Dilek ve temennilerde bulunmanın kötü bir yanı yok. Ancak Barış Günü’ne dair bir şeyler söylerken barışın tam zıttına, savaşın katıksız gerçekliğine bakmak gerekiyor. Dünya neredeyse 19. yüzyıldan bu yana durmaksızın savaşıyor. Gezegenin herhangi bir bölgesinde silahlı çatışmanın yaşanmadığı bir yıl neredeyse yok gibi. Son on yıllarda devam eden çatışmaların sayısı hayli yüksek. Genellikle yılda 100’ü aşkın çatışma yaşanması bunun açık kanıtı. 2024’ün sonlarına doğru durum çok farklı değil.
2024’te yüzleştiğimiz-yüzleşemediğimiz savaşlar
Geçen yıl 7 Ekim’de İsrail-Hamas arasında başlayan çatışma kısa sürede acımasız bir savaşa dönüştü. Son gelişmelerin ardından bölgesel savaşa evrilme riski ile karşı karşıya, barış her zamankinden zor bir ihtimal ama imkânsız değil. Çoğunluğunu çocuk ve kadınların oluşturduğu, tespit edilebilmiş 40 bine yakın can kaybından söz ediliyor. Bununla birlikte savaş sadece Gazze’de yaşanmıyor. 2024 itibarıyla dünyada süregelen pek çok savaş ve çatışma var.
Küresel güvenlik ve enerjinin odak noktasını oluşturan ve 2022’den beri devam eden Rusya-Ukrayna Savaşı bu yıla taşınan ve gelecek seneye miras kalacak en büyük gerilimlerden biri. Yemen İç Savaşı 10. yılına yaklaşıyor. Etiyopya’da özellikle Tigray gibi bölgelerdeki iç çatışmalar çözümsüzlükle eş değer gibi görünüyor. Afrika ülkesinin kuzeyinde ordu ile isyancılar arasında üçüncü yılına sürüklenen çatışmalarda 600 binden fazla insanın hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. Düşünsenize yapay zekâ çağında yarım milyondan fazla insanın ölebiliyor!
Sadece Etiyopya’da değil, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde de şiddet ve istikrarsızlık etkisini sürdürüyor. Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde çeşitli silahlı grupların neden olduğu çatışmalar hala devam ediyor. Tüm bunlara Somali’de Eş-Şebab gibi radikal militan grupların yol açtığı şiddet olaylarını, Libya’daki siyasal istikrarsızlık ve silahlı çatışmaları ekleyin. Veya Myanmar’daki askeri cunta ile çeşitli grupların direnişi sonrası patlak veren çatışmaları… Geçtiğimiz aylarda cuntanın 2021’de ilan ettiği olağanüstü hali 6 aylığına 6. kez uzattığını ve sivil hedeflere yönelik hava saldırılarının beş kat arttığı Myanmar’daki o gerilim halini…
Sonra Suriye’yi, Afganistan’ı, Irak’ı hatırlayın… Bir nevi endemi çatışma (endemic conflict), donmuş çatışma (frozen conflict) veya tekrarlayan çatışma (recurrent conflict) olarak niteleyebileceğiniz, farklı aralıklarla sürekli tekrar eden, dengesizliğin hakim olduğu, savaşın yeniden patlak verme olasılığının epey yüksek olduğu, çözülmemiş sorunlar üzerine çöreklenmiş ülkeleri anımsayın… Uzun lafın kısası aktif çatışma sayısı değişkenlik gösterse bile dünya genelinde şu anda yaklaşık 10 ila 15 büyük savaş ve daha birçok küçük çaplı çatışma yaşanıyor.
İki asırda en az 37 milyon ölüm
Kuşkusuz bu vaziyet yeni değil. 1800’den bu yana dünya çapında 37 milyondan fazla insanın savaşırken öldüğü bir dünyada nefes alıp vermeye çabalıyoruz. Anlayacağınız bazıları gerçekten unutulmuş gibi görünen savaş ve çatışmalar da işin içine katıldığında gezegenin pek çok yerinde insan hayatı güvencesiz görünüyor, yaşam standartları gün geçtikte düşüyor. Tüm bunlara ilaveten sadece insan hayatının değil çevre ve doğanın yok edilişi ve nükleer silah tehdidiyle karşı karşıya olan insanlık varoluşsal bir tehditle karşı karşıya duruyor.
