İklim değişiyor, mevsimler artık eskisi gibi değil; kışın kar yağmıyor, baharda yağmur… “Nerede o eski bayramlar”dan, ‘“Nerede o eski kışlar, boyumuz kadar kar yağardı” şeklinde evrilen bu durumun adı: İklim Değişikliği. Bu değişiklikle yaşanan ve devleşen sorunların neden olduğu durum da iklim krizi. Her birimiz bu krizin hem şahidi hem de yaratıcıları arasındayız malesef. Önlem alınmazsa gelecek kuşaklara bu konuda diyecek sözün olmaması yüksek ihtimal ve bu şahitlik kuşaktan kuşağa sürüp gidecek gibi görünüyor…
Fikir Gazetesi’nin 24’üncü sayısında iklim değişikliği, iklim krizi ve iklim adaleti penceresinden engelli hak ihlalleri meselesine dikkat çekmeye çalıştık. “Adalet nedir?” sorusu üzerinden iklim adaleti meselesine yöneldik ve konunun insan hakları ve özelde de engelli hakları açısından önemine değindik. Konuyu çevre hukuku açısından görülen davalar üzerinden de genişlettik.
İKLİM KRİZİ VE İKLİM ADALETİ KISKACINDA ENGELLİLERİN KIRILGANLIĞI!
İklim adaleti kavramını Ankara Hacı Bayram Veli Hukuk Fakültesi Çevre Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süheyla Suzan Gökalp ile enine boyuna konuştuk.
Adalet kavramı tanımı ile söze başlayan Gökalp, “İnsanlık yeni bir ‘medeniyet’ yaratıyor ve kimse bu ‘medeniyet’ten vazgeçmiyor. Zengin ve fakir arasındaki gelir makası giderek açılıyor ve gelir adaletsizliği arttıkça iklim değişikliğinden etkilenen insan da sayısı artıyor. En çok da kırılgan gruplar içerisinde bulunan engelliler bu durumdan etkileniyor” dedi.
Gökalp, engelli gruplar içerisinde iklim değişikliği ve iklim adaleti konusunda farkındalık yaratılması ve çevre konusunda oluşturulan platformlarda engellilerin de ağırlıkta olmasının sağlanması gerektiğine işaret etti.
Haber dosyamızda ayrıca Avrupa Engelliler Forumu Gözlemci Üyesi olan Engelliler Konfederasyonu Yönetim Kurulu Üyesi, Engelsiz Bileşenler Federasyonu Başkanı Abdülmecit Yılmaz ile KEDİ Kabul Eşitlik Dahil Olma İstihdam Otizm Derneği Başkanı Serap Dikmen Ahmetoğlu ile görüştük.
Engelli yurttaşların görmezden gelindiğinin altını çizerek, iklim krizinden doğan afetlerde de engellilerin en çok mağduriyet yaşayan grup olduğuna dikkat çekildi ve Birleşmiş Milletler (BM) Engelli Kişilerin Hakları Sözleşmesi’nin “Risk Durumları ve İnsani Bakımdan Acil Durumlar” başlıklı 11. maddesi hatırlatıldı, “Merkezi hükümet gibi yerel yönetimler de ne yazık ki engellileri karar süreçlerine katan bir politikadan yoksun” eleştirisinde bulunuldu.
İKLİM ADALETİ, ENGELLİ HAKLARI VE HUKUKİ SÜREÇLER
Ankara Hacı Bayram Veli Hukuk Fakültesi Çevre Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süheyla Suzan Gökalp, adalet kavramının tanımı ile başladığı açıklamalarını “iklim adaleti, engelli hakları ve çevre davaları” konularıyla sürdürdü.
Prof. Dr. Gökalp, “Adalet toplumsal alanda insanların birbirleriyle ayrıca diğer canlılar ve doğa ile olan ilişkilerini belirleyen bir unsurdur. Adalet tartışmasının tarihi Antik Yunan’a kadar uzanır. Çok tartışılan bir kavram olan adalet hem herkes için gerekli hem de her yerde ve zamanda bulunmayan durumdur. Hiçbir zaman dünyada adalet olmamıştır. Adalet, ilişkileri belirleyen bir terazi gibidir ama terazide eşitlik olması gerekirken bu maalesef böyle olamıyor. Kapitalist sisteminin kazanma hırsı bu eşitsizliklerin yaşanmasında çok büyük bir etkendir. Dünya genelinde kabul görmüş evrensel bir adalet anlayışı da bu nedenle yok. Her üretim sisteminin kendine özgü adalet anlayışı var. Ve bu kendine özgülük neticesinde de adaletsizliğin gittikçe arttığını ve küresel çapta çevre sorunlarının da çoğaldığını söyleyebiliriz” diyerek meseleye giriş yaptı.
