaç kitap oldu?
30’u geçti galiba, 35-40. Fantastik seriyi bitirince “Yiun Li”nin öykülerini çevireceğim. Bununla paralel çalıştığım “Thinkers” diye Pulitzer ödüllü bir ilk roman var. Tezgâhta dört ciltlik bir fantastik dizi ve iki kitap var şimdilik.
Suha Çalkıvik: “Ekrandakilerin Yüzde 75’i Spiker veya Sunucu Değil”
Gündüz Vassaf: “Türümüzün Tarihinde Ruhen En Hasta Olduğu Noktadayız”
Gündüz Vassaf: “Seçimlerimizde Özgür Olmanın Yolu, Tüketim Patolojisinden Kurtulmak”