“Asrî demokraside, ferdi hürriyetler, hususi bir kıymet ve ehemmiyet almıştır; artık ferdi hürriyetlere devletin ve hiç kimsenin müdahalesi mevzubahis değildi. Mevzubahis olan hürriyet içtimaî ve medeni insan hürriyetidir. Bu sebeple, ferdi hürriyeti düşünürken, her ferdin ve nihayet bütün milletin müşterek menfaati ve devlet mevcudiyeti göz önünde bulundurulmak lâzımdır. Ferdi hürriyeti tahdit, devletin adeta esası ve vazifesidir. Çünkü, devlet ferdi hürriyeti temin eden bir teşkilat olmakla beraber, aynı zamanda, bütün hususi faaliyetleri, umumi ve milli maksatlar için birleştirmekle mükelleftir.”
Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Prof. Dr. Afet İnan, 1968
Cumhuriyetin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu’yu işgalcilerden atmak için üzerinde epeydir çalıştığı gizli harekâtı düzenlenmeseydi, Türk ordusu Kurtuluş Savaşı sırasında işgalci güçlere son ve kesin darbeyi vurmasaydı, kuşkusuz yukarıdaki hürriyet tanımı yapılamayacaktı.
Fikir Gazetesi, tarihin akışını değiştirdiği farklı kesimlerce kabul görmüş, 20. yüzyılın en etkili siyasi ve askeri liderlerinden Mustafa Kemal’in hürriyete dair sözlerinden yola çıkıp 30 Ağustos’a uzanan yolu konu alıyor.
Mesele üzerine yıllarca kafa yormuş, çok sayıda eser kaleme almış tarihçiler, siyaset bilimciler, akademisyenler ve araştırmacıların kitaplarından dikkat çekici pasajlarla 30 Ağustos’u, ülke tarihi için önemini Türkiye ve dünyadan farklı perspektif ve görüşlerin kaleminden okuyucularına aktarıyor.
Metin analizi bir kenara bırakılacak olursa, bir nevi karşılaştırmalı okuma gibi hazırlanan bu derlemede, yedi farklı kitapta 30 Ağustos öncesi ve o güne ulaşılan yola dair çarpıcı alıntılar okuyacaksınız. Tevfik Çavdar, Sina Akşin, Feroz Ahmad, Murat Şiviloğlu, Bernard Lewis, Benoit Mechin, Vamık D. Volkan&Norman Itzkowitz’in ulusal bağımsızlığa yönelik bakış açılarının içinde sadece alışılagelmiş kahramanlık hikayeleri yok. Hasta adama yönelik muamele de var, Büyük Millet Meclisi’nde dönen sert tartışmalar da… Tepedeki üç büyük komutanın bir futbol müsabakasında buluşup askeri plan yapması da Mustafa Kemal’in rakıyla ilişkisi de veya Yunan siyaseti içindeki çekişmenin orduya yansıttığı yılgınlık hali de…
Zaferin 102. yıl dönümünde 8 farklı yazarın kitaplarından öne çıkan pasajlara geçmeden önce birkaç söz.
Malum, 30 Ağustos 1922’de sona eren Dumlupınar Meydan Muharebesi Anadolu’daki Yunan ordusu işgalinin sonunu getiren belirleyici bir dönüm noktasıydı. Askeri uzmanlara göre Türk ordusunun etkili manevraları ve stratejisi belirleyiciydi. Bu durum Yunan kuvvetlerinin Dumlupınar’da kuşatılıp mağlup edilmesiyle sonuçlandı. O dönemin İngiliz basını Yunan ordusunun geri çekilmesini kaotik olarak tasvir ediyordu. Zafer, Yunan hükümeti için büyük bir darbe ve İngilizler için diplomatik bir zorluk olarak görüldü. Bölgedeki güç dengesi değişti, Türkiye Cumhuriyeti olacak topraklardan tüm yabancı güçlerin nihai çekilmesini beraberinde getirdi.
Peki öncesinde neler yaşandı?
Yanıtlar aşağıda saklı.
