Z Kuşağı Hangi İnanç Limanlarına Sığınıyor? 

Türkiye’de yıllar yılı en çok konuşulan meselelerin başında kuşkusuz din ve toplum ilişkisi geliyor. ChatGPT’ye kısa bir soru sordum: “Türkiye’nin din ile ilişkisini nasıl tanımlarsın?”

Verdiği yanıt uzundu. Yanıt makineden özeti insandan olsun. ChatGPT kısaca Türkiye’nin dinle ilişkisini tarihsel ve toplumsal bağlamda karmaşık ve çok katmanlı olarak niteliyor. Bu bağdan bahsederken laiklik, Osmanlı mirası, İslam’ın toplumsal hayattaki yeri, Cumhuriyet dönemi reformları ve siyaset-din ilişkileri gibi birçok unsurun dikkate alınması gerektiğini söylüyor. Anlayacağınız temel çerçevenin içinde Türkiye’nin, Türklerin İslamiyet’ten önce inanışlarına, dinlerine değinmiyor yapay zekâ.

Gelgelelim son birkaç ayın belli aralıklarla gündeme gelen tartışma konularından biri İslamiyet öncesi inanışlar. Vakti zamanında Şamanizm’i konuşurken bugün Tengricilikten bahsediyoruz. Avrasya steplerinde bir inanç olarak ortaya çıktı Tengricilik. Orhun yazıtlarında bile “Tengri kültü” yer alıyor. Tengri ise “Türklerin Tanrısı”. 

Bugün birkaç farklı soruyla yeniden gündemde.

Biri Tengriciliğin din olup olmadığı…

Diğeri ise doğayı önceleyen bir inanışın nasıl radikalizmle anılabildiği…

2019’da yapılan bir ankete göre Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 90’ı İslam’a inanıyor. Ancak son dönemde inanmamayı tercih eden veya Müslümanlık dışında inançları benimseyenler de var. İşte o inanışlardan biri Tengricilik.

Türkiye’de bu inanışı özümseyenlerin sayısı bilinmiyor. Ancak sayılarının milyonları bulduğu yönünde iddialar var. İddiaların bir temeli yok daha nazik ifadeyle kanıtlanmış verilere dayanmıyor. Ne Türkiye’de ne dünyada inanç sistemleri ile ilgili raporlar hazırlayan araştırma kuruluşlarının radarında.

Fakat ağustos ayında Eskişehir’deki bir çay bahçesinde oturanlara saldıran 18 yaşındaki gencin kendisini bir oyun kahramanı görmesinin yanında aynı anda hem Tengriciliği hem Nazizm’i hem Türkçülüğü hem de Norveç’teki Utoya Adası’nda toplu katliama imza atan Anders Behring Breivik’i benimsediği öne sürülüyor. Tek başına iddialar bile özünde usa ve doğaya sarılan bir inanışın yani Tengriciliğin konuşulmasını bir anlamda zorunlu kılıyor.

Fikir Gazetesi, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nden Prof. Dr. Özcan Güngör ile hem bu konuyu hem Türkiye’deki din algısını, din-toplum ilişkisini konuştu. Daha önce Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde de görev yapan Profesör Güngör bir din sosyoloğu olarak bakın neler anlatıyor.

 “TENGRİCİLİK BİR DİN DEĞİL AMA…”

2023’te yayımlanan “Sayılarla Türkiye’de İnanç ve Dindarlık” raporuna göre, Türkiye’de Allah inancı yüzde 94. Ancak Türkiye’de son dönemde ateizm ve deizme yönelik ilginin arttığı sır değil. Bununla birlikte, bir din olup olmadığı tartışmalı olan Tengriciliğe yönelik bir eğilim olduğundan bahsediliyor. Nedir bu Tengricilik? Bir din mi yoksa kültür mü?

