6-7 Eylül Üzerine 20 Yıllık Bir Söyleşi

Az sonra okuyacağınız söyleşi neredeyse 20 yıllık. Geçmiş geçmiştedir ancak tarihe dair bildiklerimiz değişebilir. Saklananlar, hasıraltı edilmeye çalışanlar gün yüzüne çıkabildiği, çıkarılabildiği ölçüde… 

6-7 Eylül olaylarının Türkiye toplumu ve siyaseti için yansısı ise olayların üstünden 69 yıl, bu söyleşinin üzerinden yaklaşık 20 yıl geçmesine rağmen hala canlılığını koruyor gibi görünüyor. 

Irkçılığın, ayrımcılığın, ötekileştirmenin ödüllendirildiği, geçmiş ile hesaplaşmanın ise kadük kaldığı ortada. Radikal için 2005’te Apoyevmatini Gazetesi’nin genel yayın yönetmeni Mihail Vasiliadis ile yaptığım söyleşideki hissiyatın günümüzde hala geçerliliğini muhafaza etmesi bunun açık bir kanıtı olsa gerek. 

Apoyevmatini, Türkçe’deki karşılığıyla “ikindi”. O günlerde gazetenin üstüne ise gece karanlığı çökmüş, mali yetersizliklerle karşı karşıya ve kapanma tehlikesiyle yüz yüzeydi. Geçtiğimiz temmuz ayında 100. yaşını kutladı Apoyevmatini. Ancak bu buruk bir mutluluk olsa gerek. Geçtiğimiz yıl The Economist’e konuşan Rum cemaati üyelerinden Laki Vingas, “Türkiye’deki Rum nüfusun düşüşünün geri döndürülemez hale geldiği bir seviye söz konusu” diyor. Nüfusu 2 binin altına inen Türkiye Rumları yok olma tehlikesi ile karşı karşıya. 

Kuşkusuz bu durumun oluşmasında en büyük paylardan biri 1955 senesi 6-7 Eylül tarihinde gerçekleşen pogrom. Buna rağmen geride kalanları temsil etmeye çabalayan kültürel varlık ise Apoyevmatini Gazetesi. Andonis ve Konstantinos Vasiliadis’ten, Grigorios Yaveridis’e, Yorgi Adosoğlu’ndan, Mihail Vasiliadis’e ondan ise oğlu Minas Vasiliadis’e devredilen bir bayrak aslında Apoyevmatini.

Gazeteyi uzun yıllar yöneten Mihail Vasiliadis ile 2005’te söyleştiğimizde hem gazete hem Türkiye’deki azınlıklar hem de 6-7 Eylül olaylarını konuşmuştuk. 20 yıl sonra bir kez daha kendisini aradım. Bugün 85 yaşında. Söyleşiyi hatırlatıp yine “6-7 Eylül penceresinden baktığınızda bugünün Türkiye’si ile dünün Türkiye’si arasında herhangi bir fark görüyor musunuz?” sorusunu sordum. 

Vasiliadis’in 3 Eylül 24’teki yanıtı kısa ama öz: 

“O dönemde hükümet, 2000’den 2010’lara kadar olan devrede, en az azınlıklar kadar Avrupa Birliği’nin himayesine muhtaç görünüyordu. Şu anda böyle bir şey yok. Biz azınlıklar olarak her zaman, yine muhtacız. Ama şu andaki hükümetin pek aldırdığı yok. Türkiye’de hakkımda dava açıldığında 24 yaşındaydım. Tek başına mahkemeye gidip ‘Kendimi savunabilir miyim?’ diye düşündüğümde büyük soru işaretleri oluşuyordu kafamda. Bugün ise yaşım itibarıyla mı daha temkinliyim yoksa ülkedeki değişiklikler mi daha temkinli olmamı gerektiriyor? İşte buna tam olarak karar veremiyorum.” 

Şimdi 2024’ten 2005’e geri dönelim ve oradan 1955’e, tarihin tanıklığına yolculuk edelim.

Türkiye’de Rumluk propagandasından, Yunanistan’da da Yunanlığa hakaretten dolayı yargılanmışsınız. Doğru mu?

Yanlış. Yunanlığa hakaretten değil, Türk yanlısı olmaktan yargılandım. “Yunanlığa hakaret” diye bir kanun yok Yunanistan’da. Bu bize ve faşist Mussolini İtalya’sına özgü bir durum. Oradaki davayı bana açan devlet değildi. Türkiye’de ise devlet savcısı aracılığıyla suçlandım. Yunanistan’da kişiler arasındaki yazışmalardan dava ortaya geldi ama… Neticede celse gerçekleştiğinde “İşte bu adam, gerçek Rum değil, Türk yanlısıdır. Yunanistan’ı sevmez” gibi laflar edildi. Neticede benim orada mahkemeye düşmem Türkiye’nin, Türk-Yunan dostluğunun lehinde yazı yazmam ve görüş ifade etmemle alakalıydı. Ama beni mahkemeye veren Yunan devleti değildi. 