“Ülkelerin Tarihleri, Ulusal Kimlikler Nasıl Oluşturuldu?” kitabından…
Avrupa’da insanlar “Türkler fethedebilir, fakat yönetemez” diyordu. Soylarının tükenmesi olasılığı hakkında bile dedikodular vardı, bu durum halkı “antik Yunanlılar ve Romalılarda olduğu gibi, sayıca çok olan kudretli bir halkın soyunun tükenmesi temaşasına” davet eden dilbilimci Hyde Clarke (1815-95) gibi bilimsel bakışlı kişilerce tarihsel bir fırsat olarak görülüyordu. Türk halkının hikâyesi, ulusun Rab’bin öcünün celladı olmaktan “Avrupa’nın hasta adamı”, “sık karşılaşılan vakarsız koşullarda itibarını muhafaza etmeye çalışan gururlu imparatorluk” olmaya ani geçişinde yatıyordu. 19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun en uzun yüzyılı oldu. Siyasi alandaki çöküş ve savaş meydanındaki mahcubiyetler, sultanların iyi korunan etki alanlarında kalıcı izler bıraktı. Çarpıcı biçimde değişen tek şey imparatorluğun fiziksel haritası değildi; mali ve siyasi gerileme sonucunda halkın zihinsel haritası da çarpıcı ölçüde değişmişti. Her kademeden Osmanlı, yüzyıllar boyunca emperyal projelerinin yenilmezliğine inanmıştır. Cervantes’e göre “Türklerin yenilmez olduğu yanılgısı”nı su yüzüne çıkaran 1571 İnebahtı Savaşı gibi kazalara rağmen, genel olarak “keskin Türk kibri” olarak görülen şey 19. yüzyılın başlarında daha epey geçerliliğini “koruyacaktı”. Fakat birkaç on yıl içinde Osmanlı kibrine dair tüm imalar ortadan kalktı.
Murat Şiviloğlu
“Bir Kimlik Peşinde Türkiye” kitabından…
1920 ilkbaharı Türk milliyetçileri için en tehlikeli dönemin başlangıcına işaret eder. Bu dönemde Saray’la ve yabancı güçlerle bir ölüm kalım mücadelesini giriştiler. Yunan güçleri Batı Anadolu’yu 1919’da işgal etmişti, temmuz ve ağustos aylarında Bursa ve Edirne’yi işgal ederek ilerlemeye devam ettiler. Ertesi yıl, padişah, 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması’nı imzalayarak Anadolu’nun önemli bir kısmını Yunanistan’a Ermenilere bıraktığı gibi Milletler Cemiyeti tarafından Fransız mandasına verilen Suriye’ye de toprak verecekti. İstanbul bile Boğazları yönetecek bir uluslararası komisyona bırakılıyordu.
Feroz Ahmad
“Kısa 20. Yüzyıl Tarihi” kitabından…
Yunanistan ve Ermenistan gerekli hazırlıkları bütünledikten sonra rahatça çullanıp ortadan kaldırabilecekleri ‘gölge devlet’, ‘kurbanlık koyun’ konumunda bir Osmanlı Devleti çıkacaktı ortaya. Sevr, bütün Türklerde bir şok etkisi yarattı. Öbür İttifak devletlerine çok ağır antlaşmalar dayatılmıştı. Ama bu antlaşma çok ağır olmanın ötesinde, yok ediyordu. Vahdettinci basın bile bunun imzalanamayacağını söylüyordu. Bunun üzerine İtilaf, Türkleri hizaya getirmek için Yunan ordusunu harekete geçirdi (22 Haziran 1920). Görece küçük bir bölgede bulunan Yunanlılar, kısa sürede Balıkesir ve Bandırma’yı ele geçirdiler, 8 Temmuz’da Bursa’ya girdiler. Aynı biçimde Doğu Trakya’ya saldıran Yunanistan, 25 Temmuz’da Edirne’yi aldı. Osmanlıların ilk iki başkenti düşman elindeydi. Padişah pes etti, Sevr’i imzalamaya razı oldu ve imzaladı (10 Ağustos 1920). İstanbul hükümeti imzalamaya karar verdiği sırada Avam Kamarası’nda İngiltere Başbakanı Lloyd George “Turkey is no more” (Türkiye artık yok) diye müjdeliyordu. Yunanlıların kolay zaferi, Kuva-yı Milliye’nin darmadağın olması Mustafa Kemal için bir önderlik bunalımı yarattı. Çerkes Ethem ona diklenirken Meclis 2. Başkanı Celalettin Arif ve Hüseyin Avni Erzurum’da kurtarılmış bölge kurmak girişiminde bulunuyordu. Bence büyük olasılıkla bunlar, “Mustafa Kemal bu işi başaramadı, başımıza Enver geçsin” diye düşünüyorlardı. Çünkü Enver Bolşevik önderleri Zinovyev ve Radek’le ağustos ortasında Moskova’dan Bakü’ye gelmiş, orada toplanan Doğu Milletleri Kurultayı’nda (1-9 Eylül 1920) büyük coşkuyla karşılanmıştı.
