Zeytin Ağacı’nın ilk sezonunda aile, aşk, ilişkiler, geçmiş yaşantılar, travmalarla yüzleşme gibi meseleler aile dizimi ekseninde bolca tartışılmıştı.
İkinci sezonda da bu konular Ada, Leyla ve Sevgi’nin hikâyelerinde ele alınırken, yine ilk sezonda var olan Sevgi’nin hastalığı bu sezonda daha ön planda. Aile dizimi ve kuşaklararası travmalar üzerinden bolca tartışılan dizide, Sevgi’nin hikâyesinin izleğinde kanserin ve iyileşme düşüncesinin nereye evrildiğini takip ediyoruz ve sakıncalı yerlere götürüyor bizi bu takip.
“KANSER”İN TEMSİLİ
Sevgi, ilk olarak saçları dökülmüş hâliyle ve sonra birçok peruğun arasından seçtiği bir perukla görünüyor ekranda; daha sonra ise odada meditasyon yapma çabası içindeyken. Ayvalık’tadırlar, bir sahil kasabasında, geniş bir evde, denize ve kendisini iyi edebilecek pek çok şeye yakındır. Banyoda köpüklerin arasında olumlama yaparken görürüz Sevgi’yi.
“Sağlık bana koşulsuzca akar.”
“Sevgi tüm hücrelerime bollukla gelir. İyiyim ben.”
Mumlar. Çiçekler. Kokular. Evinde, arkadaşları, annesi, sevdiği ve kendisini seven kişiyle birliktedir. Tüm bunlarla iyileşmeye doğru adım atmaya çalışan bir Sevgi izlediğimizi düşünürüz.
Aynı zamanda “kanser olma düşüncesi” ile barışamadığı yerleri de izleriz. Yoga yapmaya çalışırken, onu çağıran Leyla’ya kızdığı diyaloglarda ve her şeyin “çok güzel olmayabileceği korkusu”nu dile getirdiği yerlerde karşımıza çıkar bu barışamama hâli.
Sevgi’nin kanserle olan içsel mücadelesinde sevdiklerini kendisinden uzaklaştırdığı anlar da karşımıza çıkar. Sevgilisinin Sevgi için alışveriş yapması, yemek hazırlamak istemesi ama onun yemeyi reddetmesi, sevgilisinin lavabodaki sakal tıraşından, yemek yerken çıkardığı seslerden, sorduğu sorulardan, hepsinden rahatsız olması ve her tür duygusal, fiziksel ve cinsel yakınlık davranışını reddetmesi bu anlara örnek. Sevgi bu anlarda kendisiyle ilgilenen sevdiği biri olmasına rağmen, üzerinde “kara” bir leke varmış gibi davranır. Bu sahneler bir kadının kanser olma hâline yönelik içinde bulunduğu gel-gitli ruh hâllerini yansıtsa da bu hâliyle kanserin hayatın içindeki ortak bir insanlık durumu olduğunu aktaramama riski taşıyor ve hikâyenin bireyselliğinde bırakıyor izleyiciyi de. Daha makro bir perspektif yaratamıyor. O nedenle Sevgi’nin ruh hâlleri üzerinden okumakla yetiniyoruz “kanser”i. Sevgi her ne kadar bu serzenişleriyle dünya ile “kanser olma hali” dışında iletişim kurmaya çalışsa da bu tavrın içinde bulunduğu gerçeklikle kesiştiği yerden verilmesi daha sağlıklı bir “kanser temsili” yaratabilirdi. Hastalıkla gelen tedavi dolayısıyla “çocuk yapamayacak olması” ve bu yüzden duyduğu “tercih edilmeme korkusu”na ilişkin “kız kardeşleri”yle olan dertleşme sahnesinde de hastalıkla gelen durumların kırılganlığına fazla atıf, kadını hastalığı dolayısıyla edilgenleştiren bir yaklaşım var. Dolayısıyla bu sahnelerde “kanser”i ele alma biçimlerinde ve kansere yönelik kişisel tepkilerde alternatif, toplumsal, feminist ve gerçekçi bir perspektif yaratmada sınıfta kalıyor.
Bu perspektifi sevgilisi ile ilişkisinin bir başka boyutunda daha yakından sorgulama imkânı sunuyor diyebiliriz yine de.