Konu çok mühim. Çünkü günümüzde, özellikle son günlerde, belki birazdan siz de soracaksınız, Eskişehir’deki Arda K. olayı sonrası daha da dikkat çeken bir mesele ile karşı karşıyayız: Tengricilik konusu. Bir defa şunu söylememiz lazım. Tengricilik dediğimizde, bizim aklımıza tarihsel olarak bilhassa Asyatik toplumlar dediğimiz Türk, Moğol ve yine benzeri halkların bir inanış biçimi aklımıza geliyor. Yani bir inanç sistemi. Sistematik ve sosyolojik anlamda doğrudan bir din deme imkânımız yok. Çünkü din sosyolojisi açısından bir inanç biçimine doğrudan din diyebilmemizin birtakım gerekleri lazım. Yani bir kutsal ve profan ayrımından tutun, kutsal kitaba, ibadetlere, dini mekanlara, dini liderlere, toplumsal bütünleşmeyi sağlayıcı araç ve sembollere kadar… Hasılı 9 maddemiz vardır bizim, bir inanç biçiminin din olup olmadığını değerlendirme adına. Bu açıdan baktığımızda, Tengricilik dediğimiz anlayışın doğrudan bir din olarak, sistematik bir din olarak kabul edilmesi mümkün gözükmüyor. Ancak şunu çok net biliyoruz gerek Türk tarihi açısından gerek günümüzdeki birtakım yaşayan topluluklar açısından eski Türk dininin inançlarını, sembollerini hatta uygulamalarını görüyoruz. Nedir bu? Kısaca bahsedecek olursak, yani bu Tengricilik dediğimiz şey nedir? Evet, bizim Gök Tanrı inancı dediğimiz şey, Türkler için ta kadimden beri, bilinen tarihlerinden beri en yüce yaratıcı ve düzenleyici bir güç olarak beliren bir tanrıdır. Bu tanrı elbette, tıpkı İslam’da olduğu gibi, gökleri ve yerleri yaratan, hâkimi olan ve yeryüzünde siyasal anlamda egemenliğin dağıtıcısı, insanlar arasında merhametin kuşatıcısıdır. Ve en önemli hususlardan bir tanesi de daha çok ahlaki ilkeler çerçevesinde doğayla uyumlu bir din anlayışını savunan, -ki Türklerin kadim anlayışında da bu vardır- ibadetlerin oldukça az olduğu bir sistemdir. Eski Türk inançlarında ibadet dediğimiz formlar daha folkloriktir. Bizim bildiğimiz tarza bir ibadet formları yoktur. Yani aslında karşımızda bir yönüyle toplumsal anlamda siyasal yapıları ilgilendiren, bir taraftan toplumun inanç motivasyonu ve ihtiyacını kuşatan, ama yüce ve kutsal bir tanrı inancı etrafında birleşen bir sistemden bahsediyoruz. Elbette bu, İslamiyet’ten önceki anlayışa baktığımızda temel olarak doğaya, atalara saygıya ve ruhani varlıkların kutsallığına dayalı bir sistemken, İslam’la birlikte bu çok farklı bir yapıya bürünmüştür. Ancak şunu da ifade ederiz ve bütün tarihçiler bu konuda hemfikirdir. Gök Tanrı inancıyla İslam inancı arasında paralellikler vardır. Bu dünyayı anlama biçiminde paralellikler vardır. Tanrıya bakış anlamında çok net paralellikler vardır. Hatta kimi Sami topluluklardan daha fazla paralellikler vardır. Yani Yahudi inancı hatta Hristiyanlıkta bir takım baktığınızda şimdi İslam teolojisi açısından farklı yorumlar yapılabilir. Ama Gök Tanrı inancında “Tanrı kimdir, sıfatları nelerdir?” dediğinizde Tanrı’ya ait sayılan sıfatlarla İslamiyet’in sıfatları çok ciddi olarak örtüşür. Ve bu yüzden derler ki bütün sosyologlar ve tarihçiler, Türkler İslam dinine geçerken çok kolay geçmişlerdir. Çünkü inanılmaz bir paralellik vardır. Bununla ilgili Attila’nın komutanlarından bir şey anlatılır. Attila Roma’yı vergiye bağladığında Romalılar yazıyor bunu. Büyük bir yerde toplanıyorlar. “Bize müsaade edin, biz ibadet yapacağız” diyorlar. Diyor ki bunu yazan tarihçi, “Attila’nın komutanları ‘Tamam’ dediler” diyor, “Bize bir şey demediler” diyor. Şimdi bunlar kendilerince bir takım paganist ritüeller yapıyorlar. İşte putlarla tapıyorlar filan. O zaman Romalı pagana “Ne yapıyorsunuz?” diye soruyor Attila’nın komutanı. “Tapınıyoruz” yanıtını veriyor. “Neye tapınıyorsunuz?” diye soruyor. “Şu putlara…” karşılığı verince gülmeye başladıklarını anlatıyor. Dönüp yanındakilere anlattığını söylüyor. “Bunlar bunlara tapıyormuş” diye. Anlattığı kişiler için “Gülmekten yerlere yattılar” diyor. Niye gülüyor bunlar? “Yahu böyle tanrı mı olur, Tanrı böyle olmaz. Tanrı yüce, yüksek, o bize kut veren, her şeyimizi kuşatan” yanıtını verdi diyor tarihçi metninde. “Siz yaptığınız şeye tapıyorsunuz” deniyor.