Sina Akşin
“Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, 1839-1950” kitabından…
Yunan taarruzu geliştikçe Ankara’da belirli bir telaş da başladı. TBMM’deki paşalar (Örneğin Yusuf İzzet Paşa) cepheye gitme girişiminde bulundular. Bazı hükümet kuruluşlarının Kayseri’ye gönderilmesi bile gündeme getirildi. Bu arada cephede bulunan Mustafa Kemal Paşa, Sakarya’nın doğusuna çekilip düşmanı ikmal üslerinden uzak düşürerek, Anadolu içlerinde yenmek düşüncesini kumandanlara anlattı. Cepheden dönen Fevzi Paşa Meclis’te yaptığı konuşmada durumun ciddiyetini anlatarak, ordunun uygun mevzilere çekildiğini, savaşın gerekirse daha geri cephelerde sürdürüleceğini söyleyerek, hükümet dairelerinin Kayseri’ye nakledilmesi konusunda hükümetin karar aldığını açıkladı. Fevzi Paşa’nın bu konuşması TBMM üyeleri arasında büyük bir tepkinin doğmasına neden oldu. Dersim milletvekili Diyap Ağa kürsüye çıkarak: “Efendiler, biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa kavga ederek ölmeye mi?” deyince, bütün milletvekilleri alkışlarla onu desteklediler. Bu kere milletvekilleri kumandanları suçlamaya başladı.
Fevzi Paşa kürsüye gelerek ordunun yönetilmesinden kendisinin sorumlu olduğunu, dolayısıyla her türlü cezaya razı olduğunu söyledi. Bu konuşma Meclis’teki havayı değiştirdi.
Görüşmelerden sonra şu konularda düşün birliğine varıldı:
– Bir meclis heyetinin cepheye gönderilerek durumun incelenmesi
– Ankara’nın savaşsız teslim edilmemesi için hemen savunma siperlerinin hazırlanması,
– Savaş sırasında bile Meclis’in görevine devam etmesi,
– Gerektiğinde mebusların da askerlerle yan yana savaşa katılması
Mustafa Kemal Paşa’nın ordunun başına geçmesi düşüncesi bu sıralarda ortaya atıldı. Milletvekillerinin bir kısmı yenilginin kaçınılmaz olduğuna inandıkları, dolayısıyla sorumluluğu Paşa’ya atmak istedikleri için, diğer bir kısmı da Mustafa Kemal Paşa’nın askeri dehasına inandıkları için ordunun başına geçmesinde ısrarlıydılar. Meclis heyeti cepheden dönünce durumu tüm açıklığı ile Meclis’e sundu ve bir kanun teklifi hazırladı. Bu teklife göre Anadolu yedi bölgeye ayrılıyor ve her bölgeye Meclis tarafindan seçilen birer genel müfettiş gönderiliyordu. Bu öneri gizli oturumda görüşülürken Mustafa Kemal Paşa’nın ordunun başına geçmesi konusu yeniden gündeme geldi. Paşa oturumda bir konuşma yaparak şu önergeyi Meclis Başkanlığına verdi:
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına;
Meclisin değerli üyelerinin genel olarak beliren isteği üzerine Başkumandanlığı kabul ediyorum. Bu görevi, şahsen üzerime almaktan doğacak faydaları mümkün olan çabuklukla elde edebilmek, ordunun maddi ve manevi gücünü büyük bir hızla artırmak, ikmal ve yönetimini bir kat daha takviye etmek için Türkiye Büyük Millet Meclisinin yetkilerini üzerime alıyorum. Ömrüm boyunca milli egemenliğin en sadık bir hizmetkârı olduğumu milletime bir kere daha göstermek için, bu yetkinin üç ay gibi kısa bir süre ile sınırlandırılmasını ayrıca rica ederim.