Adalet kavramından kısaca bahsettikten sonra iklim adaleti konusunda açıklamalarda bulunan Prof. Dr. Gökalp şöyle devam etti: “İklim değişikliği sonucu çıkan iklim krizi ile ortaya çıkan ihlallerden en çok etkilenenlerin öncelikle yoksul ülkeler olduğunu söyleyebiliriz. Dünya düzeninde geçmişten bugüne gelen bir Doğu-Batı ayrımı söz konusuydu. 1970’li yıllardan itibaren bu ayrım Kuzey-Güney ekseninde tartışılmaya başlanmıştır. Kuzey ülkeleri zengin, Güney ülkeleri ise yoksul ülkelerdir. Yoksul ülkeler de bağımsızlıklarını 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kazanmaya başlamış ekonomileri daha çok tarıma dayalı olan ülkelerdir. Böyle olunca da iklim değişikliğinden daha fazla etkilenen ülkeler olmaktadırlar. Kuzey yani zengin ülkeler de ekonomisi tarıma bağlı olmayan ülkeler, iklim krizinden en az etkilenen ülkelerdir. Yaşanan iklim krizleri nedeniyle ekonomisi tarıma dayalı olan yoksul ülkeler, kuraklık, susuzluk ve buna bağlı olarak tarım yapılamaması nedeniyle yaşamlarını sürdüremez duruma gelmekteler ve iklim göçleri başlamaktadır. Bu da çevresel adalet kavramını etkiliyor. Sonuç olarak Çevresel adalet kavramı, sanayileşme ve kalkınma sürecinde ortaya çıkan çevresel sorunların yol açtığı küresel eşitsizliklerin kaynağına ve bunların çözümü konularına yer veren bir yaklaşımdır. İklim değişikliğine neden olan etkenler arasında en öncelikli ve birincil neden ise zenginlerdir. Etkilenen gruplar ise yoksullar ve dezavantajlı kırılgan gruplardır. Nerede yaşarlarsa yaşasınlar iklim değişikliğine zenginler neden olmuştur ve iklim değişikliğinden her nerde yaşarlarsa yaşasınlar daha çok yoksullar ve kırılgan gruplar etkilenmektedir.”
Dünyada iklim adaleti meselesinde en çok tartışılan konunun aslında iklim değişikliği ve gender (toplumsal cinsiyet), kadın hakları konusu olduğunu vurgulayan Gökalp “Paris İklim Anlaşması’na da bu konu damgasını vurdu. Öncelikle iklim adaletini iyi anlamak lazım. Yoksul ülkelerde iklim değişikliğini diğer adalet konularından yani küresel adaletin diğer sorunlarından ayıran en önemli özelliği risklerin niteliği ve buna bağlı olarak da bir zamansal aciliyet sorunu teşkil etmesidir. Bu sorun bir an önce halledilmek zorundadır. Aslında sorunun özünde de bir temel insan hakları meselesi vardır. İklim değişikliği birçok insanın temel haklarını ihlal ediyor. Ancak bu temel hakları ihlal ederken de mücadele etmek için harekete geçmekte çok yavaş davranılıyor” dedi.
“GELİR ADALETSİZLİĞİ ARTTIKÇA İKLİM KRİZİNDEN ETKİLENENLER DE ARTIYOR!”