KANSERİ HAYATIN İÇİNE ALMAK
İlk bölümlerinde kanserle ilişkisinden dolayı uzaklaştırdığı sevgilisiyle, daha sonra yakınlaşmalarını izliyoruz. Bu sahnelerde Sevgi’nin tedavi gören bir kadın olma hâlini, rengarenk peruklar takarak hayata karıştığı, sevip seviştiği, gece çıplak denize girmek ve denizde sevişmek dahil içinden gelen her şeyi yaptığı yeri; yani hayatla kesiştirdiğini görüyoruz.
Sevgi, hikâyenin bu kısımlarında hayatı ve seçimleri üzerinde söz sahibi olanın sadece kanser olmadığını ve ona rağmen ya da onunla arzuyu, cinselliği ve sevgiyi düşünen özüne döndüğünü gösteriyor. Bu anlamda da bu sahnelerin cesaretlendirici ve umutlandırıcı bir tarafı var. Keza yakın ve gerçek bir ilişki kurabilme hâli, bu dönemde kişiye hastalığın kendini tanımlamadığını gösteren bir etkiye sahip olabilir. Hastalık, tam da hayatı ve yaşamayı hatırlattığı için. Bu anlamda hastalığın arzuyu da tutkuyu da çağıran ve uyandıran bir tarafı var. Sevgi işte bunların tam ortasında dururken hikâyenin ortasında yeniden görünen “metastaz” ve buna verdiği tepkiyle tedaviyi reddetme hâli, hastalığı düşündürme biçimlerine bambaşka bir boyut ekliyor.
NE KADAR SPİRİTÜALİTE?
Hikâyenin başından beri Sevgi’nin kanserle ve kanser dolayısıyla çevresiyle kurduğu ilişki inişli çıkışlı olsa da metastazı herkesten saklaması ve tedaviye “inanmayarak”, devam etmemeyi “tercih etmesi” en başından beri içine girdiği tüm çabaların da tıkandığı bir yer. Yoga-meditasyon, olumlamalar, arkadaşları ve ailesiyle çevrili dayanışma ve destek ağının içinde kalması, arkadaşlarıyla onların meselelerini de konuşma hâli, vizyon panosu yapılmasına öncülük etmesi ve bunlarla birlikte geleceğe yönelik hayal kurma hallerinin hepsini hayata tutunma biçimleri olarak okusak da bu tutunma biçimi tıbbi ve bilimsel bir yolculuktan tamamen çıkarak, tıbbi tedavinin reddiyle eş zamanlı ilerleyen bir şifa yolculuğu arayışına dönüşüyor.
Sevgi’nin hikâyesi böyle akarken, Doktor Ada’nın hikâyesi de “tanrılaştırılan” bir figür olarak karşımıza çıkan Zaman Bey’le katıldığı aile dizimleri aracılığıyla, kendi kök ailesindeki travmalarla yüzleşmesi ve hayatındaki ilişki örüntülerini inceleyerek geçmişiyle bağlantılar bulmasıyla devam ediyor. Çalıştığı hastanede Ada’nın bu ilgisinin eleştirilmesi sahneleri de Ada’nın “spiritüalizm”in bilime alternatif olabilirliğine ilişkin yaptığı savunuculukla veriliyor. Ada’nın yeni iyileşme biçimlerine yönelik makale yazması da bilimsellik eleştirisine karşıt bir tutum geliştirmek üzere ortaya çıkmış bir çaba olarak görünüyor.
