Savaşların ve kitle katliamlarının edebiyata yansıyışına bir miktar değinip bunun birey üzerindeki toplumsal yabancılaşmaya etkisini Tatar Çölü romanı bağlamında ele alıyorum ancak bugün hâlâ devam eden bu savaşlar ve soykırımlara dair birkaç kelam etmek gerekiyor sanırım. Yüzyıllardı emperyalist yayılmacılıktan ve sömürgecilikten doğan savaşların temel nedeni güç istencidir. Shakespeare’in anlattığı İngiltere-Danimarka savaşının da “toprak” savaşı olması burada bir örnektir. Savaşların ve soykırımların edebiyata yansımaları çokça olmuştur, aşağıda da buna bir miktar değindim. Ancak nedense günümüz çağdaş edebiyatında Filistin’e dair pek bir şey bulunmuyor. Yakın zamanda Adania Shibli’nin Türkçede Küçük Bir Ayrıntı isimli kitabı yayımlandı. Yine Shibli’nin Filistinli olduğu gerekçesiyle ödülü iptal edildi. Hem tarihi yaşatmak, bir bellek mücadelesi vermek için hem de bir tanıklığın ifadesi olarak edebiyat -kurgu yoluyla- savaşın en yalın ve empati kurulabilecek anlatısını sunar. Bu nedenle bazen tarih kitaplarından bile faydalı olabilir zannımca. Eagleton “Edebiyat eleştirmenlerinin günümüzde toplumsal bir işlevi kalmadı” diyor. Buradaki toplumsal işlevin ne olduğunu bulmak yine edebiyatçıların sorumluluğudur aslında. Yerleşimci işgalciliğe ve emperyalist yayılmacılığa karşı yazı yoluyla da mücadele edilebileceğinin bir kanıtıdır savaş karşıtı edebiyat. Çünkü açıkça bir bellek direnişidir.
Savaş Karşıtı Edebiyat Söylemi
Tatar Çölü’ünü ilgi çekici kılan şeylerden birisi Buzzati’nin de tıpkı Borchert’in eserlerinde olduğu gibi 2. Dünya Savaşı sonrası gelişmiş “yıkım edebiyatı” diye adlandırılan türe yakınlığı diyebilirim. Kitabı okuduktan çok sonra fark ettim bu türsel benzerliği. Yoksa Borchert ve Buzzati’nin edebi karakterlerinin çok farklı olduğunu söyleyebilirim. Borchert’in eserlerinde daha çok bireyin harp sonrası psikolojik ve fiziksel çöküşleri, bitkinlikleri ele alınıyor, savaşın ataerkil yapısı niteliğinde erkeklerin savaşıp, kadınların onlara karşı her koşulda “hizmet” etmesinin zorunlu kılındığına dikkat çekiyor. Savaşın milliyetçi hezeyanlarla propagandasının yapıldığı dönemlerin başını çeken 2. Dünya Savaşı’nı Alman bir yurttaş olarak bizatihi tecrübe etmiştir Borchert. Nazi Partisi’ne katılmak istemediği için Gestapo tarafından tutuklanmıştır. Savaşın bireyin -bununla orantılı olarak toplumun- üzerindeki etkilerinden çokça etkilenen Borchert bu gibi konuları eleştirel bir biçimde ele alıyor. Buzzati ise 2. Dünya Savaşı’nda gazetecilik yapan birisi olarak bu metninde yine savaşın aslında bir hiç olduğuna dair eleştirilerini yansıtıyor ve özellikle savaşın bir getirisinin olmadığını umutsuzluk metaforu altında ele aldığını görüyoruz. Bununla beraber edebiyatın her alanında yazan birisi Buzzati. Tıpkı Borchert gibi onun da oyunları mevcut. Buzzati’nin sonradan gerçeküstücü bir edebi tarzı oluşmuş olsa da Tatar Çölü bana göre varoluşçu bir dille yazılmış ve bireyin döküntüleri üzerinden ilerleyen bir savaş eleştirisidir.