18. yüzyılda başlayan bir sanayi devrimi ile iklim değişikliği ilişkisi kuran Gökalp, “Batı Avrupa, ABD olmak üzere tüm dünyada yaşanan bu endüstrileşme ve kalkınma süreçleri birçok sorunu da beraberinde getirmiştir. Nedir bu sorunlar? Sanayileşme sonrası bir defa kırsal kesimden, köyden kentlere nüfus hareketleri başlıyor ve hızlı bir kentleşme meydana geliyor. Hava, su, toprak kirliliği artıyor. Biyolojik çeşitlilik tahrip ediliyor. Ve iklim değişikliği ortaya çıkıyor. Nüfus arttıkça da doğal kaynakların kullanılma hızı artıyor. Doğal kaynaklar daha fazla tahrip ediliyor. Enerji ihtiyacı (talep) ve arzı da artıyor. İşte bununla birlikte fosil yakıtlarının daha fazla kullanılması ile birlikte iklim değişikliği, küresel ısınma sorunu ortaya çıkıyor. Aslında baktığımızda tırnak içinde insanlık yeni bir medeniyet yaratıyor. Bunu da görmezden gelemeyiz. Hiçbir toplum ve birey bu yaratılan medeniyetin nimetlerinden vazgeçmiyor. Ne demek istiyorum? Kimse cep telefonu, bilgisayar, arabadan ve daha birçok şeyden vazgeçmiyor. Nüfus artıyor, doğanın tahribatı artıyor. Zengin ve fakir arasındaki gelir makası açılıyor ve gelir adaletsizliği sorunu ortaya çıkıyor. Bu adaletsizlik arttıkça iklim değişikliğinin etkilerinden de daha yoksul kesimler, daha kırılgan gruplar daha fazla etkilenir hale geliyor. İklim değişikliğinin ortaya çıkardığı en büyük sorunlardan biri de gıda krizidir. Gelecekte en çok tartışacağımız, en önemli sorunlar arasındadır. Ülkemizde de gıda krizi yaşanıyor ve bu sorun daha da artmaktadır” vurgusu yaptı.
“Ancak Türkiye tarihi süreçte iklim değişikliğinin meydana gelmesinde çok fazla etkisi olan bir ülke değildir. Çünkü biz Sanayi Devrimi’ni ıskalamış bir ülkeyiz” diyerek açıklamalarına devam eden Gökalp şunları ekledi: “Ama şu anda maalesef iklim değişikliğini olumsuz etkileyebilecek politikalar ülkemizde de üretilmektedir. Batı da şu anda iklim değişikliğiyle mücadelede söz sahibi olmaya çalışıyor gibi gözüküyor ama orada da iki yüzlü bir durum söz konusudur. Gidip başka ülkelerde sanayi faaliyetlerini yerine getiriyorlar. Kendi ülkesinde yapamadığı faaliyetleri Çin’de, Vietnam’da, Tayland’da, Afrika’da, Güney Amerika’da yürütüyorlar. Çevre sorunları sınır tanımıyor. O yüzden de aslında iklim krizi küresel bir sorundur. Türkiye’de iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek bölgeler arasındadır. Su fakiri olma yolunda hızla ilerliyoruz. Orman yangınları, tarım ve hayvancılıkta yaşanan sorunlar, kentsel altyapının kötü olması nedeniyle yağış desenlerinde meydana gelen farklılıklar. Kentlerin kötü yerlerde kurulması, kentleşme politikalarındaki hatalar, imar planlamasındaki hatalı uygulamalar iklim krizini tetikleyen unsurlardır.”
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNİ ŞİDDETLENDİREN SİSTEMLER ENGELLİLERİ DE SÖMÜRÜYOR!
İklim değişikliği ve engelli hakları konusunda açıklamalarına devam eden Gökalp, “Doğal afetler çerçevesinde iklim değişikliğinden en çok mağdur olanların başında engelliler gelmektedir. Engellilik de bir adalet sorunudur. Çünkü engelliler iklim değişikliğine ve çevresel bozulmaya karşı daha savunmasız durumdalardır. İklim adaletinin getirdiği çözümlüler engellilerin adaletini de bir araya getirmek zorundadır. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre 1 milyardan fazla insan, dünya nüfusunun yüzde 15’i engellidir. Çok yüksek bir oran bu. Engelli insanlar iklim değişikliği ve çevresel bozulmaların etkileriyle bağlantılı olarak daha yüksek risklerle karşı karşıyadır. Ancak çoğu zaman da bu sorunların çözümü için çaba sarf edemiyorlardır. İklim aktivistleri içerisindeki engelli yurttaş oranlarının artırılması gerekmektedir. Engellilerin aslında toplumsal hayata daha fazla katılmaları için bir devlet politikasının üretilmesi gerekiyor. Kentte yaşarken, işe, okula giderken de de pek çok sorunla karşı karşıya kalıyorlar. Bütün bu sorunlarla birlikte, iklim adaleti çerçevesinde çaba göstermeleri çok mümkün olamıyor. Onun için de engelli yurttaşları iklim ve çevre çalışmalarına dahil etmek ve onların bu konularda bilinçlenmesini ve farkındalıkların arttırılmasını sağlamak gerekiyor. İklim değişikliğini şiddetlendiren sistemlerin pek çoğunun da engellilik üzerinde de etkileri var. Dünyanın kaynaklarını sömüren ve bu sömürüyü yaparken de o kaynaklara sahip kesimleri küçümseyen sistemler, aynı zamanda engelli insanları ve yaşadıkları yerleri de sömürüyor ve küçümsüyor, onları yok sayıyor, göz ardı ediyor. Güç kimdeyse diğerini, sömürüyor ve yok sayıyor. Bunun için de bir araya gelmek lazım” diye konuştu.