Muhalif milletvekilleri eleştirilerini iki nokta üzerinde yoğunlaştırdılar. Bunlar: Başkumandanlık deyimi kullanılmamalı çünkü padişah başkumandandır. Bu durumda “Başkumandan vekili” sıfatını kullanmanın daha yerinde olacağı; TBMM varken ve yaşamını sürdürürken tüm yetkilerini kendi üyelerinden birine devretmesi doğru değildir. Böylece diktatörlük yaratılacaktır. Bu eleştirilere Mustafa Kemal Paşa cevap verdi, özellikle yetki devri sorunu üzerinde durdu, acil durumlarda hızlı karar vermenin ve uygulamanın gerekli olduğu için yetki istediğini belirtti.”
Tevfik Çavdar
“Bir Kimlik Peşinde Türkiye” kitabından…
Milliyetçiler Türk-Müslüman devletinin hayatta kalmasının tehlikede olduğuna inandılar. Bu tehdit, Yunan ordusunun haziranda yeni bir saldırı başlatarak Kütahya ile Eskişehir’i aldığı ve Ankara’nın ulaşım hatlarını tehdit ettiği 1921 yılına da yansıdı. Ağustos ayında askeri durum o kadar ciddileşti ki BMM, başkomutan olarak Mustafa Kemal Paşa’ya askerî konularda otoritesini kullanması için yetki verdi. 13 Eylül 1921’de Sakarya Savaşı’nda elde edilen başarı milliyetçi hareket içindeki rakiplerine karşı Kemal Paşa’nın elini güçlendirdi. Bu konuda doğru fikirler yürüten akademisyenlere göre, Mustafa Kemal’in yenilmesi durumunda yönetim rakiplerinden biri olan ve mükemmellik seviyesinde bir askerî kimliği bulunan Kâzım Karabekir Paşa’ya geçecekti.
Feroz Ahmad
“Modern Türkiye’nin Doğuşu” kitabından…
Yunanlılara karşı yürütülen mücadelenin gelişimi Ankara rejimini milli davayla özdeş hale getirdi ve Ankara’yı desteklemek yerine ona karşı hareket etmek, Türkler nazarında bir çeşit ihanet ve dinsizlik olarak görülür oldu. Türk-Yunan savaşı, kabaca 1920, 1921 ve 1922 taarruzlarına karşılık gelen üç ayrı devreye ayrılır. İlkinde Yunanlılarla aralarında sayıca ve malzemece umutsuz bir orantısızlık olan Türkler kötü bir yenilgi aldılar. Yunan birlikleri hem Anadolu hem de Rumeli’de ilerlemeye başladı. 1921’deki ikinci Yunan savaşında işgalciler birçok önemli kazanımlar elde ederek iyi bir başlangıç yaptılar. Ancak Türkler toparlanmayı başardılar. 10 Ocak’ta Albay İsmet komutasındaki Türk birlikleri İnönü yakınlarında bir vadide Yunanlıları durdurdu. İkinci ve daha önemli olan muharebe ise 31 Mart- 1 Nisan’da gerçekleşti ve tuğgeneralliğe yükselen İsmet, işgalci güçleri tekrar geri püskürtü. Mustafa Kemal’in mesai arkadaşı ve halefi olan İsmet İnönü, bu muhabereden dolayı daha sonra İnönü soyadını aldı. Temmuz’da Yunanlılar yeniden ilerlemeye geçtiler ve Türklerle Sakarya ırmağında karşı karşıya gelene kadar devam ettiler. 24 Ağustos’ta büyük bir çarpışma olacaktı.