 Kuteybe bin Müslim’in hikayeleri geldi aklıma…

Evet, Kuteybe bin Müslim’in hikayelerinde de var. Türklere ilk gittiğinde “Müslüman olun yoksa sizi öldüreceğiz” deniyor. “Niye Müslüman olmalıyız?” sorusuna verilen yanıt “Bizde bir inanç var diyor. İşte Tanrı şöyle, Tanrı böyle” anlatılıyor. Türkler “Bizde zaten hepsi var. Biz böyleyiz zaten” yanıtı veriyor. “Yani biz niye İslam’a girelim ki o zaman?” diye… Teolojik açıdan baktığınızda bilhassa inanç noktasında, Tanrıya inanç, ahirete inanç ve doğanın, Tanrı’nın bir yansıması olarak, Tanrı’nın kudretinin bir eseri olduğu inancı bu Gök Tanrı inancında var. Net bir şekilde var. Dolayısıyla burada bir paralellik de var. Bu yönüyle baktığımızda elbette İslam gibi, âlemşümul, İslam gibi insan hayatının her noktasına dokunan, sistematik, metodolojik, hukuki boyutu, teolojik boyutu, ahlaki boyutu tam ve mükemmel tamamlamış bir din gibi anlamamız, kıyaslamamız zaten mümkün değil. Bunu net bir şekilde söylememiz lazım. Ama çok zorlanacaksa, günümüzde en kendisini dindar hisseden Müslümanların bile düğünlerinde, derneklerinde, cenazelerinde, dua biçimlerinde ellerimizi açıp göğe doğru “Ya Rabbi” diye bazı unsurlarımız var. Ama tabii ki bu İslam’la biçimlenmiş, İslam’la yeniden bir form kazanmış, İslam’ın kültür anlayışı içerisinde, İslam’ın evrensellik ilkeleri içerisinde onunla çelişmeyen biçimleriyle örtüşmüş ve nihayet Müslümanlık dininin içerisinde, Türk Müslümanlığı dediğimiz inanç içerisinde bu eski inançlarımızın esintileri, kırıntıları devam ediyor. Ama buna bir din dememiz veya bu dinin bu şekilde kurumsal ve sosyolojik manada bütünlüğü olduğunu iddia etmemiz mümkün değil. Bir biçimdir, anlayıştır, kültürel bir formdur. 

Şu ayrımı yapabilir miyiz? Semavi olan dinler, semavi olmayan dinler; ayrımı zaten var. Budizm, Şintoizm… Peki Tengriciliğin kesinlikle hiçbir şekilde her iki potaya girmediğini mi anlıyoruz buradan?