“ÇEVRE KONUSU POLİTİK BİR KONUDUR”
Çevre konusunun politik bir konu olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Süheyla Suzan Gökalp son olarak iklim adaleti hususunda ülkemizde ve dünyada diğer ülkelerde yargıda yaşanan süreçlere değindi.
Türkiye’de yargı sistemiyle ilgili sorunlara değinen Gökalp şunları belirtti: “Ülkemiz aslında çevre konusunda farkındalığı olan bir ülke. Çok sayıda dava açılıyor. Gelir dağılımındaki adaletsizlik nedeniyle gösterilen tepkiden daha fazla tepki, çevre sorunları için gösterilmekte ve bu konuda oldukça fazla dava açılabilmektedir. Çevre konusu politik bir konudur. Ama insanların kötü üretilen çevre politikalarına karşı bir araya gelmesi, iş birliği” içinde bulunması biraz zor. Bu da doğal kaynakları kullanan, sömüren güçleri daha da güçlü hale getiriyor. Çevre hukuku, çevre mevzuatı konularının, sanayileşmiş ülkelerde daha gelişmiş olduğunu görüyoruz. En gelişmiş olan ülkeler de Avrupa Birliği ülkeleridir. Avrupa Birliği (AB) ülkeleri hem iklim adaletini hem demokrasiyi geliştirmek açısından en gelişmiş yerler olarak görünüyor. Çevrenin, doğanın korunmasına ilişkin pek çok düzenlemesi var. Türkiye’de de AB Uyum sürecinde, 2009 yılında çevre faslı açıldı. Çevre mevzuatının gereklerini yerine getirmek için yapılması zorunlu değişiklikler, maliyeti oldukça yüksek olan, çok para gerektiren hükümlerdir. Ekonomik gücünüzün olması gerekiyor. Çünkü birçok sistemin değiştirilmesi gerekiyor. Çevreden bahsediyorsak zaten ekonomiden bahsediyoruz, kalkınmadan bahsediyoruz demektir. Türkiye AB çevre müktesebatına kâğıt üzerinde büyük oranda uyum sağlanmış görünüyor. Ancak, uygulamada göremiyoruz. Uygulanmasa da kâğıt üstünde kalsa da gelecekte uygulanma umudu var.”
“DERİN BİR ADALETSİZLİK OLUŞUYOR”
Türkiye’de, çevre konularında açılan davalar hakkında bilgi veren Gökalp, “ÇED kararlarına karşı çok dava açılıyor ama sadece iklim davasını çok fazla göremiyoruz. İdari yargıda iptal davası açabilmek için menfaat ihlali şartı gerekiyor. Herkese dava açma hakkı verilmemiştir. Kişisel menfaat diye bir husus bulunmaktadır. Ama çevre, imar gibi kamu yararını doğrudan ilgilendiren konularında menfaat kavramı daha geniş tutulurdu. Bugün ise sınırları daraltılıyor. Adalet kavramı hukukçular için çok önemli bir kavram ama toplumda adaletin olmadığı düşüncesi hakimdir. Gittikçe de derin bir adaletsizlik oluşmaktadır. En büyük adaletsizlik gelir dağılımındaki adaletsizliktir. Yani gelir adaletsizliği arttıkça açlık artıyor. Sonuç olarak, açlık ve barınma krizi çok önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Burada iklim krizinin de büyük etkisi var. Bütün bunlar bir araya geldiğinde bir insan hakkı sorunu ortaya çıkıyor. Ve devletlerin de insan haklarını gerçekleştirme konusunda Anayasa’dan başlamak üzere pozitif yükümlülükleri var. İdarenin sorumluluğu var. İdarenin sorumluluğunu gerçekleştirme noktasında da yargının çok büyük bir rolü var. Çünkü dava açılması gerekiyor. Zarara uğrayan kişi tarafından bir tazminat sorunu ortaya çıkıyor.” dedi.