Bernard Lewis
“Kurt ve Pars” kitabından…
Mustafa Kemal, bütün varlığıyla, kesin zaferi sağlamaya çalışıyordu. Düşmana karşı tam hazırlıklı bulunmazsa, gösteriş ne işe yarardı? İşte Sakarya muharebesinde, Türkiye’nin kaderi bir pamuk ipliğine bağlı kalmıştı. Yunanlılar, 24 saat daha dayanmış olsalardı cephe çökecekti. Evet, bir zafer kazanılmıştı ama, bu kesin bir zafer değildi; Yunan ordusu hala mevcuttu. Türk ordusu ise pek acıklı bir halde idi: bu son harp onu harap etmişti. Onu baştan aşağı düzenlemek, kadrolarını yeniden eğitmek ve askerin eksiklerini giderip yeni silahlarla donatmak gerekiyordu. Bunun için de haftalara, hatta aylara ihtiyaç vardı. Mustafa Kemal, bir dakika kaybetmeden Fevzi Paşa ve İsmet Bey’in yardımlarıyla yerden bitercesine bir ordu yarattı. Bu, öyle yorucu bir işti ki; Mustafa Kemal: “Bize tüfek, top ve cephane lâzım! Bunları ne kadar elde etsek, yine de, daha çok tüfeğe, daha çok top ve cephaneye ihtiyacımız olacak!” diyordu. Bütün depolar, kenar köşe karıştırıldı. İşe yarayacak ne bulundu ise ıslâh edildi. Nereden mümkünse, Rusya’dan, Bulgaristan’dan, İtalya’dan, Amerika’dan silâh ve cephane satın alındı. Ondan sonra da askere, yeni ve daha çok askere ihtiyaç göründü. Bütün 1921 kışı ve 1922 ilkbaharı, günde 18, hatta 20 saat çalışılarak bu hazırlığa harcandı. Türk milleti de yardımını esirgemedi. Önceki fedakârlıklarından daha fazlasını yaptı. Eli silâh tutabilenler, bir sanat sahibi olanlar ordu emrine girdi. Her ev elinden geldiği kadar çamaşır ve bez gönderdi. Mağaza sahipleri, asker elbisesi için kumaş, ayakkabı için deri yolladı. Kısacası bu yeni ordu, nihaî zafer için elbirliği ile hazırlandı. Bu hazırlık memleketi sarstı.
İlkbahardan itibaren, azalan birliklerin yerini kapamak için, yeni teşkil etmiş birlikler geliyor, birbirinin yanına yerleşiyordu. Herkesin gayreti o derece büyük oldu ki 1922 yazı başlarında, yeni bir ordu harbe girmeye hazır bulunuyordu. Tarafsız bir gözlemci o günlerde, Yunan ordusu mevzilerini gezmiş olsaydı, Yunan kurmay heyetinde göreceği şey Türklerin arı gibi çalışmalarına tam tezat halinde bir uyuşukluk olurdu. General Haci Anesti ordusunun 1921-1922 kışını uyuşuk bir şekilde geçirmesi, ona uğurlu gelmedi. Eskişehir önünde işgal ettikleri yerleri o kadar mükemmel tahkim etmişlerdi ki, gören askerî uzmanlar, bunların zapt edilemeyecek hâlde bulunduklarını söylüyorlardı. Fakat hepsi bu kadardı. Yunan generalleri, Türk istihbaratı hakkında, hiçbir bilgiye sahip değildiler ve böyle iken haber elde etmeye de pek özen göstermiyorlardı. Çünkü Türklerin karşı saldırıya geçmesini imkânsız görüyorlardı.