“ATA”LAR, BİTKİLER VE ŞİFALAR
Hikâyenin ilerleyen kısımlarında tedaviyi reddetmesiyle kendisini “ölüm”e hazırlayan Sevgi’nin tek isteği olan babasıyla buluşma arzusunu gerçekleştirmek için Ada ve Leyla ile yola çıkışını ve yolun sonunda ulaştığı Ermeni köyünde, hem babasının mezarını bularak ona söylemek istediklerini söyleyişini, hem de her nasılsa “dede”siyle karşılaşmasını görüyoruz. Böylelikle Sevgi de “ata”larıyla bir buluşma gerçekleştirebiliyor. Dedesi Sevgi ile konuşurken gözlerinin beyazına bakıyor ve yine her nasılsa Sevgi’nin hastalığını “görüyor”. O gece arkadaşlarıyla birlikte orada kalmalarını istiyor ve Sevgi’nin dedesini tüm gece bitkisel bir karışım hazırlarken görüyoruz. Hazırladığı karışımı ertesi günü Sevgi’ye vererek “her gün içmesi gerektiğini” söylüyor. Bu sahne ile de izleyicinin “kutsal” ve “kanseri iyileştiren” “bitkisel bir karışım”la, Sevgi’nin nasıl “şifa bulacağı”nı merak etmesi bekleniyor. Keza Sevgi gözlerini kapatarak bu bitkisel karışımı içerken Ada’nın hikâyeyi anlatan sesi, tedavi dediğimiz şeyin “bize has, tek ve biricik” olduğunu hatırlatıyor izleyiciye. Dolayısıyla Sevgi’nin “ata”ları tarafından yapılan bir bitkisel karışımın yalnızca ona özgü olan ve geçmişi de iyileştiren psikolojik etkisiyle “kanserinin iyileşeceği mesajı” itinayla veriliyor.
BİREYSELLİKTE TUTULU KALMAK
Zeytin Ağacı Türkiye’nin yakın tarihine bakıyormuş gibi travmatik hikâyeler koyuyor anlatıya. Leyla’nın, Sevgi’nin ve Ada’nın yaşam öykülerinde Ermenilere, Kürtlere ve Rumlara dair izleklerle tarihsel-sosyolojik bir bağlamla çevrili bir anlatı bulabilir miyiz diye iz sürüyoruz. Ancak bireysel yaşantılarda ortaya çıkan travmaların doğası gereği politik boyutunu bu hikâyelerde de göremiyoruz. Hikâyenin bağlamı, izleyiciyi bu nokta yerine geçmişte yaşanmış olan travmanın izlerini bireysel iyileşme patikalarına tutundurduğu yere çıkarıyor.
Hikâyede insana, dünyaya ve topluma dair olan tüm travmatik deneyimlerin kolektif bir bilince evrildiği bir yer yok. Travmaların kendileri de bunları iyileştirme düşüncesi de kolektif olanla bir araya gelemiyor. Bireyci bir spiritüalizm etrafında dönüp duran bir iyilik hâli arayışı, tekrara düşen bir anlatı olarak karşımıza çıkıyor.
En çok göze çarpan arkadaşlık, kız kardeşlik temasında bile, spiritüel keşif dünyasına dalan Ada’nın en yakınındaki arkadaşının tıbbi sürecinde “müdahil” bir rol oynayamadığını görüyoruz. Dolayısıyla Ada’nın doktor oluşuyla, kanser olan yakın arkadaşının iyileşme sürecinin takibi arasında bir paralellik ararken, ona teğet geçtiğini görüyoruz. Bu anlamda dizideki kız kardeşlik temsili de dayanışma mesajı vermeye çalışırken kolektif bir iyilik hâli yaratan bir dönüşümü sağlamıyor.
Bunun yerine Ada’nın da mesleğinden vazgeçişini güzelleyen bir anlatıyla karşılaşıyoruz. Bu anlatıya Sevgi’nin kanserinin ilerlediği bilgisini profesyonelce saklama hâlinin rasyonelleştirilmesi ve normalleştirilmesi ekleniyor ve tüm bu kararların şifa yolculuklarına çıkması, alternatif tedavilere çok açık bir izleyici kitlesi bulunan dizide çok riskli bir alan yaratıyor.
Ada’nın çok hızla kabul edilen yurtdışı başvurusu ve hızla alınan yola çıkma kararına dahil edilen “kızkardeş”lerden Sevgi, sonraki bölümlerde muhakkak ki bir başka şifa arayışına teslim olacak. Keza dizinin sonlarında da kanserin tıbbi tedavisinin izleğine ilişkin bir bilgi yine karşımıza çıkmıyor.
İlk sezonundan sonra pek çok kişinin “aile dizimi”ne yönelik merakını artıran Zeytin Ağacı, bu sezonla kanseri ele alma biçiminde, kolektif iyileşme ve toplumsal sağalma perspektifinden ve rasyonellikten uzak mesajlarla, umarım yanlışlıklar akımına sebep olmaz. Ancak maalesef ki anlatıyı kurma biçimiyle böyle bir risk taşıyor.