Borchert ve Buzzati’de karşımıza çıktığı gibi diğer savaş görmüş entelektüeller de savaşın getirisinin oldukça farkındadırlar. Savaşın halkın çıkarına olmadığının bilincindedirler. Savaş devamlılığında ataerkinin ve kapitalist ekonominin de sürekliliğini sağlar. Savaşlar emperyal hırslar ve insani nefretlerden doğan şeyler oluyor çoğunlukla. Tarih boyunca bunun edebiyatta pek çok örneği olmuştur. Edebiyat hep bunun bir hicvini taşımaya çalışmıştır. Misal Shakespeare’in Hamlet’in de bile bir savaş eleştirisi görürüz aslında. Danimarka ve İngiltere arasında bir savaş vardır. Böyle bir savaşın olması için hiçbir neden yokken toprakları ele geçirmek için -yani emperyal bir hırstan kaynaklı- bir savaşın yaratıldığını okuruz. Shakespeare eserlerinde karakterleri aracılığıyla bu sömürgeci anlayışı eleştirir. Kadınların “namusunu” korumak için savaşan erkekler, kadınları bir savaş ganimeti olarak gören erkekler. Burada erkek özne hiçbir zaman yer değiştirmez, hep aynı militer kişiliğini korurken; kadın özne hem erkeğin himayesi altında tutulmaya çalışılırken hem de aynı zamanda düşman imgesiyle bir iffetliliğin de simgesi haline getirilir ve savaşlar ataerkinin sürekliliğini sağlar. Bu da yine militarist hezeyanların ve savaş çığırtkanlıklarının erkek akıl tarafından yaratıldığının bir örneğidir aslında. Buzzati savaşa karşı yargısını şöyle tanımlarmış: “Savaş yıkımdır, ölümdür, acı çekmektir… Hiç kimse ‘Yaşasın savaş’ demeyi hayal bile edemez.”
Edebiyatın politik olabilmesi için illaki tarihsel bir evrim sürecini veya ideolojik anlatıları gerektirmez. Borchert ve Buzzati’de edebiyatı savaş karşıtı söylemsellikte bir araç olarak kullandılar. Yıkım edebiyatı varoluşsal nitelikte değerlendirilse de aslında bireylerin savaş sonrası enkazlarına, psikolojik hezeyanlarına, toplumsal yaşamlarına ve fiziksel hasarlarına dikkat çeken anlatımlara sahiptir. Bu da aslında yine politik bir anlatı taşır. Savaşın övünülür bir tarafı yoktur. Tatar Çölü’nde anlatıldığı gibi ıssız bir kalede hiç gerçekleşmeyeceğini bile bile beyhude bir umudun yitirdiği yaşamlar çizelgesidir savaş.
Umudun Sürekliliği ve Militarizmin Yabancılaşmaya Etkisi: Tatar Çölü
“…insanların her zaman birbirlerinden uzakta olduğunu fark etti, birisi acı çektiğinde, acısı sadece kendisine ait oluyor, hiç kimse o acıyı birazcık olsun dindiremiyordu; bir insan acı çektiğinde, duydukları sevgi ne denli büyük olursa olsun, diğerlerinin bu yüzden acı çekmediklerini ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun oluşturduğunu fark etti.”
