Gezegenimiz endişe verici biçimde ısınıyor. Kuraklık, aşırı yağış ve küresel ısınmadan kaynaklı muhtelif olaylar insan yaşamını olumsuz etkilemeye devam ediyor. İçinde bulunduğumuz durumun kritik olduğunu belirtmek gerekiyor. Ancak, basında, siyasal düzlemde ve farklı alanlarda yazılanlar ve yapılanlar bu kritik durumun yeterince önemsenmediğini gösteriyor.
Veriler, bu kritik durumun boyutunu açıklamak için önemli birer kaynak niteliğinde. 2023 yılında, dünyanın küresel yüzey sıcaklığı IPCC (Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli) taban çizgisinin 2,0 °C üzerine çıktı. 2023 yılında, küresel sıcaklık sanayi öncesi dönemin (1850-1900) ortalamasının 1,48 derece, 1991-2020 ortalamasının ise 0,60 derece üzerine çıkmış durumda. Bir başka deyişle, 2023 yılı 1850’den beri kayıtlara geçen en sıcak yıl oldu.
Uzmanlar, küresel ısınmaya bağlı olarak dünyanın ortalama sıcaklığının 2100 yılına kadar 5-6 derece artabileceğine yönelik uyarılarda bulunuyor. Mevcut durumu her ne kadar küresel etkileriyle değerlendirmemiz gerekiyor olsa da durumun Türkiye boyutu da oldukça önemli. Meteoroloji Genel Müdürlüğü (MGM), “Türkiye için İklim Projeksiyonları” başlığıyla Türkiye için çeşitli projeksiyonlar oluşturdu ve Türkiye’yi sıcaklık ve yağış bağlamında gelecekte neler beklediğini açıkladı. Rapora göre, Türkiye’de ortalama sıcaklığın artacağı ve yıllık toplam yağış anomalisinin azalacağını öngörülüyor.
Durumun hem gezegenimiz hem de insan yaşamı açısından kritik olduğunu tekrar belirtmek gerekiyor. Gerekli önlemlerin alınmaması durumunda gezegenimizin bir krize doğru sürüklenme riskiyle karşı karşıya olduğu görülüyor. Peki, ne yapmalı? Nasıl önlemler alınmalı? Konuyu ekoIQ ve İklim Haber Yayın Yönetmeni Dr. Barış Doğru ile konuştuk.
“SICAKLIK ARTIŞI ŞAŞIRTICI DEĞİL, ÖNGÖRÜLÜYORDU”
Dr. Barış Doğru’ya öncelikle son dönemdeki sıcaklık artışını nasıl değerlendirmemiz gerektiğini sorduk. “Aşırı sıcaklar” olarak bilinen sıcaklık artışının yeni ve aynı zamanda şaşırtıcı bir şey olmadığını belirten Doğru, “İklim değişikliği gündemini takip edenler, bunu uzun zamandır dile getiriyordu. IPCC raporları, çeşitli araştırmacıların ve üniversitelerin çalışmaları, bunu iki artı iki gibi matematik bir kesinlikle ortaya koydular. Hem de yıllar öncesinden. Bugün, giderek ısınan bir dünyada yaşıyoruz. Çeşitli çalışmalara göre, dünya atmosferi, sanayi devrimi öncesine göre 1,1-1,5 °C arasında ısınmış durumda. Bunun da temel bir sebebi var. Atmosferdeki sera gazlarının (özellikle de karbondioksit ve metanın) oranının artışı. Sanayi devrimi öncesi atmosferde 280 ppm (milyonda bir parçacık) olan sera gazlarının oranı bugün 420’yi aşmış durumda. Dolayısıyla atmosfere giren güneş ışınları, atmosfer tarafından daha fazla tutuluyor; bu da dünyayı ısıtıyor. İşin garibi, bu yıllardır biliniyor. Bu artışın sebebi de matematiksel bir kesinlikle biliniyor: Fosil yakıtlar, yani kömür, petrol ve doğal gazı, enerji üretmek için yakmamız. Bu kadar net bilgiler ışığında aslında, bu sıcak hava dalgalarına şaşırmamız, daha şaşırtıcı gibi geliyor bana. Tabii bunun arkasında çok kapsamlı bir uygarlık sorunu var. Enerji ve kalkınma politikaları sorunu var. Öte yandan, şehirlerde bu sıcaklık artışını daha kuvvetli hissediyoruz. Ne yazık ki bu da matematiksel kesinlikte bir gerçek çünkü şehirler, ısı adası etkisiyle daha fazla ısınıyor. Bu da kurduğumuz şehirlerin doğal sonucu. Betonlarla kaplı, asfalt gibi ısıyı emen malzemelerin dört bir yanı sardığı, yeşil alanların yok edildiği, doğal hava akımlarının geçişini kapatan şehir mimarisinin doğal bir sonucu. Sonuç olarak sıcaklıklar artacak, sıcak hava dalgaları daha sık ve yoğun görülecek. Bunlar şu andaki gidişat devam ettiği sürece kaçınılmaz” dedi.
