“Lübnan değerli resimler, masalsı motifler taşıyan yeşil bir Kâşan seccadesi. Allah onu tecelli saatlerinden bir saatte ne güzel resmetti. Ama zümrüt renkli seccadenin üzerinde oturanlar, seccadenin değerini bilmiyorlar. Seccadenin üzerinden birbirlerini boğazlıyorlar. Mülkiyet ve miras konusunda anlaşamıyorlar. Birincisi ortasını istiyor. İkincisi kenarlarını istiyor. Üçüncüsü püsküllerine hayran kalıyor. Dördüncüsü cebinden bir makas çıkarıyor.”
Bu satırlar Mahmud Derviş ve Adonis ile beraber modern Arap şiirinin öncülerinden sayılan, Şam doğumlu, Beyrut aşığı Nizar Kabbâni’nin Ben Beyrut, Bir Şehrin Günlükleri (Hece Yayınları, 1999) adlı kitabından. İki gün önce, Beşincisi (İsrail) uzaktan kumanda ile binlerce Hizbullah militanını “etkisiz hale” getirirken “seccade”yi delik deşik etti bildiğiniz üzere. Belki merak edenler vardır diye “Kâşan seccadesi”nin hayat hikayesini anlatayım dedim.
“Yavuz” Sultan Selim’in 1516’daki Mısır Seferi sırasında Osmanlı hakimiyetine giren Lübnan, o tarihten itibaren Beyrut Vilayeti adı altında merkeze bağlanmıştı. Beyrut Vilayeti, Suriye’nin sahil kesiminden Akka’ya kadar olan bölgeyi kapsamaktaydı. Her ne kadar Yavuz’un yarım milyon kadar Alevi Türkmen boyunu farklı diyarlardan getirterek Suriye’nin sahil şeridine yerleştirdiği rivayet edilirse de (bugün Nusayrilerin bir bölümünü bunların oluşturduğunu düşenenler var) Osmanlı egemenliği boyunca bölge kültürel çeşitliliğini korumuş ve ticaret merkezi olmaya devam etmişti.
Düşman kardeşler: Marunîler ve Dürzîler
Arap dünyasının bir parçası olmasına rağmen karmaşık etnik ve dinsel yapısı yüzünden hiçbir ülkeye benzemeyen Lübnan coğrafi ve politik açıdan ise Suriye’ye benzer. Tarihsel adıyla Cebel (Dağlık) Lübnan’da kendine has güçlü bir feodal yapı olduğunun farkına varan Osmanlı Devleti buralarda zaten hiçbir zaman sıkı bir merkezi denetim uygulamaya kalkmamıştı ancak ilişkiler Marunîler ile Dürzîler arasındaki bitmez tükenmez çatışmalar yüzünden bozulmaya başlamıştı. Osmanlılar Dürzîlere dayanarak durumu kontrol etmeye çalışıyorlardı ancak Marunîleri sindirmek mümkün olmuyordu.
İlerde tekrar geçeceği için kısa bir açıklama yapayım: Marunîlik, 4-5. yüzyıllarda yaşadığı kabul edilen Aziz Mârûn (Maron)’un önderliğinde, İsa’daki insani ve ilahi unsurlarının birbirine denk olduğu şeklindeki Ortodoks diyofizit anlayışı kabul eden Hıristiyan mezhebi iken Dürzîlik 11. yüzyılda Şiiliğin İsmâiliyye kolundan ayrılarak örgütlenen bir mezhep olup Dürzî adının bu inanışın asıl dâîsi (davetçi ve yayıcısı) Muhammed bin İsmâil ed-Derezî’den geldiği sanılmakta. Dürzîlerin kendilerini İslam dairesinde görmediklerini belirtelim. Bu iki grubun 1585 yılından itibaren bölgenin hâkimi olan Dürzî Emiri Maanoğlu Fahreddin önderliğinde kısa süreli birleşerek muhtariyetini ilan etmesi ise Lübnan tarihinde gayet ayrıksı bir döneme işaret eder. 1635’te Osmanlı ordularına yenilen “isyancı” Fahreddin’in İstanbul’a götürülüp idam edilmesine kadar geçen 50 yılda Emir Avrupa ile ilişkileri sıcak tutmuş, özellikle Hollandalı ve Fransız tacirlere geniş ayrıcalıklar tanıyarak Beyrut’un gelişmesini sağlamış, Hristiyan çiftçileri Lübnan topraklarına yerleştirerek tarımı canlandırmaya çalışılmıştı.