Dünyanın savaşsız kaldığı dönemleri ölçmek, bununla ilgili bir veri ortaya koymak güç. Silahlı çatışmaların insanlık tarihi boyunca sürekli bir olgu olduğunu söyleyenler de var, son 5 bin yıl içinde sadece 250 yılda savaşlara tanıklık etmediğimizi öne sürenler de tarihin savaşsız geçirdiği gün sayısının salt 26 gün ile sınırlı olduğunu savunanlar da… Şüphesiz hepsi teyide muhtaç olmakla birlikte bir olguyu ayan beyan ortaya koyuyor: İnsanlık öyle ya da böyle durmaksızın savaşıyor.
114 yıllık bir tespitin güncelliği
1910 Ekim’inde Amerikalı filozof William James, Uluslararası Uzlaştırma Derneği için “Savaşın Ahlaki Eşdeğeri” adını verdiği bir deneme kaleme almıştı. James, 20. yüzyılın başlarında Amerika’nın meşhur entelektüel figürlerinden biriydi. ABD’de İç Savaş öncesi dönemde, New York’un zengin muhitlerinde büyümüştü. 1869’da Harvard Üniversitesi’nden tıp diploması alsa dahi hiç tıp pratiği yapmamıştı. Kariyerinin tamamını fizyoloji, psikoloji ve felsefe dersleri vererek geçirdi. “Gilged Age” olarak anılan dönemin insanıydı. Yani hızlı sanayileşme, devasa ekonomik büyüme ve zenginliğin arttığı ama aynı zamanda ciddi sosyoekonomik eşitsizliğin, toplumsal adaletsizliğin ve yolsuzlukların döneminde yaşamıştı.
ABD’nin özellikle İspanya-Amerika Savaşı sonrası Filipinler gibi yerlerde toprak edinmesine karşı kurulan Anti-Emperyalist Lig içinde yer almış, sömürgeleştirmenin ateşli bir aleyhtarı olmuştu. Tüm bunlar milliyetçilik ve militarizmin yükseldiği yıllara denk geliyordu. Üstelik iki büyük dünya savaşı henüz yaşanmamıştı. Savaşın ahlaki karşılığına yönelik verdiği konferansta harplerin nedenlerini jeopolitik endişelerle değil psikolojik kaygılar ve erkeklerin “erkekliklerini” test edip herkese sunabilecekleri kolektif bir mücadelenin parçası olma arzusunda yattığını söylüyordu. Ona göre savaşçı ruh bastırılamaz ancak yönlendirilebilirdi.
Savaş ile bilimin birbirine hayli uzak olduğu bir zaman diliminde “Tüm uluslar ordulara sahip olduğunda ve yıkım bilimi entelektüel incelikte üretim bilimleriyle yarıştığında, savaşın kendi canavarlığından dolayı saçma ve imkânsız hale geldiğini görüyorum.” diyordu. İnsanlığın sert kabuğunun günün birinde yumuşayacağını savunuyordu ama bununla birlikte kesintisiz bir barışı imkânsız olarak görüp şunları söylüyordu:
“Modern insan, atalarının doğuştan gelen tüm kavgacılığı ve gösteriş tutkusunu miras alıyor. Dehşet, büyülenmeyi yaratıyor. Savaş aşırı uçlardaki bir yaşamdır. Günümüzde savaş savunucuların hepsi bunu dinsel olarak ele alıyor. Savaşmak onlara göre bir tür kutsaldır. Kazançları hem yenilenler hem galipler içindir. Kısacası, savaş kalıcı bir insan yükümlülüğüdür. Bugün askeri ağızlarda “barış”, “beklenen savaş” ile eşanlamlıdır. Savaşın mantıksızlığı ve dehşetini göstermek ise insanlığın üzerinde hiçbir etki yaratmıyor. Bununla birlikte modern savaş o kadar pahalı ki; ticaretin yağma için daha iyi bir yol olduğunu düşünüyoruz. Savaş vergileri, tüm ulusların bütçelerinin bize gösterdiği gibi, insanların ödemekten asla çekinmediği tek vergidir. Atalarımız kavgacılığı iliklerimize kadar işledi. Binlerce yıllık barış bile bunu bizden çıkaramayacak. Bir kez olsun halkların belli bir mücadele seviyesine ulaşmasına izin verin, hiçbir yönetici buna dayanamaz. Sosyalist barış savunucularımızın hepsi bu dünyanın değerlerine kesinlikle inanır. Tanrı ve düşman korkusu yerine, hesaba kattıkları tek korku, yoksulluk korkusudur. İnsanlar genel olarak her zaman yaşadıkları gibi, acı ve korku ekonomisi altında yaşıyorlar. Refah ekonomisinde yaşayanlar bile aslında fırtınalı okyanustaki bir adadan başka bir şey değildir. Tüm bu inançlarım beni doğrudan anti-militarist yapıyor. Ancak barışın bu dünyada kalıcı olacağına inanmıyorum.”