“BASİT BİR GERÇEK ANLAŞILAMIYOR”
Doğru’ya, gezegen ve canlı yaşamı için önemli bir tehdit olan bu konunun iktidarın, basının, siyasal partilerin ve toplumsal muhalefetin gündeminde pek de yer almadığını ve durumu nasıl değerlendirdiğini de sorduk: “Bence en kritik ve en anlamlı soru bu. İnsanlık, tüm bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu basit bir gerçeği, bir türlü anlamak ve görmek istemiyor. Bunun nedenlerini anlamak için toplumsal yapıya, siyaset mekanizmasına ve kurumsal siyasete; sivil toplumun gücüne, basının örgütlenmesine, ekonomik kararların veriliş biçimlerine, iletişim araçlarının eşitsiz kullanımına, dezenformasyon ve misinformasyon süreçlerine bakmamız lazım. Yani bu, tüm bir uygarlığın yapısal işleyişinin doğal sonucu aslında. Bütün bunları sorgulamayan bir bakış açısıyla, bu sorunu ele almamız ve çözmemiz mümkün değil. Bazı basit gerçekleri göremememizin, kavrayamamamızın bir nedeni olmalı. Kapitalizm karşıtı hareketler bile, aslında olayı bu kapsayıcılıkla göremiyor. Bu noktada çok daha geniş bir bakış açısına ihtiyaç var ancak bu bakış açısı neredeyse ortada yok ya da çok zayıf.”
“SICAKLIK İSTİKRARI ARTIK YOK”
“Şöyle temel bir altlık üzerinden konuşmaya başlayabiliriz. İnsanlık, uygarlık, temel bir iklim istikrarı üzerinde ortaya çıktı. Yüz binlerce yıldır, daha önce belirttiğim üzere, gezegen atmosferdeki sera gazı oranı belirli bir seviyede sabitti. Yaklaşık 280 ppm diyebiliriz buna. Bu da belirli bir iklim istikrarı anlamına geliyordu. Ortalama 14 derece bir sıcaklıktan bahsediyoruz. Bu dünyanın çeşitli yerlerindeki, çeşitli mevsimlerdeki, gün ve gecenin ortalamasıdır yanlış anlaşılmasın. Bu ortalama sıcaklık, insan uygarlığının ortaya çıkışı için ideal bir ortam yarattı. İklimler, yağış rejimleri, yağış biçimleri, hepsinin bir devam eden, düzenli bir yapısı vardı. Cemreler, halk inançlarındaki fırtına tarihleri vb. hepsi bu istikrarın, deneyime dayalı kadim bilgileridir. Buna göre, ekilir, biçilir, hasat edilir, sulama yapılır, yaylaya çıkılır, ava gidilir, ürünler kurutulur. Ancak bu istikrar artık yok. O yüzden iklim değişikliğinin farkına varan ilk toplumsal kesimler köylüler oldu çünkü onlar şehirlilerin aksine doğaya bağımlıdır. Bugün hepimizin farkında, kişisel deneyimleriyle farkına vardığı, bilimsel gerçeklerin büyük bir kesinlikle ortaya koyduğu üzere, artık o dünyada yaşamıyoruz. Ve önümüzdeki süreçte de yaşamayacağız. Bunun farkına varan akıllı insan ne yapar? Bunun nedenlerini anlamaya, bu gidişatı durdurmaya veya yavaşlatmaya ve tabii buna uyum sağlamaya çalışır. Bu da aslında tüm bir hayat biçimini değiştirmek anlamına gelir.”