Aynen öyle. Yani Tengricilik dediğimiz anlayış, bu dediğimiz sosyolojik ve özellikle din ve tarih bilimi açısından din olarak kabul edilmenin ilkelerine girmiyor. Ancak daha arkaik dönemlerde insanların yaşam modellerini, bilhassa bozkırdaki insanların ihtiyaçlarını karşılıyor, o kadarı karşılıyor. Ama bunun ne yazılı bir metni var ne oluşmuş bir din adamları sınıfı var ne ibadet mekanları var ne buna ilişkin oluşmuş bir hukuk metodolojisi var; bütünlüklü bir ahlak yazılı anlamda söylüyorum yok. Zaten öyle bir şey de olmamış; tarihte de olmamış yani. O anlamda evet, sizin dediğiniz gibi. 

“TÜRKİYE’DE TENGRİCİLERİN SAYISI EN FAZLA 5 BİNDİR”

Peki Türkler İslam’ı bırakıyor mu? Bir de “Tengricilik İslam’a karşı yeni ve güncel bir inanç olarak yükseliyor” önermesi var. Nasıl buluyorsunuz? Abartılı mı, gerçekçi mi? Çünkü bir iddiaya göre Türkiye’de Tengriciliğe geçenlerin sayılarının 10 milyona yaklaştığı öne sürülüyor. Bir din sosyoloğu olarak nasıl yorumlarsınız?

Şunu çok net söyleyelim. Bu farazi ön kabulü doğrulayıcı elimizde hiçbir bilimsel veri yok. Sosyal medya algoritmalarına da baktım. İnanılmaz troller var ve her şeye rağmen o sosyal medya algoritmalarındaki Tengricilik lehine yorum, düşünce, görüş yazanların sayısı şu anda 3000-5000’i geçmiyor. Yok değil, var. Fakat bu biraz da [ÖG1] konuya hangi merkezden baktığımıza bağlıdır.  Mesela ben elimdeki Türkiye’deki radikaller ve selefilerle ilgili rakamları, kurumları, dernekleri paylaşsam, diyecekler ki “Eyvah, memleket selefileşmiş.” Biz 85 milyonuz ve 85 milyonun içerisinde şu anda çok örgütlü bu tür adamlar var. Yani Selefi, radikal, böyle terörle ilişkili falan bir sürü adam var. Bazı kişilerin dediği gibi binlerle ifade edilecek şekilde değil ama bir sürü kurum ve kişi var.  Şimdi o hangi pencereden baktığınıza bağlı. Birincisi bu. İkincisi mesela Türkiye’de elimizde sağlam veri olması açısından hem bizim yaptığımız çalışmalar var hem yakın zamanda Pew Research Center’ın yayınladığı çalışma var hem de Dünya Değerler Araştırması çalışmaları var. Yine yakınlarda bir düşünce kuruluşunun yayınladığı veriler var elimizde. Şimdi buradan baktığımızda Türk toplumunun yüzde 90’ına yakını çok net bir Allah inancına sahip. Allah inancı, çok net. Bir kısmı böyle şüphelerle olmakla beraber yüzde 95’leri çok rahat geçiyor. Yüzde 3-5’te ateistler var. Veya Pew Research Center’a baktığınızda, en son çalışmalarında “Sizin için Türkiye’de bu dindar siyasetçi aşınmasına rağmen, bir yöneticide dindarlık önemli mi?” sorusuna verilen yanıt yüzde 70 küsur çıkmış. En yükseklerden biri çıkmışız yani. Toplum sözünü dinlemek ve kendisini yönetmek için yetki vereceği kişide dindarlığı arıyor. Türkiye’de dindar deyince öncelikle İslam akla geliyor doğal olarak. Veya bizim yine yapılan çalışmalarda oruç tutma, namaz kılmaya baktığımızda yüzde 70’in altına düşmüyor oranlar, kişisel dindarlıklarını ölçtüğünüzde. Siyasal dindarlıklar başka bir şey, oraya girmeye gerek yok. Ama nereden bakarsanız bakın, Türkiye’de Tengricilik ile ilgili az önce ifade ettiğiniz rakamın olma imkân ve ihtimali yok. Fakat şunu net söyleyelim. Sosyal medya, özellikle son birkaç yılda bir popülerleştirici söylem bir takım siyasal olaylar, birtakım aidiyetler, birtakım özdeşlikler kurarak böyle bir algı oluşturulmaya çalışılıyor. Fakat sosyal medyanın doğası gereği algılar gerçeği yerini tutmasa da mesele dikkate çekmiyor değil, çekiyor. Sizinle de bunu oturup konuşuyoruz yani. Ama şunu söyleyebiliriz, Türkiye’de bilhassa siyasal dindarlık bağlamında İslam’ın kurumsal yapılarına ilişkin mesafe artıyor. Kurumsal dine ilişkin mesafe artıyor. Elimizde buna ilişkin veriler var. Bunu konuşabiliriz. Veya bizim İslam’ın kurumsal yapılarını temsil ettiğini düşündüğümüz siyasi dini, kurumsal vakıf, dernek, STK neyse bunlara karşı mesafeler artıyor. Cemaat, tarikat neyse…