Bir asırdan daha uzun zaman evvel, tam olarak 114 yıl önce dile getirilmiş düşüncelerin bugün güncelliğini muhafaza etmesi, içinde bulunduğumuz durumun ümitvarlıktan ne denli uzak olduğunu göstermiyor mu? Elbette her savaşın ardında dinsel bir motivasyon olmayabilir. Savaşlar kimi zamanlar bağımsızlık, ülke savunması, kurtuluş gibi nedenlerle de yapılabilir. Ama çok geriye gitmeksizin sadece 11 ay öncesi ve sonrasında yaşananları hatırlayın. İsrail’deki ırkçı hükümet Gazze’ye saldırırken mesihçi bir haz yaşayıp masum insanların katledilmesine öncülük etmiyor mu? Motivasyonu bir anlamda dinsel değil mi? Ya da insanlıktan çıkmış bir şekilde mutlak çözüm için Gazze’nin atom bombasıyla yok edilmesinden söz eden kandan beslenen siyasetçiler yok mu? Veya barıştan söz edenler, ateşkes masası kurmayan çalıştıklarını söyleyenler, medeni bir dünyanın oyuncularıymış gibi davranmaya çabalayanlar bir yandan savaşın devamı için milyarlarca dolar ederinde silah paylaşımı yapmıyor mu? Kendi politik yuvalarının merkezinde ama gönülden ama tereddütlü bir şekilde düpedüz bir katile alkış tutmuyor mu? Veya kendi insanlarını kalkan olarak kullananlardan, işkencecilerden bir özgürlük savaşçısı profili çıkartılmıyor mu? Herkesi kızdıracak sorular…
Peki ya devletlerin bütçelerinde, salt savunmanın değil savaşların da ana kaynağı olan askeri harcamaların durduğu yer? Ya da durmaktan ziyade yükseldiği yer mi demeli? Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü raporuna göre 2023’te dünya çapındaki askeri harcamalar yine, yeni, yeniden artmadı mı? Araştırmalar söz konusu harcamalarda ABD, Çin ve Rusya’nın ilk üç sırada yer aldığını, Türkiye’nin geçen yıla kıyasla bir sıra yükseldiğini ortaya koyuyor. Bir önceki yıla göre askeri harcamaların toplamı yüzde 6,8 oranında yükselip 2 trilyon 443 milyar doları bulmuş durumda. Bunun anlamı son 15 yılda askeri harcamalarda en keskin artışın yaşandığı döneme girildiği…
Elit sınıfın en büyük korkusu: Topyekûn bir savaşın getireceği eşitlik hali
Peki ya William James’in 114 yıl önce bahsettiği Batı’nın, dünyanın “gelişmiş” aktörlerinin yoksulluk ve yoksunluk endişesi? Bir asır sonra endişeden çok somut bir gerçeklik olarak karşımızda, karşınızda durmuyor mu? Küresel Barış Endeksi’nin 2024 raporu, savaş ve şiddetin küresel ekonomi üzerindeki tesirini sadece geçen yıl 19,1 trilyon dolar olarak hesaplamıştı. Yani kişi başı 2 bin 380 dolar. Bir başka deyişle küresel GSYİH’nın yüzde 13,5’ine denk geliyor!
İnsan yaşamının sayılara sığdırılamayacak kadar yüce olduğunun farkındayım. Ancak bu rakamlar insanlığa enkaz altındaki çocuklar, hayattan koparılmış siviller, ailesini yitirmiş bebekler ve toplu mezarlar kadar olmasa bile vaziyetin gittiği yeri kısmen anlatıyor. Savaş bölgelerinde insani kayıpların yanı başına ekonomik kayıplar ekleniyor. Belirsizlik, korku iklimi hayatın doğal akışını altüst ediyor. Ortadoğu’da silahlar çekildikçe insan hayatı aslında mecbur olmadığı petrol karşısında erimeye, değer kaybetmeye devam ediyor.