“ORTAK BİR AKIL VE İRADE YOK”
“Ancak ne yazık ki ortada böyle akıllı bir insanlık yok gibi. Toplumların en akıllıları, eleştirel kesimleri bile, bu konuda bir şeyler söylemiyorsa, harekete, eyleme geçmiyorsa, ortada bir kolektif akıl yok demektir büyük oranda. Ne yazık ki bu iş bir avuç insanın ve iklim krizinin sonuçlarını uzun yıllar boyunca çekecek olan bir avuç gencin sırtına kalmış görünüyor. Bu muazzam sorunla baş edebilmek için temel varsayımlarımızı tekrar gözden geçirmek; siyaset yapıyorsak, durumu tam anlamıyla kavramak ve ona uygun söylem ve politikalar geliştirmek gerekiyor. Söylemek istediğim, durmadan küresel ısınma var demek değil, yanlış anlaşılmasın. Tüm sosyal politikaları geliştirirken bu değişimin farkında olmak ve ona uygun araç, yöntem ve temel siyasetler kurmak. Aslında Avrupa Birliği (AB) ve ABD için, artık bu sorun temel siyasetin ve onun temel aracı olan seçimlerin bir parçası haline gelmiş durumda. Ancak bu sorunu, yoksulluk, açlık, şehircilik, eşitsizlik, toplumsal cinsiyet, tarım politikaları, beslenme sorunları gibi diğer sorunlarla birlikte bütünlüklü bir biçimde ele alan toplumsal ve siyasal hareketler ya yok ya da çok zayıf. Asıl sorunumuz da burada yatıyor. Çünkü bu sorun baş edilemez bir sorun değil aslında. Elimizde tüm bilgiler, araçlar ve teknolojiler mevcut… Ama ortada ortak bir irade ve akıl yok.”
“ÇÖZÜME YÖNELİK ASIL SORUMLULUK KAMU KURUMLARINDA”
Doğru’ya ayrıca, söz konusu iklim krizi ve sıcak hava dalgaları olduğunda çözüm bağlamında genellikle ulusal ve uluslararası şirketlerin reklam kampanyaları yürüttüğünü gördüğümüzü, oysaki endüstriyel üretim ve kâr mekanizması iklim krizi bağlamında önemli bir tehdit oluşturduğunu belirterek şirketlerin bu bağlamda çözüm adresi olup olamayacağını sorduk. Şirketlerin bu konuda oldukça aktif olduğunu belirten Doğru, “Ama onlara kızmak, ya da sadece onlara kızmak ne kadar mantıklı bilmiyorum. Bu konuda yeşil badana yapan çok sayıda şirket var ama sorunu gerçekten kavrayan ve bu konuda, zarar etmeden bir şeyler yapmanın yollarını arayanlar da mevcut. Yani krizi fırsata çevirenler, onların deyişiyle. Ancak bu çok kızılacak bir şey değil. Amaçları kâr elde etmek olan yapılar bunlar nihayetinde ama daha az çevresel etkiye, daha az emisyona neden olan ürünler, süreçler geliştirmeleri sonuç olarak iyi bir şey. Bu, aynı zamanda onlar için ucuz enerji, daha az enerji kullanımı, dolayısıyla daha az ve güvenli bir enerji tedariği anlamına geliyor. Bu yeni dünyada bu tür şirketlerin daha sağlam bir şekilde ayakta kalmasını sağlayacak yollardan biri. Ve bazı kurumsal şirketler gayet akıllı ve uzun vadeli bakabiliyorlar süreçlere. Elbette çözümün tek adresi onlar değil. Kamu yönetimlerinin işaretleri, yönlendirmeleri, teşvik ve yaptırımları olmadan iklim krizine tek başlarına kapsamlı çözümler geliştirmeleri çok zor. Ama devletlerin enerji politikalarını onlar belirleyemez. Ya da kalkınma stratejilerini. Ve bunlar, iklim krizi bağlamanda belirleyici noktalar. Daha iyi anlatabilmek için Türkiye örneğine bir bakalım. Şirketler mi diyor devlete, kömürden elektrik üretmeye devam edin. Bunun için, ‘İkizköy’deki Akbelen ormanını kesip kalitesiz linyit kömürü çıkartın’ diye. Bu devletin, anlamsız ve akılsız enerji politikası. Tabii buna teşne şirketler var. Akbelen’deki gibi. Ama devlet izin vermese böyle aptalca bir girişim, yatırım yapılabilir mi? Ya da Türkiye’nin çok ama çok zengin olduğu yenilebilir enerji kaynaklarına yeterince yatırım yapılmamasının ardında biraz da devlet yok mu? Ya da yeşil alanları mahveden yol, konut, kısaca beton ekonomisine dayalı bir kalkınmayı şerikteler mi dayatıyor devlete? Devleti yöneten kadronun gözünün, doğayı sömürmeye dayalı rant ve beton ekonomisinden başka bir şey görmemesinin suçu şirketlerin mi? Bu konudaki politikalarıyla iş birliği yapan ve oradan rant elde edenleri hariç tutarsak, şirketlerin bu konuda özel bir sorumluluğu olduğunu düşünmüyorum” dedi.