Kitabımızın ana karakteri Giovanni Drogo kaleye ilk geldiğinde kapıldığı korku duygusunu hızlıca merak duygusuna yenik bırakmış. Sonralarında kendini iyicene arsız ve çıkarsız bir umuda teslim ederek annesine mektuplarında kaleye alıştığına dair yalanlar söylemeye başlamıştır. Bu arsız umut peşini bırakmamış ve onu yıllarca kalede tutsak etmiştir. Dört yılın sonunda komutan Grozi ona gençliği hatırlatarak şehirdeki güzel hayatına döndürmeye çalışsa da kaledekileri saran bu beyhude umut asla peşlerini bırakmıyordu. Bir çeşit zehirdi bu umut. Çünkü kaledeki askerler yaşamlarını bir hiç için heba ettiklerini düşünmekten çekiniyorlardı. Kaledeki bütün askerlerin bakışlarında amansız bir boşluk olduğu hissediliyordu. En önemlisi Drogo’da bu beyhude umuda bağlanmış durumdaydı. (Bkz: Drogo’nun kendini kandırma biçimini yazarın tariflemesi, “Borular çalabilir, savaş türküleri duyulabilir, kuzeyden ürkütücü haberler gelebilirdi, bir tek bunlarla kalsa Drogo yine de kaleden giderdi; ama şimdiden alışkanlıkların uyuşukluğunu, askerlere özgü kibiri, her günkü duvarlara karşı duyulan evcil bir aşkı duyumsamaya başlamıştı. Görevin monoton ritmi çerçevesinde dört ay onu tuzağa düşürmeye yetmişti. Başlangıçta ona dayanılmaz bir angarya gibi görünen nöbetler yavaş yavaş bir alışkanlık halini almış, yönetmelikleri, söylemek istediğini ifade etmeyi, üstlerin küçük takıntılarını, tabyaların yer şekillerini, nöbetçilerin yerlerini, rüzgârdan iyi korunan kuytuları, boruların dilini öğrenmişti. Göreve hâkim olmaktan özel bir keyif alıyor, askerler ve astsubayların kendisine karşı duydukları giderek artan saygıdan hoşlanıyordu… Arkadaşları da bir alışkanlık haline gelmişti… Hep alışkanlık haline gelmişti. Hep birer alışkanlıktı.”) Komutanın tecrübeyle gelen, bir nevi kaçmasını söyleyen sözlerine asla kulak asmayarak o umudu koruyor, kolluyordu. Yine Buzzati’nin buradaki umut imgesini koruması ve bunu savaş söylencesi üzerine inşa etmesi; savaşı, bomboş bir çölün ortasındaki kalenin, etrafındaki sisler gibi, bir hiç gibi görmemizi istemesinden kaynaklı.
Drogo şehre geri döndüğünde kendini büyük bir garipliğin ve yalnızlığın içinde bulur. Artık hiçbir şey eskiden alıştığı, hatırladığı, anımsadığı gibi değildir. Hayat onun için her gün bir döngü olarak süregelirken çevresindekiler (annesi, kardeşleri, arkadaşları ve sevgilisi) bu duruma ayak uyduramamıştır. Herkes tarafından da unutulmuş gibidir. Onlara karşı bir çekimserlik içerisindedir. Onlarsa Drogo’yu anlamakta güçlük çekiyorlardır. Drogo kaleyi düşlüyordu, tıpkı kaleye ilk gittiği andaki gibi şehre döndüğü anda da kendini yine yalnız ve tanımsız hissediyordu. Albert Camus’nun Yabancı’sındakine benzer imgelemlerle karşılaşırız. Şehir ve herkes bir kenara, Drogo bir kenaradır. Onun için arzulanabilir he şey kaledeki bilinmezlikler olmuştur. Kaleyi korumakla görevli olan Drogo kalede gerçekleşecek savaşın arzusuna yenik düşmüştür. Büyük bir hayal kırıklığıydı onun için bütün burada olanlar. Drogo’nun şehirdeki yabancı hallerinde sokaklar tasvir edilirken tam burada Pavese’nin Güzel Yaz romanındaki gibi bir İtalya sokağı canlanıyor gözümde ve tıpkı oradaki gibi süslü ve bir o kadar sakin bir hava esintisi alıyorum. Sanki kalenin etrafındaki sis şehre kadar inmiş gibi. Bu da yine bence yabancılaşma hissiyatını güçlendiren bir imgesellik kazandırıyor sahneye.
Kaleye döndüğü andan itibaren paranoyaya varan umutlarını sürdürüyordu Drogo, fakat bu umudun beyhude olmadığını, yaşamı bir hiç için defalarca kez reddettiğini, önüne çıkan bütün fırsatları teptiğini düşünmek istemiyordu. Belki de kendini kandırarak, kendini yineleyerek o umudu bir biçimde gerçekleştireceğini varsayıyordu. Aradan uzun zamanlar geçtikten sonra kaleden de dışlanmış olan, dışlanmış hisseden Drogo sonunda savaşın geldiğini fakat bu sefer savaşa katılamayacağını, onu yeniden bu paranoyalara sürükleyen Simeoni tarafından öğrenir. Drogo’nun o acılı, sancılı, yalnız ve dışlanmış, bütün kaygılarının nüksettiği; bütün hayatını bir hiç için oyaladığı ve o hiçin -yani savaşın- geldiği vakitte de onu görememesini yazarın tabiriyle; büyük bir acıyla selamlamak durumunda kalıyor. Kitabın sonuna doğru Drogo’yu ve bir bakıma kendini yalnız hisseden birçok insanı yüreklendiren şu cümleyi okuyoruz; “…ama sonuçta dünyada yapayalnız ve onu kendisinden başka sevecek kimse yoktu.”