Sadece savaş olan ülke ve bölgelerde değil, savaşa komşuluk eden yerlerde hatta çok uzağındaki Batı’nın korunaklı kalelerinde bile hem insani hem iktisadi bir korku ortamı hâkim değil mi? Bu büyük endişenin ardında yatan en büyük neden küresel eşitsizlik ile kavrulan dünyanın elit sınıfının toplu savaşın büyük ölçüdeki eşitleyici rolünün farkında olması. Nasıl mı? Bunun için önce en yıkıcı savaşların yarattığı tahribatı anımsamak gerekiyor.
Rus İç Savaşı ve Kore Savaşı gibi savaşlar birkaç yüz bin kişiyi öldürdü. Çin İç Savaşı ve Vietnam Savaşı gibi savaşlar 1 ila 2 milyon insanın ölümüne yol açtı. Ancak her iki dünya savaşlarındaki ölümler hepsini gölgede bıraktı. I. Dünya Savaşı’nda 7 milyondan fazla ölüm ve sadece II. Dünya Savaşı’nda 21 milyondan fazla ölüm bunun açık ispatı. Tarihi kaynaklar, 1800’den bu yana savaş ölümlerinin dörtte üçünün bu iki savaşta geldiğini söylerken insanlık dünyanın üçüncü büyük bir savaşa gitmesinden endişe ediyor.
Savaşların eşitleyici rolü mü? II. Dünya Savaşı birçok ülkede gelir ve servet eşitsizliğini keskin bir şekilde azaltmıştı. Çünkü savaş küreselleştikçe elitlerin gelirleri ve servetlerini kesilmişti. “Mavi kan”, mavi yakanın yıllardır çektikleriyle yüzleşmiş, agresif hükümet müdahaleleri üst sınıfın kârlarının neredeyse sıfırlamış, uluslararası piyasaların kesintiye uğraması ve varlıklarının el konulması riskini beraberinde getirmişti.
Savaşa doğrudan katılan bir düzine ülkede, en yüksek gelir elde eden yüzde 1’in payı ortalama olarak savaş öncesi payının yaklaşık üçte birine düşmüştü. Servet eşitsizliğine yönelik çalışmaları ile bilinen ve bir dönem Fransa’da Sosyalist Parti’ye danışmanlık yapan ekonomist Thomas Piketty, savaşa doğrudan katılan bir düzine ülkede, en yüksek gelir elde eden yüzde 1’in payının ortalama olarak savaş öncesi payının yaklaşık üçte birine düştüğünü söylüyor. Fransa’da, 1938’den 1980’lerin başına kadar en yüksek yüzde 1 gelir payındaki net azalmanın yüzde 92’sinin 1945’te gerçekleşmesi buna bir örnek. ABD’de 1940 ile 1970’ler arasındaki net azalmaların yarısından fazlasının 1945’ten önce gerçekleşmesi de öyle… Veya en zengin yüzde 1’in sahip olduğu tüm servet payının dünya savaşlarının etkilediği yedi ülkede ortalama olarak yaklaşık üçte bir oranında düşüş kaybetmesi de…
Dünya Barış Günü’ne doğru
İşte tüm bu can acıtıcı gerçekliklerin gölgesinde giriyor insanlık Dünya Barış Günü’ne… İster Nazi Almanya’sının Polonya’ya girdiği günün yıl dönümü 1 Eylül’de kutlayın, ister artık neredeyse hiçbir fonksiyonu kalmamış Birleşmiş Milletler’in barışın teşviki için resmen kabul ettiği 21 Eylül’de…
Savaştan beslenenlerin olduğu bir dünyada çıkarları için savaşı teşvik eden ama bunu yaparken yine kendi çıkarları uğruna orantılı davranmaya özen gösterenlerin olduğu bir gezegende nefes alıp verirken savaşlar ve çatışmaların kaçınılmaz olarak düzensiz göçü de körüklediğini anımsayın.