“YENİ POLİTİKALARA VE SÖYLEMLERE İHTİYACIMIZ VAR”
Doğru’ya son olarak, ülkemizde ve dünyada çözüm bağlamında neler yapılabileceğini ve nasıl bir yol hattı çizilmesi gerektiğini sorduk. Doğru, şunları söyledi: “Zurnanın zırt dediği yere geldik. Biz ne yapıyoruz peki? Ne yapabiliriz? Şirketlere kızmaktan başka. Kolay değil ama yapılacak çok şey var aslında. Ve bunların başında da kafamızı kuma gömmemek geliyor. Sığ bir entelektüel paradigmanın dışında bir yer oluşturabiliyor muyuz? Bu konuda siyaset, bilgi, fikir ve söylem üretebiliyor muyuz? Bunları yaygınlaştırabiliyor muyuz? Muhalefet içinde bu fikirlerin gelişip serpilmesini sağlayabiliyor muyuz? Bu sorulara kolayca evet demek zor. Muhalefet iktidara gelse, bu anti-sürdürülebilir kalkınma politikalarının hızlıca dışına çakabilir miyiz? Bunun için yeni enerji, kalkınma, tarım politikalarımız var mı? Bunlara da kolayca evet demek zor bence İnsan refahı, eşitliği, fırsat eşitliği, kamu sağlığı, istihdam gibi temel siyaset alanlarında, iklim krizi çağına uygun yeni politikalara, söylemlere ihtiyacımız var. Bunun için de ilk önce öğrenmeye ama gerçekten öğrenmeye ihtiyacımız var. Bu konuda, toplumun aydın kesimlerinin müthiş bir entelektüel pasiflik ve deyim yerindeyse cahillik içinde olduğunu düşünüyorum ne yazık ki. Güneş enerjisinin zararlarını anlatan politik insanlar görüyorum. İklim değişikliğinin olmadığını, bunun ABD ve şirketlerin oyunu olduğunu söyleyen kanaat önderleri gördüm. Bence güçlü bir silkinmeye ihtiyacımız var. Yeniden öğrenmeye, bildiklerimizi yenilemeye, yeni kalkınma politikalarını tartışmaya ihtiyacımız var. Eski bildiklerimizle bu yeni gerçekleri buluşturmaya, yeni çözümlemeler, kısa, orta ve uzun vadeli politikalar geliştirmeye ihtiyacımız var. Ve bir yandan da bunları gündelik hayatta uygulamaya. Kendi atıklarını ayrıştırmayan, sadeliği bir yaşam biçimi haline getirmeyen; bildiklerini, öğrendiklerini başkalarıyla paylaşmayan; toplu taşıma ya da bisikleti hayatının bir yerlerine yerleştirmeyen; atık yağlarını hala lavaboya döken insanların toplumsal bir inandırıcılığı olabilir mi? Bunların gerçekleşmesi için devrimi ya da en azından iktidar değişimini bekleyen insanlarla bu iş zor. Biraz rahatımızı bozmamız gerekiyor. En çok da entelektüel rahatımızı… Yeni bir dünya karşı karşıyayız. Bunu ne kadar çabuk anlarsak ve kendimizi ona uygun bilgilerle donatır ve harekete geçersek hem bizim hem de insanlık için o kadar iyi olacak. Sıcaklıklar, bugünkü sıcaklıklar politiktir, unutmayalım…”