Siz hatırladığım kadarıyla daha Diyanet İşleri Başkanlığı’nda çalıştınız değil mi?

Doğrudur.

Çalıştığınız dönemle şu andaki dönem arasında bir fark görebiliyor musunuz? Hani “kurumsal mesafe artıyor” deyince aklıma geldi…

Çok ciddi mesafe var. Bu doğrusu doğrudan Diyanet’in kendisiyle de alakalı değil. Küresel dünyanın gittiği bir süreç var. Sadece bizimle alakalı değil. Ama ayrıca bizdeki iktidarla ilişkiler, temsili noktada Diyanet İşleri Başkanlığı ve ilgililerin bir takım toplumdaki karşılık bulmayan tavırları ve benzeri… Tabii ki en önemlisi FETÖ. FETÖ’nün geriye bıraktığı bir miras var. Sosyolojik mirası biz henüz konuşamadık. Yani tamam FETÖ bir terör örgütü. O güvenlik işine bakanlar baksınlar. Ama bunun geriye bıraktığı inanılmaz bir enkaz var ve biz buraya henüz giremedik. Sosyolojik olarak bu yapı Türkiye İslam’ı içerisinde doğmuş bir yapı. Yani buraya gelemedik. Fakat şunu söylemek gerekiyor. Çok net, kurumsal olarak Türkiye’de ilahiyat fakültelerinin, imam hatip okullarının, buna bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın cemaat ve tarikatların maddi ve fiziki imkân ve kabiliyetlerinin artmasına karşın etki alanlarının azalma ve toplumun geneline hitap ederek yönlendirme potansiyellerinin azalması tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu net bir şekilde görüyoruz. Bir değişim, belki modernleşme, belki bu sekülerleşme, daha doğru ifade edersek. Sekülerleşmenin ve dijital çağın getirdiği bir yenilik, dijitalleşme karşısında bu kurumların doğru tepkiler ve doğru cevaplar verememesinin bir sonucu ve başka bir sürü şeyler sayabiliriz. Kısacası Tengricilik’te öyle denildiği rakamlara ulaşması mümkün değil. Bir de şöyle bir şey var. Türkiye’de sadece bu yakınlarda değil, ta 1940’larda, 30’larda Tengrici anlayış ve buna inanan kişiler var. Yok değil yani. Bu yeni çıkmış bir şey değil.

TURANCILIKTAN Z KUŞAĞINA…

Yani Tengricilikle Turancılığı, Nihal Atsız öğretisini bir mi tutuyorsunuz, onu mu kastettiniz?

Onu kastediyorum. Çünkü siyasal olarak, özellikle MHP içerisinde böyle bir damar ve bu damarın ayrışması, kendi içlerinde çatışması falan var zaten.

Tanrı Dağı, Hira Dağı meselesinin Tanrı Dağı kısmı.