Hakça paylaşımlı, adaletli, savaşsız, çatışmasız bir dünya temennisini son kertede iyi niyetli barış mesajlarıyla süslemekte bir beis yok. Barış, dünyanın tüm gerçekliği ve pisliğine rağmen hepimizin tutunması gereken bir umut dalı. Şair Nazım Hikmet’in Bursa’da mahpustayken sorduğu soru “Ve güneş doğarken hiç umut yok mu?” olmuştu. Ne olursa olsun insanda umut var ve güneş her yeni güne doğuyor hala. İnsanlık el birliğiyle onun da sonunu getirene kadar…
Gelgelelim, insan öyle bir mahlûkat ki; var etmekten çok yok etmeyi, koruyup paylaşmaktan çok kendine saklamayı, sevmekten çok nefret etmeyi o denli fazla benimseyip içselleştirdi ki… Savaşmaya, paraya dair hırsı gözünü o kadar bürüdü ki… Ve sanki tüm bu yaşananlar o kadar olağan ki! Buluşların dahi bir insanın bir diğerini öldürmesi için kullanıldığı dünyada, savaş alanları gençlere mezar olmaya devam ediyor. Çocuklara da öyle… Kimi zaman bir köyde terörist sanılıp öldürülüyor çocuklar, yaşından fazlaca sayıda kurşunlar isabet ediyor çelimsiz vücutlarına. Kimi zaman açlıktan, an geliyor basit bir hastalıktan can veriyorlar; daha doğrusu yoksulluktan, imkânsızlıktan… Bazen Ortadoğu’nun herhangi bir ülkesindeki gibi bir bombardımanın, bazen bir protestonun tam ortasında; bazense kanlı bir savaştan kaçarken son buluyor yaşamları.
Ölenlerin sayısı geçmişe göre azalıyor evet, ancak devir akıllı bombaların devri olsa bile hala masum insanları bulabiliyor. Silah şirketleri milyarlarca dolar kazanmaya devam ediyor, sosyal istikrarsızlık birçok ülkeyi altüst ediyor, kan donduran mülteci pazarlıkları yaşanıyor, barışın dili, sesi yükselmek bir yana, azınlığın o cılız mırıltısı çığlıkların içinde kayboluyor. Üçüncü dünyaya, Ortadoğu’ya “demokrasi” ihraç edenler, dünya üzerinde bir cehennem yaratısına soyunabiliyor. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler’i çevrelemek için beslenen İslamcılığın, vakti zamanında CIA’in besleyip eğittiği İslamcı militanların on yıllar içindeki dönüşümü, bir nevi bumerang etkisi sunuyor öte yandan. Çoğu devletin artık gizlemek için bile uğraşmaya gerek duymadığı bir ikiyüzlülüğün tezahürü. Yüzler değişiyor, isimler değişiyor, yönetimler değişiyor. Baki kalan tek şey ise Batı’nın “Terörizme karşı küresel savaş” şiarı ile Doğu’nun beynine zamkla kazınmış, yapıştırılmış “Şeytan Batı” resmi…
Özgürlüklerin kısıtlandığı, güvenlik harcamalarının, silah alımlarının zirve yaptığı dönemler hiç bitmiyor. Terörün, radikalizmin, diktatörlerin karşısına dikilmiş gibi yapan medeniyet yularlı adamlar ya da tayyörlü kadınlar kendi resmi tarihlerini devasa bir iki yüzlülükle yazıyor.
İnsanların birer küsurata dönüştüğü, savaştan şans eseri kurtulanların birçoğunun yoksunluğa, yoksulluğa, insani yaşam koşullarının dışına, kimi zaman fuhuşa, kaçak işçiliğe, zorla evliliğe mecbur bırakıldığı bir dünya düzeninde herkes düne kıyasla daha iki yüzlü.
İçinizi kararttığımın farkındayım ama müsebbibi ben değilim.
Yine de ve her şeye rağmen filozof Ahmet İnam’ın sözleriyle bitirelim:
“İnsanlık adına en büyük ayıp olabileceği kadar olamamak, yapabileceği kadar yapmamaktır. Ben bundan daha büyük bir ahlaksızlık bilmiyorum. Bence tembeller ahlaksızdır, kötümserler de ahlaksızdır.”
Bir başka deyişle ortadaki kötüyü tespit etmekle, kötümserliği kabul etmek arasında fark var. Pes etmekle mücadeleye devam etmek arasında fark olduğu gibi. Barış dengeyi sağlamanın esası. Barış adaletin olduğu yer. Her şeye rağmen barışa inananların, savaşa karşı çıkanların ve bunun için bir şeyler yapmak isteyenlerin günü şimdiden kutlu olsun. Enseyi karartmayın. Güç olsa dahi dünyada barışı isteyenlerin, normal bir yaşam hayal edenlerin sayıları bir avuç güçlü savaş baronundan kat be kat fazladır.
Barış Günü’ne Bir Not: Savaşın Gerçekliği, Karanlığı ve İki Yüzlü Dünya