“İZMİR’DEKİ OLAYDA DEVLETİN DE SORUMLULUĞU VAR”
İzmir Alsancak’ta 13 Temmuz Cumartesi günü yağmurlu havada sokakta elektrik akımına kapılarak hayatını kaybeden Özge Ceren Deniz ve İnanç Öktemay olayına değinen Gökalp, “Yağmur yağdı ve sokaktaki bir elektrik kaçağı nedeniyle iki insanımız akıma kapılarak hayatını kaybetti. Bu durum; sadece elektrik dağıtım şirketi ya da belediye ile ilgili değildir. Elektrik dağıtım sistemini düzenleyen o firma özel firma olabilir ama devletin sorumluluğu da burada kalkmış değildir. İşte bu noktada aslında idarenin sorumluluğu başlıyor” şeklinde konuştu.
Türkiye’de yargı tarafından en çok tartışılan ve karara bağlanan konulardan birinin idarenin sorumluluğu konusu olduğuna işaret eden Çevre Hukukçusu Prof. Dr. Gökalp açıklamalarını şöyle sürdürdü: “Devlet dediğimiz aygıt çok geniştir ve kamu hizmetlerini yerine getirmek sorumlu olan kamu idaresi her zaman hukuka uygun davranmayabiliyor. İşte hukuka aykırı davrandığında, maddi manevi zarar meydana geldiğinde devletin sorumluluğu vardır. Bu da hukuk devletinin olmazsa olmaz ilkelerinden biridir. Hukuk devletinin en önemli özelliklerinden biri idarenin mali sorumluluğudur. Diğer bir ifade ile yarattığı zarara katlanması, onu telafi etmesi idarenin sorumluluğunu gerektirmektedir. Bu açıdan ben iklim değişikliği, çevre sorunlarında da idarenin çok büyük sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Pek çok kamu kurumunun çevreyle ilgili görevleri var. Bu görevler yerine getirilmeyince de hizmet kusuru oluyor. Hizmet kusuru olunca da zarar ortaya çıkıyorsa bu zararı idare gidermek zorundadır. Bu konuda dünyada da ülkemizde de iklim davaları adı altında yeni davalar açılıyor. Türkiye’de az olmakla birlikte iklim davası açılmıştır. Örneğin, bir sulak alanın kuruması nedeniyle açılan dava var. Bu konularda yargı başvurularını iklim davası, çevre davası diye ayırmak belki yanlış olabilir. ÇED ile ilgili pek çok konu da çevre davasıdır ve iklimle ilgilidir. ÇED kararlarının pek çoğuna, büyük faaliyetlerin pek çoğuna karşı dava açılıyor. Esasen bu davaları iklim davası olarak görebiliriz. Adalet kimi zaman tecelli ediyor kimi zaman da etmiyor.”
“DÜNYADA İKLİM DAVALARI İKİ TÜRLÜ AÇILIYOR”
Dünyada iklim davaları hakkında bilgi veren Prof. Dr. Gökalp, “Dünyada bu davalar iki türlü açılıyor. Hükümetlere karşı doğrudan açılan davalar var. Hükümetlerin yapması gerekenleri yapmaması veya yasama organının aslında bir kanunu çıkarmaması, politika üretememesi, mevzuatı yeterince geliştirememesi nedeniyle dava açılabiliyor. Örneğin 2030 veya 2053 yılına kadar ülkelerin karbon emisyonlarının azaltılması konusunda taahhütleri bulunmaktadır. İşte bu taahhütler yerine getirilmesini sağlamak amacıyla açılan davalar var. İkinci tür iklim davaları ise şirketlere karşı açılan davalardır. Doğrudan o firmalara karşı tazminat davası açılmalıdır. Ama burada şöyle bir sorun var. Kanıtlama sorunu. Yani iklim değişikliğine tek bir ülke, tek bir firma ya da şirket neden olmamıştır. Kimin ne kadar sorumluluğu olduğu hususu illiyet bağı sorunu dediğimiz sorundur ki bu davalarda önemlidir. Pek çok ülkede yargı iklim değişikliğini kabul etmiştir. Ülkenin sorumluluğunu da kabul etmiş olmasına rağmen, bu soruna sadece kendi ülkesinin neden olmadığına karar vermiştir. Türkiye’de henüz iklim konusunda şirketlere karşı açılan bir dava yok. Çevre konusunda var. Birkaç tane tazminat davası çevreye karşı açılmıştır. İdareye karşı açılmıştır. Mesela Ergene Nehri Davaları var. Pek çok firma Ergene Nehrine atıklarını boşaltıyor. Ergene Nehri çok kirli akıyor. 2000’li yılların başında açılmıştır bu davalar. Çok önemli kararların verildiğini görüyoruz bu davalarda. İdare sorumlu tutulmuştur. Mahkeme idareye ‘bu kadar görev almışsın, bu kadar sorumluluğun var, o zaman sen sorumlusun’ kararını verdi. ‘Bunları denetlememişsin, yaptırım uygulamamışsın. Devlet olarak görevini yerine getirmemişsin’ dedi.” şeklinde açıklamalarda bulundu.