6-7 Eylül olayları sırasında Türkiye’deydiniz değil mi?

Evet.

Neler yaşadınız? 

Size bu konuyla ilgili bir enstantane vermeliyim. Bizim kapıcı Ahmet Efendi’nin tutumu ile ilgili bir anekdot… 6-7 Eylül 1955’te Tarlabaşı caddesi 230 numarada oturuyordum. Bir köşe karakol, bir köşe bizim evdi… Birinci katta otururdum. Bütün binada, ikinci katta oturan Mühibe Hanım hariç hep Rumlar, Ermeniler vardı. Kapıcımız Ahmet Efendi, o gün etrafı kırıp dökenler yaklaşırken hemen kapıyı kapadı. “Burada gavur yok!” diye bağırarak elinde Türk bayrağı sallayarak bizi kurtardı. 

Sonra ne oldu?

Zaten bundan sonrası ilginçtir. Bizi kurtardıktan sonra kapıyı açtı, bayrağı içeri koydu, kazmasını aldı, kapıyı kapattı, o güruhun peşinden gitti ve diğer Rum evlerini kırıp dökmeye, yağmalamaya başladı. Elbette bu izah edilebilir bir davranış tarzı. 

Nasıl?

Hemen anlatayım. Biz Ahmet Efendi’nin gözünde, Mihail, Madam Katina, Madam Mari, yani hayatının içinden birer kişi, birer insan olarak görünüyorduk. Onun bildiği, sevdiği, ona yardımcı olan kişiler… Ona ekmeğini sağlayan kişiler… Bizi çok seviyordu. Öbürleri ise Rum’du. Rum ne demektir? O güne kadar kendisine empoze edilen duruma ve sağlanan önyargıya göre Rum nerede görülürse başı ezilmesi gereken, “gomünizm” gibi bir şeydi. Hani boynuzlu, kuyruklu falan gibi şeylerden! O adam bu bilgiyle Rumları yok etmeye, vatandaşlık görevini yapmaya gitti. 

Ama size karşı değil…

Evet. Çünkü az önce çizdiğim çerçeve üzerinden bize karşı insanlık görevini, ardından ise vatandaşlık görevini yaptı. Ahmet Efendi’yi suçlamamak gerek bu konuda. Ahmet Efendi gibileri şartlandıranları suçlamak gerekir. 

Bugünün Türkiye’si ile dünün Türkiye’si arasında herhangi bir fark görüyor musunuz? 

Cumhuriyetle, demokrasi arasındaki fark kadar diyeceğim! Ama hele bir demokrasiye girelim! Çünkü lafta girdik, henüz fiiliyatta göremiyorum. Ama ümitliyim. 

Nedir o ümit?

Size şunu söyleyeyim. 1964 yılında başlayan davam 1975 yılında bitti. Ve milli birliği bozacak şekilde propaganda yapmak hayli ağır bir suçlamaydı. 

İtalya’dan ilhamla…

Evet! O dönemin faşist İtalyan yasalarından alınan 141. ve 142. maddeye göre yargılanıyordum. Buna rağmen beni savunacak avukat bulamadım. Düşünebiliyor musunuz? Rum avukatlar korktu, Türk avukatlar yanaşmadı. Halbuki şimdi (2005) durum daha farklı. Geçenlerde TESEV’in bir toplantısındaydım. TESEV’in avukatı (Cem Sofuoğlu) toplantının sonuna doğru bana yaklaşıp kartını verdi. “Mihail Bey herhangi bir durum söz konusu olursa biz sizi ücret almadan savunacağız” dedi. Bu bile Türkiye’deki değişimi gösteriyor. İkinci bir örnek vereyim. 1955’teki 6-7 Eylül olaylarında “Kırın parçalayın!” direktiflerini kabul eden kişilerin sayısı 100 binlerle ifade ediliyordu. Geçen ay, buradaki 6-7 Eylül Olayları sergisini basmak için emrini alan kişilerden, emre icabet edenlerin sayısı sadece 5’ti. Bu da bir değişimdir. Ama her şeye rağmen amaç suyu içmek için kuyudan suyu çekmekse ancak yüzeye çekip eline aldığın anda, dudaklarına götürdüğün anda amacına ulaşmış olursun. Su 100 metre derinlikteydi, biz onu çektik getirdik 50 metreye, 20 metreye,10 metreye, 5 metreye… Esasen fark etmiyor. Susuzluğumuzu gidermek için yarım metreye kadar çektiğimiz suyu dudaklarımıza götürüp içebilmek önemlidir. İşte o zaman başarılı sayılabiliriz.  

Devletin Muhteşem Örgütlenmesi: 6-7 Eylül 1955 Pogromu

Bir Hafıza Yarası: Hatırlanabilir Olan Nedir?