Drogo’nun bunca yıl kendini hiç gerçekleşmeyecek bir savaş uğruna oyalayıp en son umutsuz ve çaresiz bir rolde kalması aslında hiç de tesadüf değil. Buzzati romanı açıkça anti-militarist bir öğeyle kurgulamış. Savaşın anlamsızlığına dikkat çekmiş. Ölümün her halükârda yaşanacağını ve bunun için illaki savaşa gerek duyulmayacağını göstermek istemiş. Bunu da Drogo’nun artık son raddelerindeki biten umudu ve çaresizliğiyle beraber ölüme duyduğu yakınlık ve yalnızlıkla yansıtmış Buzzati. Savaşı beklerken yaşayamadığı bir hayat ve savaşamadığı bir militarist arzudan mahrum kalarak da ölüyor Drogo. Tıpkı Camus’nun kısa bir cümleyle tarif ettiği gibi: “Umut, nefes nefese koşarken bir sokağın köşesinde, arkadan yetişen bir kurşunla vurulmaktı elbette.”
Buzzati bize burada istikrarlı bir biçimde savaşın anlamsızlığını vurgulayarak, savaşın bir hiç olduğunu söylüyor. “Giovanni bir gayretle dikilir, bir eliyle yakasını düzeltir, camdan dışarı son bir göz atar, yıldızları son kez görebilmek için fırlatılan küçük bir bakıştır bu. Sonra karanlıkta, hiç kimsenin kendisini göremeyeceğini bilmesine rağmen, gülümser.” Bu gülücükle beraber perde çekilir. Hüznün, kasvetin ve beyhude bir umudun tıpkı hayatta olduğu gibi burada da peşimizi bırakmadığı bir romandır Tatar Çölü.
-
Yakın zamanda kaybettiğimiz Fredric Jameson’ın arkasından yazdığı yazıda bahsediyor. Yazının Türkçe çevirisi için bkz: https://vesaire.org/kendi-zamaninin-en-buyuk-kultur-elestirmeni-fredric-jameson/
-
Almanya’da İkinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre sonra başlayan ve yaklaşık 1950 yılına kadar süren bir edebiyat hareketidir. Hareketin anti-faşist, anti-militarist sanatçıları, konularını savaşın toplum üzerinde yarattığı yıkıcı etkilerinden almıştır.
-
Bkz: Borchert’in öykülerindeki bahsi geçeni kadın ve erkek ilişkilerindeki dinamikleri iki öyküsünden yola çıkarak inceleyen bir makale, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/920922
-
Aktaran: Mellarini.
-
Dino Buzzati, Tatar Çölü, İletişim Yayınları, 2022. Syf 193.
-
Dino Buzzati, a.g.e. Syf.71-72.
-
Drogo’nun umudunun bir bekleme döngüsüne dönüşmesine yönelik Bkz: Tamer Yıldırım’ın makalesinden (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/3138353): “Umut, varoluş biçimlerinden birine dönüştüğünden yöneldiği nesnenin ne olduğu çok önemli değildir ve bu kişiden kişiye değişebilir. Umutsuzluk duygusu ise insanı canlılar hiyerarşisinde diğerlerden ayıran en önemli yönü oluşturur. Paradoksal olarak mutsuzluk umudu doğuran bir ögeye, umutsuzluk belli zaman sonra bir varlık biçimine dönüşür. Umut ve umutsuzluk birbirini besleyen iki varoluş biçimidir. Bunun eylemi de beklenti olarak kendisini ortaya koyar. Bu, evrensel bir insan gerçekliğinin olduğunun bir ifadesidir. Beklemek herhangi bir harekete geçmeden yaşamı anlamlı kılan tek edim olarak ortaya çıkar.”
-
Dino Buzzati, a.g.e. Syf. 227.
-
Albert Camus, Yabancı, Can Yayınları, 2020. Syf. 99.
-
Dino Buzzati, a.g.e. Syf. 232.