Milliyetçiliğin doğuşu
1839-1841 yılları arasında Mısır Hıdivi Kavalalı Mehmed Ali Paşa ile İngiltere destekli Osmanlı İmparatorluğu arasındaki (iç) savaşta Beyrut Osmanlı ve İngiliz gemileri tarafından bombardımana tabi tutulunca, bu durum batılı devletlerin Lübnan’ın iç işlerine karışması için uygun bir ortam yarattı.
Fransızlar Marunîleri, İngilizler Dürzîleri desteklediler ve bölgede Osmanlıların kontrolü giderek zayıfladı. 1860’ta 10 bin Marunî’nin ve Rum Katolik ve Ortodoks kiliseleri mensubunun Dürzîler tarafından katledilmesi Fransa’ya iyice işe dahil olma fırsatı verdi. Bu tarihten sonra bölgede Osmanlı’nın yerini Avrupalı devletler aldı. 1861’de Marunîlere özerklik vererek Bekaa Vadisi ile kıyı bölgelerinde tekrar egemenlik kurmayı başaran Osmanlı yönetimi 1866’da Beyrut’ta Protestan Yüksek Okulu (sonradan Beyrut Amerikan Üniversitesi) ile 1875’te St. Joseph Üniversitesi kurulmasını ise önleyemedi. Ülkenin aydınları Batı dünyası ile yakınlaşmaya başlamışlardı.
Bu günlerde ülke ekonomik ve politik sıkıntılar yüzünden pek çok evladını yitirmeye başlamıştı. Marunîler Mısır, Kuzey Afrika, Güney Amerika ve Doğu Asya’ya göçediyorlardı. (Daha sonraki yıllarda bu göçmenlerin çocukları anavatanlarına yatırım yaparak Lübnan’ın canlı bir ticaret merkezi olmasına neden olacaklardı.) Kısacası Lübnan hem ekonomik hem de politik açıdan büyük bir kargaşa içine girmişti.
20. yüzyılın başlarına gelindiğinde Marunîler Osmanlılara ne yakın ne uzak dururken, Rum Ortodoksları bağımsız Suriye’nin taraftarıydılar. Müslümanlar Osmanlı rejiminden memnundular. Şiiler ve Dürzîler ise ayrı bir devlet istiyorlardı ancak bunun olmasını güç gördükleri için de statükonun korunmasından yana tavır almışlardı. I. Dünya Savaşı patladığında Osmanlı yönetimi Lübnan’daki yarı-özerk bu idareyi feshetti.
El Seffah (kan dökücü) Cemal Paşa
Osmanlı’nın en uzun yüzyılında, bölgenin kaderini çizen kişi ise İttihatçıların üç paşasından biri olan Cemal Paşa idi. 18 Kasım 1914 tarihli emirle, Bahriye Nazırlığı uhdesinde kalmak şartıyla IV. Ordu Kumandanlığı ile Suriye, Filistin, Hicaz ve Kilikya Genel Valiliği’ne tayin edilen Cemal Paşa’nın bölgede yaptığı bir dizi “düzenleme” arasında Cebel-i Lübnan’ın Ermeni Katolik Mutasarrıfı Ohannes Kuyumcuyan’ı (Şam’a geldiğinde kendisi atamıştı) azledip yerine İttihatçı Ali Münif Bey’i getirmek, Marunî lider Huveyk’i Şam’da oturmaya mecbur etmek de vardı.