İKLİM ADALETİNDE YEREL YÖNETİMLERE NE GÖREVLER DÜŞÜYOR?
Son olarak iklim adaleti meselesinden sorumlu olan taraflar arasında yerel yönetimlerin rolünü konuştuğumuz Gökalp şunları kaydetti: “Yerel yönetimler de iklim adaletini, insan hakları ve tabi ki engelli hakları çerçevesinde sağlama konusunda sorumludurlar. Çünkü şehirlerde yaşayan yurttaşlara hizmet veriyorlar. Aslında belediyelerin görevlerine baktığımızda pek çok görevinin çevreyle ilgili olduğunu görüyoruz. Yani atıkların toplanması ve bertarafından tutun, kullanma suyu ve içme suyunun sağlanması, imar planlaması, yeşil alanların korunması gibi pek çok konuda belediyelerin görevi var. Şehirler aslında yaşam standartları nedeniyle enerji ve doğal kaynakların en hızlı tüketildiği yerlerdir. Dolayısıyla da sera gazlarının atmosferdeki miktarının artmasından da en fazla sorumlu olan yerleşim yerleridir. İklim adaletinin sağlanmasında, iklim krizi ile mücadelede yerel yönetimlerin rolü yadsınamaz. Dünyadaki gidişat da bu şekildedir. Doğal afetler yaşandığında engellilerle ilgili daha çabuk hareket edebilmek için ise hem çevrelerinin hem de kamunun, yerel yönetimlerin farkındalık kazanması gerekiyor. Deprem gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız, deprem ülkesiyiz. Doğal afetlerle karşılaşınca çevremizdeki diğer insanlara nasıl yardımcı olacağımız konusunda bilinçli değiliz. Engelliler, yaşlılar, kadınlar, çocuklar doğal afet zamanında en kırılgan, en çok ölümle veya yaralanmayla karşılaşılan dezavantajlı gruplardır. Bu gruplara yönelik çalışmalar yapılması gerekiyor.”
ENGELLİLER KONFEDERASYONU: İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ ENGELLİLERİ DERİNDEN ETKİLİYOR!
Engelliler Konfederasyonu Yönetim Kurulu Üyesi Abdülmecit Yılmaz, iklim değişikliği ve iklim krizinden engelli yurttaşların ne şekilde etkilendiğine, engelli hakları konusunda Türkiye’nin hangi aşamada olduğuna, üretilen politikalara yönelik açıklamalarda bulundu.
Yılmaz, “İklim değişikliği, iklim krizi ve etkileri biz engellileri de derinden etkileyen ve mağduriyet yaşadığımız durumlardır. Mevsimler değişiyor, mevsimler değiştikçe yaşam kalitesi de değişkenlik gösteriyor. Engellilere yönelik olarak kamu otoritesi tarafından sağlanan hizmetlerde de geriye adımlar atılmaya çalışıldığı bir süreçteyiz. Engellilere tanınan haklar her geçen gün tırpanlanmaya çalışılıyor. Ne yerel yönetimler ne de merkezi hükümet bu noktada gereken özeni göstermiyorlar. Engellilere karşı bakış açısı git gide sanki geriye doğru gidiyor” dedi.