Londra’da siyasî görüşmeler devam ediyor ve Yunan hükûmeti, artık silâha başvurmadan, istedikleri şartlara uygun anlaşmaya kavuşacağına inanıyordu. Sonra da evvelce iyi bir asker olan General Haci Anesti; bu defa, garip bir evhama kapılmıştı; kendisini bazan ölmüş zannediyor, bazen de ha kırıldı kırılacak diye korktuğu bir cam olarak düşünüyordu. Bundan dolayı kıpırdamak bile istemiyordu. Beyin hastalığından rahatsız olduğu anlaşılarak Atina’ya çağırıldı ve yerine 1922 ağustosu sonunda, orduyu da harp sahasını da bilmeyen General Trikopis tayin edildi. Yunan generalleri, ya birbirini çekiştirmekle veya İzmir gazinolarında bütün günlerini bilardo oynamakla geçirirken, Yunan diplomatları da onlardan geri kalmıyorlardı. Partilerin kavgaları son haddini bulmuştu. Mutlakiyetçilerle cumhuriyetçiler, Venizelos taraftarları ile Konstantin taraftarları iktidar davasında mücadele ediyorlar, harp meselesine ayıracak vakit bulamıyorlardı. Torpille tayin edilen karargâh ve levazım amirleri, birçok kere değiştirilmişlerdi. Her yeni tayin ve terfi, eskisine rahmet okutuyordu. Yunan zabitleri, İzmir’e şarap ticareti yapmaya ve ceplerini çabucak doldurmaya geliyorlardı. Levazım teşkilatı ise, hırsızlık ve uyumsuzlukta birbirleriyle yarış ederek, har vurup harman savuruyorlardı. Siperlerdeki Yunan askeri, bazen haftalarca, aylarca çamaşır, hatta erzak ve cephane alamıyorlardı. Orduda, harbe karşı olan bütün ilgi ve istek sönmüştü. Kendilerini iç çekişmelerine o kadar kaptırmışlardı ki savaşın sonunu umursamaz görünüyorlardı.
Benoit Mechin
“Ölümsüz Atatürk” kitabından…
Geri ve o güne kadar göz ardı edilmiş sıradan bir Anadolu şehri olan Ankara, hızla değişiyordu. Mustafa Kemal, Çankaya’daki evini göz alıcı Türk halılarıyla, oymalı mermer masalarla, Kütahya çinileriyle ve diğer zarif ev eşyalarıyla donatmıştı. O sıralar Mustafa Kemal her gece alkol almaya başlamıştı. İçki onu rahatlatıyor, sosyal ilişkilerini kolaylaştırıyordu. Rakıyı bir kâse kavrulmuş leblebi eşliğinde yudum yudum içer, insanları neşeli bir ortamda saatlerce söyleşmeye yönelten geleneksel içki masası ritüeline uyardı. Arkadaşlarıyla birlikte içerken kasedeki leblebi tanelerini sağ elinin iki parmağı ve başparmağı arasına sıkıştırarak alırdı; kimi zaman taneyi havaya atıp ağzıyla yakalardı. Şerefe kadeh kaldırırken en sık söylediği şey, İngilizlerden duyup benimsediği, kulağında hoş, batılı bir tını bırakan “çin, çin” sözcüğüydü. Yemek masasında arkadaşlarıyla yaptığı bu içkili sohbetlerde rahatlar, hatta çocuksu bir havaya bürünür ve nostaljik bir ruh haliyle Makedonya’daki gençlik günlerinden söz ederdi.
Diplomasi, partiler, eğlence ve içkili sohbetler, Mustafa Kemal’in zihinsel kaygı ve uğraşısının yüzeyindeki olgulardı. Bu uçarı ve eğlence düşkünü dış görünümün ardında, kendisini Yunanlılara karşı girişilecek nihai saldırının hazırlıklarına vermiş bir komutan saklıydı. Nihai savaşın fiilen yaşanacağını kestirdiği zaman yaklaştıkça, Mustafa Kemal’in dikkati Ankara’nın 250 kilometre kadar batısındaki Afyon şehri üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Türkçe’de haşhaş anlamına gelen Afyon, Türkiye’nin haşhaş ekimi yapılan bölgesinin ortasında yer alan bir şehirdi. 1922 yılı yazında Afyon, Yunanlıların elindeydi ve İzmir’le arasında doğrudan demiryolu bağlantısı vardı.