İç politikaya ilişkin bu tasarruflarının yarattığı gerginlikler yetmezmiş gibi, Cemal Paşa Şubat 1915’de Süveyş Kanalını koruyan İngiliz birliklerine yönelik saldırısında başarısız olduğu için Doğu Akdeniz sahillerinin tümünü abluka altına almış ve bölgede büyük bir açlık ve veba salgını yaşanmıştı. Cemal Paşa’nın mühimmat sevkinde kullanılan trenlerin yakıt ihtiyacı için bölgedeki kadim sedir ormanlarını katletmesi ile Osmanlı idaresi ile bölge halkı arasındaki bağlar kopma noktasına geldi. Ama esas kıyamet Cemal Paşa’nın birlikleri Şubat ve Ağustos 1915’te Süveyş Kanalı’nı koruyan İngiliz birliklerine yönelik iki saldırıda başarısız olunca kopacaktı. Cemal Paşa bundan sonra her iki tarafı da ezen politikalar izlemeye başladı.
21 Ağustos 1915’te casusluk ve yabancı devletleri destekleme suçlamasıyla 11 Arap milliyetçisi Beyrut’ta idam edildi. Paşa durmadı ve bölgenin ileri gelen Arap ailelerinden iki bin kadarını Anadolu ve Rumeli’ye sürdü. Paşa “Bu bir ceza değildir” demişti ama emirnamesinde “bir suç işleyeni başkalarına ders olacak şekilde cezalandırma” anlamına gelen “tedip” terimini kullanmıştı. Sürgünler gittikleri yerlerde sıkı takibe alındılar. Kaçmaya çalışanlar daha uzak yerlere sürülmesi gibi yaptırımlar uygulandı. Sürülenler arasında İstanbul’a, Osmanlıcılık fikrine bağlı pek çok kişinin olması İstanbul’da büyük bir şaşkınlık yaratmış, ancak Cemal Paşa’yı kararından caydırmak mümkün olmamıştı.
Kıtlık, açlık ve veba
1915 yılı sonunda Suriye’de zahire fiyatları aşırı arttı, bölgede büyük bir kıtlık yaşandı. Buna ertesi yıl veba salgını eklendi. Bütün bu felaketlerin üzerine Cemal Paşa’nın cepheye mühimmat şevkinde kullanılan trenlerin yakıt ihtiyacı için bölgedeki sedir ormanlarını katletmesi, ordunun hayvan ve yiyecek ihtiyacını karşılamak için halkın elindekilere geçersiz Osmanlı banknotları vererek el koyması eklenince Osmanlı idaresi ile bölge halkı arasındaki bağlar kopma noktasına geldi.
Bunlar olurken, Cemal Paşa’nın emriyle 1915 yılının son günlerinden başlayarak 1916 yılının Nisan ayına kadar Suriye ve Lübnan’da bir dizi tutuklama yapıldı. Suçlama devlete ihanet etmek, Fransa ve İngiltere’nin himayesinde bir Arap devleti kurmak ve Osmanlı halifeliğinin yerine bir Arap halifeliği tesis etmekti. Suriye’nin Aliye (veya Aley) kasabasında (ki Dürzîlerin yoğun olduğu bir yerleşimdi) kurulan mahkemede 200 kadar kişi yargılanmış, ancak sadece üç kişi idama mahkûm edilmişti. Diğerlerine gıyaben idam, kalebentlik, kürek gibi cezalar verilmişti. Cemal Paşa kararı beğenmedi ve kendini mahkeme yerine koyarak geri kalan 23 kişinin de idam edilmesine karar verdi. İddialara göre, Mahkeme Başkanı Şükrü Bey, Cemal Paşa’nın idam cezası verirken dayandığı belgelerin eski tarihli (1913 yılına ait) olduğunu hatırlattığında Cemal Paşa, “Tarih kafanda paralansın!” diye bağırmıştı.