Türkiye’nin 2000’li yılların başında Birleşmiş Milletler (BM) Engelli Hakları Sözleşmesine imza atmasına rağmen sözleşme maddelerinin uygulanmadığını söyleyen Yılmaz şöyle devam etti: “Engelliler bir tek seçim dönemlerinde hatırlanıyor. Her seçim dönemi öncesinde bizler hem konfederasyon hem federasyon olarak bütün siyasi partilerle çeşitli vesilelerle iletişim kurup engelli haklarına ilişkin düzenleme yapmalarını, partilerin aslında yerel yönetimlerde engellilerin hayatlarını kolaylaştırılmalarını sağlamalarına yönelik taleplerimiz oluyor. Yerel seçim öncesinde de oldu. Merkezi düzeyde Engelliler Bakanlığı kurulması, yerel yönetim çerçevesinde de Engelliler Daire Başkanlıkları kurulması talebimiz var. Diyarbakır’da yerel yönetim engellilik politikasıyla ilgili bazı düzenlemeler yapmaya çalıştı. Ancak onların da eksiklikleri var. İstediğimiz düzeyde değil. Çünkü bu alana yeni yeni evrildiler. Her seçim döneminde talepte bulunuyorduk. Taleplerimiz dikkate alınmıyordu. Engelliler Daire Başkanlığını bildiğim kadarıyla, yerelde Mersin’de ve Gaziantep’te var. Şimdi Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nde de bizim taleplerimiz doğrultusunda bu konuda çalışmalar var. Seçim öncesi sözünü verdiler, seçimden sonra da sözlerinin arkasında olduklarını teyit ettiler.”
ENGELLİ YURTTAŞ ORANI 2011’DEN KALMA!
Engelliler Bakanlığı ve yereldeki oluşumlar ile sorunlarla mücadelede daha etkin olunabileceğinin altını çizen Yılmaz, “İklim değişimleri nedeniyle yaşanan doğal afetlerden engelliler birincil düzeyde ve en çok etkilenen insan grupları arasındadır. Ve en büyük mağduriyeti yaşayan gruptur. Siz doğanın kurallarıyla oynarsanız doğa da dersini veriyor. Haliyle hükümetlerin özellikle BM Engelli Hakları Sözleşmesi’ni esas alıp, savaş ve çeşitli afetlerde engellilerin özel olarak korunmalarına ilişkin projeler yürütmeleri gerekiyor. Burada işitme engellilere yönelik bazı hizmetlerin geliştirilmesi, afetler sırasında kendini koruma imkânı bulunmayan engellerin tespit edilerek buna ilişkin özel çalışmaların geliştirilmesi ve en önemlisi de kimin nerede olduğunu bilerek, yani bir engellilik haritası oluşturularak, engel gruplarının ihtiyaçlarına ilişkin, koşullarına ilişkin çoklu seçenekli çözümlerin geliştirilmesi gerekir. Bunlar yapılmadığı sürece bir yol alamayacağız” diye konuştu.
Türkiye’de engelli yurttaş sayısı ile ilgili güncel bir istatistik olmadığından yakınan Yılmaz, “Bu nedenle engelli sayısı hakkında bilgi veremiyoruz. Niye veremiyoruz? Çünkü en son engelliliğe ilişkin 2011 yılında bir nüfus araştırması yapılmıştır. Bu çalışmada ülkemizdeki engellilik oranı 12,29 olarak belirtilmişti. Yani Türkiye ortalamasının 13 milyonun engelli olduğu belirtiliyor. Nüfus ve engelliliğe dair bir nüfus araştırması bir an önce hayata geçirilip, gerçekten Türkiye’de ne kadar engelli yurttaş olduğu net olarak ortaya konmalıdır. Ve buna göre de iklim krizi sonucu oluşan afetler zamanında engellilere karşı idari sorumluluklar yerine getirilmelidir” dedi.
KEDİ OTİZM: ENGELLİLER İKLİM KRİZİNDE EN RİSKLİ GRUP!