Yunanlılar, şehirde, İngiliz mühendislerin zapt edilemez olarak nitelendirdikleri çok güçlü bir savunma hattı oluşturmuşlardı. Afyon’a saldırma düşüncesizliğini göstermeleri, Türklerin kendi iplerini kendi elleriyle çekmesi anlamına gelecekti. Afyon’un güneyinde Türkiye’nin Göller Yöresi yer alır. Bunlardan biri olan Akşehir Gölü, şehrin 100 kilometre kadar güneydoğusundadır. İsmet Bey’in komutasındaki birlikler, ordugahlarını ismini bu gölden alan Akşehir kasabasında kurmuşlardı. 1922 yılı temmuz ayının son haftası, Türk genelkurmayı burada gizli bir toplantı yaptı; askeri liderler dikkat çekmemesi için, Akşehir’e kamuoyunda olabildiğince popüler kılınması için özel çaba harcanmış bir futbol karşılaşmasını izleme gerekçesiyle geldiler (Atatürk.1927, s.564). İsmet, İsmet’le buluşmaya gelen Gazi Mustafa Kemal, bir başka yoldan kasabaya ulaşmış olan Fevzi, sonraları Sakarya’daki zaferin yaratıcısı olan bu üçlünün yanında sivrilecek diğer komutanlar, seyirciler arasında yerlerini almışlardı. Bu üst düzey komutanlar, futbol karşılaşmasının sona ermesinden sonra, gecenin ilerleyen saatlerinde bir kulübede bir araya geldiler. Saldırı planını incelemek üzere masadaki haritanın başında toplandılar. Büyük saldırı planı, hemen bütün Türk ordusunun katılacağı beklenmedik bir taarruzu öngörüyordu. Bazıları, ordunun tamamını riske attığı için plana karşı çıktılar.
Temkinliliğiyle bilinen İsmet Bey, Türklerin tek ve yekpare bir saldırıyla zafere erişebileceğine kuşkuyla bakıyor, Yunanlıları tedrici olarak yıpratmanın daha uygun olacağını düşünüyordu. Planında ısrarcı Gazi planını onaylattırdı, ardından Ankara’ya dönerek vekiller heyetini yaptığı saldırı planı konusunda bilgilendirdi. Mustafa Kemal o günlerde Büyük Millet Meclisi’nde kendisine muhalefet edenlere ya da Türk ordusunun saldırı düzenleyecek güçte olmadığını ileri sürenlere pek karşı çıkmıyor, eleştirileri alttan alıyordu. Gerçekte, Ankara’da bu eleştirilerin mümkün olduğunca kamuoyuna yansımasını istiyordu (Atatürk 1927, s.565). Şehirde Yunan ajanlarının olduğunu biliyordu; Büyük Millet Meclisi’nde siyasal sorunlar devam ettiği sürece Yunanlılar Türklerin saldırıya geçecek durumda olmadıklarını düşünecek, böylece gafil avlanacaklardı. Planın bir kısmı üzerinde ayrıntılı olarak düşünülmüş, Yunanlıların dikkatini yanlış yöne çekmeyi amaçlayan bir yanıltmacaya dayanıyordu (Atatürk 1927, S.566). Yunanlıların esas güçleri, birbirine uzaklığı yaklaşık 170 kilometre olan Eskişehir ile Akşehir arasında mevzilenmişti.
Afyon’un geçit vermez bir savunma mevzii olduğundan kuşku duyulmadığına inanan Yunanlılar, muhtemel hedefinin Eskişehir olacağını düşünüyorlardı. Mustafa Kemal ise, umulmadık bir cesaretle, Yunanlıları en güçlü noktadan, yani Afyon’dan vurmayı planlamıştı. Afyon’da kazanılacak bir başarı, araç gereç nakli açısından merkezi öneme sahip demiryolu hattının kontrolünü ele geçirme ve Yunanlıları İzmir’e doğru kovalama olanağı elde etme anlamına geleceği için, beraberinde büyük bir askeri avantaj da getirecekti.