İnfazlar 6 Mayıs 1916’da gerçekleştirildi. Yedi kişi Şam’da, 14 kişi de Beyrut’ta idam edildi. Özetle, Cemal Paşa’nın Suriye ve Lübnan’daki “gaddarane idaresi” ve özellikle de idamlar, Arap milliyetçiliğinde bir dönüm noktası oldu. (6 Mayıs bugün bile Suriye ve Lübnan’da “Şehitler Günü”dür.) İdamlardan 1 ay kadar sonra (10 Haziran 1916’da) Mekke Şerifi Hüseyin’in isyanı başlayacaktı.
Nafile imar faaliyetleri
Cemal Paşa bölgede “iyi şeyler” de yaptı, Suriye ve Lübnan’da bölgede önemli imar ve eğitim faaliyetleri yürüttü. Gerçi imar faaliyetlerinin önemli bir bölümü, İngilizlere karşı yürütmeyi planladığı Kanal Harekâtı’na hizmet edecek karayolu ve demiryolu inşaatı idi. Bu kapsamda 650 kilometre yeni yol yapıldı, 450 kilometre eski yol tamir edildi. Yollar üzerinde son derece gösterişli menziller oluşturuldu. Örneğin Sina Çölü’nün başlangıç noktası kabul edilen Birüssebi’deki menzil noktasında binalar, bahçeler, ormancıklar, un fabrikaları, “ziraat tecrübe sahaları”, hatta elektrik üretme tesisleri bulunuyordu. Enver Paşa, 1916 yılında bölgeye yaptığı teftiş seyahatinde, bu yoldan geçerken, “Çölün bu kadar değişeceğine hiç ihtimal vermezdim!” demişti. Cemal Paşa ayrıca 500 kilometre yeni demiryolu inşa ettirdi ve Yafa-Kudüs hattını Hicaz Demiryolu’na bağladı.
Paşa’nın askerî amaçlı olmayan imar faaliyetleri de vardı. İsviçreli şehir planlamacısı Maximilien Zürcher’in, IV. Ordu mıntıkasında kalan şehirlerde hayata geçirdiği projelerinden bazıları şunlardı: 1. Kudüs’te Mescid-i Aksa’nın siluetini bozan unsurların kaldırılması, iç kalenin müze haline getirilmesi, bitişiğindeki arsaya hükümet dairesi ve küçük bir saray yapılması ve şehrin havasını bozan Bereke deresinin kurutulması, 2. Şam’da iç kalenin tanzim edilmesi, parklar yapılması, yeni bulvarlar yanında, banka, hamam, otel ile adliye, posta-telgraf ve belediye gibi resmî dairelerin inşa edilmesi, 3. Beyrut’ta, limandan hükümet konağına uzanan görkemli bir merdiven, bir saray ve posta-telgraf binası inşa edilmesi, 4. Halep’te iç kalenin tamiratı, hükümet konağı ve posta-telgraf binasının inşası.
Cemal Paşa, ayrıca Şam’daki Emeviyye ve Selimiye camilerinin; Süleymaniye İmaret ve Tekkesi’nin, Selahaddin Eyyubî Türbesi’nin restorasyonu için de girişimlerde bulundu, bölgedeki tarihî eserlerin bir envanterini çıkarmaya çalıştı.