KEDİ Otizm Derneği Başkanı Serap Dikmen Ahmetoğlu, iklim değişiklikleri, iklim krizinden etkilenen kırılgan gruplar arasında engellilerin en çok etkilenen gruplar olduğunu belirterek şunları söyledi: “Engelliler bütün politikaların ve olağan hayatın içinde yerine karar verilen ve hatta görmezden gelinen bir topluluk, oysa varlıkları ne dünyada ne de ülkemizde azımsanmayacak ölçüdedir. Örneğin; otizm görülme sıklığı yeni doğanlarda 36’da 1’e kadar ulaştı. İklim değişiklikleri ile birlikte beklenen daha yüksek ortam sıcaklıkları, yüksek hava kirleticileri ve sıcak hava dalgaları, sel, kasırga ve orman yangınları gibi aşırı hava olayları engellilerin sağlık durumlarını ve gündelik yaşamlarını tehdit ediyor. Doğal felaketlerde engellilerin hayatını kaybetmesi riskinin, engelli olmayanlara göre dört kat daha fazla olduğu ortaya kondu.”
“2023 yılının 6 Şubat’ında yaşanan Kahramanmaraş depremleri de gösterdi ki, depremin ardından yaşanan arama-kurtarma, çadır kentlere ya da başka illere yapılan yerleştirmelerde engelli bireylerin özelliklerine göre ihtiyaçları ile ilgili bir planlama çalışması mevcut değil” diyen Dikmen, görmezden gelinen ve kendine yer bulamayan engellilerin haklarının BM Engelli Kişilerin Hakları Sözleşmesi ile de belirlenmiş durumda olduğunun altını çizdi. Dikmen, “Sözleşmenin Risk Durumları ve İnsani Bakımdan Acil Durumlar başlıklı 11.maddesi, taraf devletler silahlı çatışma halleri, acil insani durumlar ve doğal afetler de dahil olmak üzere risk durumlarında engellilerin korunması ve güvenliğinin sağlanması için insancıl hukuk ve uluslararası insan hakları hukuku dahil uluslararası hukuk çerçevesindeki yükümlülüklerini yerine getirmek için gerekli tüm tedbirleri alır, der. Dolayısıyla iklim krizi ile ilgili yapılan ve yapılacak her bir çalışmada engellilerin mutlaka düşünülmesi ve ayrıca karar süreçlerine katılımlarının sağlanması gerekir.” diye konuştu.
“MERKEZİ HÜKÜMET VE BELEDİYELER İÇERMECİ BİR POLİTİKADAN YOKSUN!”
İsveç’in iklime dair yaptığı risk analizi hakkında bilgi veren Serap Dikmen, “İsveç’te kalp sorunları, akciğer hastalıkları, böbrek hastalıkları, diyabet ve zihinsel engellilerin sıcaklık 14 santigrat dereceyi geçtiğinde daha yüksek ölüm riski altında olduğu açıklandı. Sağlık hizmetleri, eğitim, istihdama erişimdeki eksiklikler, yoksulluk gibi mevcut sorunları olan engelliler, iklim değişikliğinden de orantısız şekilde etkilenecektir. Merkezi hükümet gibi yerel yönetimler yani belediyeler de ne yazık ki engellileri karar süreçlerine katan, içermeci bir politikadan yoksundur. Aslında siyasi partilerin ayakları yere basan bir engelli politikaları mevcut değil. Belediyelerde, acıma ve sadaka kültürüne bağlı olarak günü kurtaran, engellilerin edilgen olduğu ve daha çok maddi destek odaklı ‘engelli hizmeti’ anlayışı mevcut.” dedi.
İzmir Büyükşehir Belediyesi Engelsizmir Şube Müdürlüğü ile yaptığımız toplantılarda vurguladıkları hakkında konuşan KEDİ Otizm Başkanı Dikmen son olarak şunları söyledi: “Afet eylem planlarında engelli topluluğunun tüm ayrıntılarıyla birlikte düşünülmesi, afet sonrası çalışmalarda her engel grubunun ihtiyaçlarının önceden belirlenerek karşılanması gerekiyor. Bunu yapabilmek için de her belediye öncelikle kendi alanındaki engellilere ait ayrıştırılmış veriyi oluşturmalıdır. Engelliyi içeren politikalar başka türlü oluşturulamaz. Belediyelerin afet sırası ve sonrasında hizmet sunacak birimlerinde çalışanlarının engellilik konusunda da bilgilenmelerini sağlayacak ciddi bir eğitime sahip olması gerekiyor. Planlama yapmaları, önlem almaları en önemlisi de gereken bütçeyi ayırmaları gerekiyor.”
“İklim Değişikliğine Karşı Önlemler Kâğıt Üstünde Kalmamalı”
Kavruluyoruz: Gezegenimiz İklim Krizi ve Aşırı Sıcakların Pençesinde