Mustafa Kemal, Yunanlılarda Türklerin kuzeyden Eskişehir’e saldırmayı planladığı izlenimi uyandırabilmek için, daha önce sözü edilen futbol maçından itibaren bir ay boyunca devam edecek bir manevra planlanmıştı. Türk birlikleri gündüz vakti Afyon’dan Eskişehir’e kaydırılmaya başlandı. Manevra, Yunanlıların tespit edebilmesini kolaylaştırmak için, özellikle gündüz saatlerinde yapılıyordu. Oysa, akşam karanlığı çöktüğünde, aynı birlikler gizlice yine Afyon’daki eski mevzilerine geri dönüyorlardı. Bundan haberdar olmayan Yunanlılar, doğal olarak, gözleyebildikleri gelişmelere göre değerlendirmede bulunuyor ve Türklerin Eskişehir’e saldırma hazırlığı içinde olduğuna inanıyorlardı. Plan, Yunanlıların böyle bir sonuca varmalarını ve kendi birliklerini de Eskişehir’e doğru kaydırmalarını öngörüyordu. Bu plan, benzeri bir yanıltmacadan hareketle General Allenby’in Suriye’de Türklere karşı giriştiği saldırıdan ilham alınarak hazırlanmış olabilir. Ayrıca, bu planda gözlenen saldırganla özdeşleşme olgusu ve Mustafa Kemal’in düşmana en güçlü noktasından saldırma düşüncesi, onun kişilik yapısıyla da uygunluk içindeydi: Herkesi şaşkına çevirecek parlak bir başarı elde edecekti.
Vamık D. Volkan&Norman Itzkowitz
“Kurt ve Pars” kitabından…
Yunan ordusunu böyle kademe kademe yükselen çekişmeler kemirirken Mustafa Kemal, son hazırlıklarını tamamlıyordu. Şimdi elinde, Yunanlıların 132.000 kişisine karşı koyacak 103.000 kişilik ordu bulunduruyordu. Hücum kuvvetleri Afyonkarahisar önünde biriktirilmişti. Asli taarruz, Afyon’un kilit noktası olan ve düşman mevzilerine hakim Dumlupınar üzerine yöneltilecekti. Birlikler, düşmana hiç hissettirilmeden mevzi almışlardı. Yunanlılar, saldırı öncesinde bile bir şeyden haberdar değillerdi.
Mustafa Kemal, 26 Ağustos 1922 günü, saat 10’da, ordusuna şu tebliği yolladı:
“Ordular! İleri! İlk hedefiniz Akdenizdir!”
Ve sabahın 4’ünde saldırı başladı. Öğle vakti düşman safları, her tarafta yarılmıştı. Akşam, Yunan ordusu ikiye bölünmüştü. Türkler düşmanlarının geri ile irtibatını kesmişlerdi. Bu hal, Yunanlıları, tamamen bozguna uğrattı. Birkaç saat içinde, Yunan ordusu hallaç pamuğuna dönmüştü. Telaş ve korkuya kapılan alaylar, karmakarışık oldular ve kaçmaya başladılar. Yiyeceksiz kalmışlardı. Uzun bir uyuşukluk döneminden sonra psikolojik çöküntüye girmişlerdi. On binlerce kişilik kütleler hâlinde İzmir istikametini tuttular. Artık birlik, aday ve tabur denebilecek düzenli bir kuvvet kalmamıştı. Ortada yalnız, ben kurtulayım diye İzmir rıhtımına bir an önce ulaşmaya çalışan, uluyan karmakarışık bir sürü vardı. Kaçak kolları, böyle kendilerini müdafaa edemeden Türk süvarilerinin kılıçları altında can veriyorlardı. Yunan başkumandanı General Trikopis ile Kurmay Başkanı General Diyonis esir düştüler. Yunan ordusu, on binlere ölü ve yaralı vermişti ve düşmanın eline, 100 bin kişiye yakın da esir bırakmıştı.
Benoit Mechin
Barış Günü’ne Bir Not: Savaşın Gerçekliği, Karanlığı ve İki Yüzlü Dünya