Halide Edip Hanım ve eğitim faaliyetleri
Cemal Paşa bölgedeki eğitim faaliyetlerini ise edebiyatçı ve siyasetçi Halide Edip (Adıvar) Hanım’la yürütmüştü. Halide Hanım 1916 yazında Cemal Paşa’dan bir mektup almıştı. Paşa’nın Emir Subayı Falih Rıfkı (Atay) tarafından getirilen mektupta Cemal Paşa ‘Türk kadınının medar-ı iftiharı’ Halide Hanım’a, Beyrut’taki Amerikan ve Fransız kolejlerine benzer okullar açma hayalinden söz ediyor ve kendisini Suriye ve Lübnan’a davet ediyordu. Haydarpaşa Garı’ndan yola çıkan ekipte Falih Rıfkı (Atay), Halide Edip, Nakiye (Elgün) Hanım, Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ile Cemal Paşa’nın maiyetinde ihtiyat subayı olan Falih Rıfkı’nın ‘çarşaflı sörler’ dediği kadın hocalar vardı. Cemal Paşa Hamdullah Suphi’nin Suriye’deki eski Türk-İslam mimarisi eserleriyle ilgili çalışmalar yapmasını istemişti. Falih Rıfkı’ya göre Cemal Paşa, böylece “Lübnan’ı Konyalaştırmayı” hayal ediyordu.
Halide Hanım ve Nakiye Hanım, Lübnan’a vardıklarında Cemal Paşa’yı, Sofar’daki köşkünde ziyaret etmişlerdi. Dediklerine göre Paşa’nın eşi Seniye Hanım İsviçre’ye çocuğunu tedaviye götürdüğü için yoktu. Paşa’nın o günlerde “Lübnan’ın ecesi” diye ünlenen Linda Sürsok ile birlikte olduğu dedikodusu yapılıyordu. Halbuki Halide Hanım’a göre, evde Cemal Paşa’nın kız kardeşi ve kayınvalidesi vardı. Kız kardeşi son derece ciddi ve iyi kalpli bir Türk kadınıydı. Yaşı da hayli ilerlemişti. Kayınvalidesi ise 60 yaşlarında ince, enerjik ve şık bir hanımdı. Ev halkı birbirine karşı son derece saygılı davranıyordu. Halide Edip’in bu tür kişisel açıklamalarla Ermeni kırımından dolayı itibarını kaybetmiş Cemal Paşa’yı okurların gözünde aklama gayreti içinde olduğu anlaşılıyordu.
Cemal Paşa’nın isteği üzerine iki hafta boyunca Beyrut’ta konuyla ilgili kişilerle görüşen Halide Edip Cemal Paşa’ya bir rapor sunmuştu. Rapora göre Lübnan, Beyrut ve Şam vilayetleri ortak bir eğitim sistemi altında birleştirilecek, üç vilayetin her birinde altı sınıflı bir ilkokul açılacak, bu ilkokulların görevi de öğrencileri normal okullara ve kolejlere hazırlamak olacaktı. Okullarda Türkçe, Arapça ve Fransızca, üç dil öğretilecekti.
Raporun sunumundan sonra Halide Edip, Kudüs’teki kutsal mekânları ve Cemal Paşa’nın açtığı Ayn Tura (Ain Toura) Yetimhanesi’ni gezdi. Yetimhane’de savaşta ve 1915’teki kırımda anne-babasını kaybeden Ermeni çocukları kalıyordu. Bilindiği gibi Suriye ve Lübnan, Osmanlı tebaasındaki Ermenilerin 1915’teki ölüm yolculuğunun menzillerinden biriydi. Halide Edip, çocuklara Türk isimlerinin verildiğini öğrenince Cemal Paşa’ya itiraz etmişti. Ama Cemal Paşa, başka yol olmadığına ikna etmişti kendisini. Suriye’deki incelemelerini bitiren Halide Edip ve Nakiye Hanım İstanbul’a dönmüştü. Ama Halide Edip, kısa süre sonra Cemal Paşa’nın ısrarlı daveti üzerine tekrar Suriye’ye gidecekti.
Halide Edip bu ikinci seyahatine kız kardeşleri Nigâr ve Belkıs hanımları da götürmüştü. İki oğlunu ise ablası Mahmure’ye bırakmıştı. Ayrıca heyette, 50 kadar kadın eğitimci ile birkaç da erkek eğitimci vardı. Ancak bu seyahat İstanbul’da dedikodulara neden olmuştu. Bazıları Halide Edip’le Cemal Paşa arasında bir gönül bağı olduğunu düşünüyordu. Yoksa evli barklı bir kadın, çocuklarını bırakıp böyle zorlu bir yolculuğa çıkar mıydı? İkiliyi yakından gözleme fırsatı bulmuş olan Falih Rıfkı’nın aktardığına göre ikili arasında böyle bir ilişki yoktu ancak Halide Edip’in Cemal Paşa üzerinde büyük etkisi vardı. Cemal Paşa ona danışmadan, onayını almadan bir evrakı bile imzalayamaz hale gelmişti.
Aralarındaki ilişki ne olursa olsun ikili gayet uyumlu şekilde çalıştılar. Halide Edip Suriye ve Lübnan’da bir dizi okul açtı. Beyrut’taki Darü’l Nasırat adlı yatılı kız mektebi ve muallim (öğretmen) mektebi, Beyrut, Şam ve Lübnan’ın değişik yerlerindeki yatılı ve normal kız ilkokulları, Beyrut’ta üç-dört bin kız ve kadının devam ettiği sanayi mektepleri ile Suriye’deki Tanail Ziraat Mektebi ilk akla gelenlerdi.
Halide Edip bu seyahatinde yaklaşık bin kadar Ermeni yetiminin kaldığı Ayn Tura Yetimhanesi ile daha yakından ilgilendi. Cemal Paşa’nın çağırdığı Dr. Lütfi (Kırdar) Bey’le birlikte çocukları salgın hastalıklara karşı korumaya çalıştı. Ona göre Cemal Paşa, “sürgün Ermenilerine karşı eski Osmanlı devlet adamına yakışır bir vaziyet almıştı” ve Ermeni kadınlar Cemal Paşa’ya bağlılıklarını, adını işledikleri mendillerle gösteriyorlardı. Ancak bir seferinde şu itirafta bulunmuştu: “Hiç kimse ülkesini benim sevdiğim kadar sevemez, ancak, hiç kimse ülkesini benim eleştirdiğim sertlikte eleştiremez. Bu katliamların lekesini de milletimin üstünden hiçbir şey temizleyemez.”
Cemal Paşa’nın devletin meteliğe kurşun attığı bir dönemde, üstelik savaş koşullarında, Kanal seferlerinde başarısız olduğu halde, devletin ve ordunun tüm imkânlarını kullanarak giriştiği imar faaliyeti hakkında Falih Rıfkı’nın yargısı şu olmuştu:
“İhtisası onun kadar iyi kullanan ve verimleştiren devlet adamına pek az rast geldim. Yazık ki bütün eseri, şimdi bizim olmayan topraklar üstünde kaybolup gitmiştir.”
Cihan Harbi sonrasında Lübnan
Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’nda dağılmasının ardından 1920 San Remo Konferansında Lübnan Dağlarının yanısıra Bekaa Vadisi ve kıyı şeridini de içine alacak şekilde tüm bölge Suriye’ye bağlandı. Milletler Cemiyeti 1923’te Fransız Mandasını onayladı. Artık işler yoluna girmiş görünüyordu ancak böyle olmadığı bir süre sonra anlaşılacaktı. Bu tarihte Hıristiyan ve Müslüman nüfus dengelenmiş görünüyordu ancak yönetimde Marunîlere tanınan ağırlık Dürzîlerin tepkisine neden oldu. Dürzî isyanlarını sert biçimde bastıran Fransız yönetimi 1926’dan sonra daha dengeli bir politika izlemeye başladıysa da Arap milliyetçiliği bağımsızlık taleplerinden vazgeçmemişti. Nihayet 1936 yılında Lübnan’a bağımsızlık veren bir andlaşma hazırlanması zorunlu oldu ancak Fransız hükümetleri bağımsızlığı 1946’ya kadar onaylamayarak bölgenin huzura kavuşmasına engel olmayı başardı.
Sabra ve Şatilla Katliamı
Bağımsızlıktan sonra bölgede yaşanan olayları anlatmaya girişmeyeceğim. Sadece tüm bölge için dönüm noktası olan 1947-1949 yılları arasındaki Arap-Yahudi çatışmalarının ve 1967’deki Arap-İsrail Savaşı sonrasında coğrafyadaki pek çok ülke gibi Lübnan’ı da sarstığını, bu iki savaştan sonra İsrail’in Filistin topraklarının bir bölümünü işgali sonrasında Lübnan’a geçen yüzbinlerce mültecinin peşinden yaşanan sınır çatışmalarının, cemaatler arası gerginliklerin 1975’te başlayıp tam 16 yıl süren kardeş kavgasına sebep olduğunu söylemekle yetineceğim.
Bu dönemde yaşanan en korkunç olaylardan biri hiç kuşkusuz 16-18 Eylül 1982 tarihinde yaşanan ve tarihe ‘Sabra ve Şatilla Katliamı’dır. Beyrut’un güneyindeki bu iki mülteci kampı söz konusu tarihlerde İsrail ordusuna bağlı birlikler tarafından kuşatılmış, birliklerin arasına gizlenmiş Lübnanlı Marunî Falanjist milisler tarafından açılan ateş sonunda, Uluslararası Kızıl Haç örgütünün verdiği rakamlara göre Filistinli ve Lübnanlı 2.750 mülteci hayatını kaybetmişti.
İsrail tüm dünyanın tepkisini çeken olaylardaki ölü sayısını 800 olarak açıklamış ancak sorumluluğunu hiçbir zaman üstlenmek istememişti. BM bile 521 sayılı kararı ile katliamı lanetlemiş ancak suçluların adını anmaktan kaçınmıştı. Halbuki katliamdan kısa süre önce bazı Amerikan, İngiliz ve İsrail gazetelerinde olaya bizzat şahit olan doktorların, hemşirelerin anlatıları yer almıştı. Bunun üzerine İsrail hükümeti bir komisyon toplamayı kabul etti. Kahan Komisyonu, 1983 şubatında sonucu bildirdi: “Ariel Sharon katliamdan sorumlu bulunmuştur, çünkü Falanjistlerin Filistinlilere ve Lübnanlılara duyduğu büyük düşmanlığı göz ardı ederek onları birliklerine dahil etmiş, onları eylemleri sırasında denetlememiştir. Onun yapması gereken Falanjistlerin kampa girmesini engellemekti.” Peki, bu raporun sonucu ne oldu derseniz, cevap koca bir hiç!
Hizbullah’ın doğuşu
İsrail’in “kinetik” saldırı ile aktif kadrolarına büyük hasar verdiği Hizbullah (Arapça Allah’ın Partisi veya Allah’ın Hizbi) ise Lübnan’da 1982 yılında FKÖ’nün uğradığı politik yenilgilerin yarattığı kargaşa ortamında doğdu. Örgüt özellikle Lübnan’daki İsrail, Fransız ve Amerikan varlığını sona erdirmeyi hedefliyordu. Bu talepleri Lübnan’ın Şii halkı tarafından büyük sempati ile karşılandı ve örgüt ülkede giderek önemli bir güç haline geldi. İran’la organik bağları olduğu artık kesin olan örgütün bir diğer hedefi ise Lübnan’da aynen İran’daki gibi bir rejim kurmak idi. 1983’te ABD ve Avrupa askeri hedeflerine yönelik saldırıları ile adını duyurmaya başlayan Hizbullah esas itibarını 12 Temmuz-14 Ağustos 2006 tarihleri arasında yaşanan “İsrail-Hizbullah” savaşında kazandı. Zaman içinde Hizbullah taraftarlarının sayısının milyonlara ulaştığı ileri sürüldü.
Nüfus yapısı ve idare şekli
Tarih boyunca çeşitli dinlerden ve etnik kökenlerden insanlar için bir sığınma bölgesi olan Lübnan Dağları’nda bugün de onlarca farklı grup yaşamakta. 2020 yılı verilerine göre nüfusun % 50,3’ünü Lübnanlı Araplar, %22’sini Suriyeli Araplar, %2’sini Iraklı Araplar oluşturuyor. (Bu ayrımlar Lübnanlılar için önemlidir.) %10 ile Filistinliler ve %5 ile Ermeniler diğer büyük etnik gruplar. Geri kalan %10’luk nüfus ise Asuri, Çerkes, Rum, Türkmen, Kürt, İranlı, Etiyopyalı, Levanten… diye gider.
Bugün Lübnan’ın nüfusunun %54’si Müslüman (Şii, Sünni aşağı yukarı aynı oranda), %40,4’ü Hristiyan (%29 ile Katolik Marunîler %29, %6 ile Rum Ortodokslar/Melkitler, %5 Ermeni Apostolikler, Rum Katolikler ve Protestanlar) olup, nüfusun %95’i resmi dil olan Arapça konuşurken,Arapça’nın yanısıra hem Fransızca, hem de İngilizce konuşanların sayısı fazladır.
Lübnan, yüksek rütbeli makamların belirli dini grupların üyelerine ayrıldığı, mezhepçiliği içeren parlamenter bir demokrasi. Lübnan’ın özgün idare sistemine göre Devlet Başkanı Marunî Hıristiyan, Başbakanı Sünni Müslüman, Meclis Başkanı Şii Müslüman, Başbakan Yardımcısı ve Meclis Başkan Yardımcısı Doğu Ortodoks Kilisesi’ne bağlı kişilerden seçilmek zorunda.
Lübnan’ın ulusal yasama organı tek meclisli Lübnan Temsilciler Meclisi’nin 128 sandalyesi de Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında eşit olarak, 18 farklı mezhep arasında ve 26 bölge arasında orantılı olarak paylaştırılır.
Devlet başkanı ve başbakan, ülkedeki mezheplerin ortaya koyduğu mezhepsel dağılıma da uyması gereken bir kabine oluşturur. (1990’dan önce bu oran Hıristiyanlar lehine 6’ya 5’ti, ancak 1975-1990 iç savaşına son veren Taif Antlaşması’yla iki dinin mensuplarına eşit temsil hakkı verecek şekilde oranlar yeniden ayarlanmıştır.)
Bu sistemin amacı mezhep çatışmalarını azaltmak ve hükümetteki tanınmış 18 dini grubun demografik dağılımını adil bir şekilde temsil etmekti elbette ama bunun ne kadar başarılı olduğu tartışılıyor günümüzde.
Günümüzde ülkenin sosyal ve ekonomik yaşamında büyük ağırlığı olan Hizbullah’ın Beyrut Limanı’nda 4 Ağustos 2020 günü patlayıcı maddelerin bulunduğu bir depoda çıkan yangın ve ardından tüm kenti sarsan çok güçlü bir patlama yüzünden oldukça itibar kaybettiğini (çünkü patlayıcıların Hizbullah’a ait olduğundan kimsenin şüphesi yoktur), İsrail’in Gazze operasyonlarına tepki olarak, İsrail’e taciz (veya tahrik) atışları yaparak, ülkeyi yeniden savaşın eşiğine getirmesi üzerine, bu itibar kaybının daha da arttığını söyleyerek yazıyı noktalayayım.
Bakalım bundan sonra “Kâşan seccadesi”nin başına daha neler gelecek?
Gazze’den Kurşun Sesleri Arasında Yükselen Çığlık: Acil Çadır, Hijyen Kiti ve Hemen Ateşkes!
Çağrı Cihazı ile Gelen Ölüm: İsrail’den Hizbullah’a Dijital Saldırı