Tanrı Dağı kısmı ama Hira Dağı galip geldi ama o sonra iş güzel bir şeye dönüştü. Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman, Türk-İslam sentezine dönüştü. Belki de doğrusu da buydu veya bilmiyorum ama oradaki şey şu; o dönem Tengrici olduğunu daha öne çıkaranlar da bunu İslam’a rağmen ve onu yok sayıcı olarak değil, aksine İslam’ın içinde ve onunla yorumlayarak söylüyorlardı, kimlik olarak. Ama şimdi farklı bir şey var. Yani şimdiki gençlerin, bir kısmı “Türk dini deistiz” diyerek alternatif bir dini anlayışı, protest ve dışlayıcı kökenci bir felsefe üretme peşindeler.

TÜRK DİNİ DEİSTİ VE YENİ ARAYIŞLAR

 Ne demek bu?

Türk dini deistiz; yani Türk dininin içerisindeyiz, yani İslam dışındayız ve Türk dininin deistiz; yani işte Tanrı var, Tanrı doğaya da bize çok güzel imkanlar vermiş ama böyle her şeyimizle karışmıyor; ibadet falan da bizden istemiyor, toplumsal sorumluluk ve ahlaki çerçevede bizi Tanrı ona da sorumlu tutacak, öbür tarafta falan diyorlar. Dolayısıyla bu damar vardı. Fakat bu damarın, özellikle bu açık konuşmak gerekirse, Z kuşağı nesliyle çok farklı kanallar bulduğunu görüyoruz biz şimdi. Yani daha önce baktığımızda “Ya bunlar nereden çıktı?” falan diyeceğimiz türde karşımızda bir durum var. Türkiye’nin sosyo-kültürel ve politik bir bağlamı var. Bu bağlam gittikçe sekülerleşen bir toplumu da bize söylüyor. Açık konuşalım, ülkemizde dindarlığın farklı boyutları arttığı amaçla gelinen noktada o farklı boyutların daha da sekülerleşmeye dönük eğilimler taşıdığını söylememiz lazım. Veya bir kısım dindar görünümlerin ülkedeki rahatsızlık verici davranışları bir tepkiye de sebebiyet veriyor.  Ve en önemlisi belki çağın bu getirdiği bireycilik, bireysel dindarlıklar, bireysel anlayışlar ki Batı bizden 30-40 yıl önce bunu tecrübe etti, ediyor. Ait olmadan inanmak, “Believing without belonging” yani ait olmadan inanma gibi Batı’nın bizden çok önceleri tecrübe ettiği şeyi biz yeni yeni tecrübe ediyoruz. Yani insanların, o kurumsal bilhassa gençlerin kurumsal yapı içerisinde bir dini çeşitlenme ve bireysel din anlayışlarını inşa ettiklerini görüyoruz. Fakat bu toplumun topluca bir kültürden başka bir kültüre geçişi, bir dinden başka bir dine geçişi asla değil. Bu doğal ve belki Türklerin İslamlaşma süreci içerisinde yüzleşmek zorunda oldukları bir durum ve tahmin ediyorum bu Z kuşağının ilerleyen sürecinde bu dediğim gibi topluca bir din değiştirme, topluca bir başka yola geçme değil; belki tabiri caizse adına neopaganizm denilebilecek bir durumla karşı karşıya. Ancak bunun sonu gençlerde ve genel olarak toplumda daha rasyonel bir İslam anlayışı olacaktır. Her ne kadar ülkede bir kısım geçmişteki kendilerini milliyetçi, Türkçü ve benzeri adlarla bu ilgilerini söyleseler de şimdiki durum daha farklı ve bilhassa ideolojik yönelmeler, ülkedeki dindarların temsil problemleri ve siyasal yaklaşımlar sebebiyle bu cazip olmaya başladı. Dolayısıyla modern dünyada bunun karşılığı ne olur? Alternatif bir anlayış olarak yükselebilir mi? Bu tartışmalı bir şey. İslam’a alternatif olma imkânı ve ihtimali yok. İslam’ın ahlaki ilkelerini, fıkhi hükümlerini ve toplumsal yaşamdaki etkilerini azaltma imkânı ve ihtimali de yok. Tabii burada en önemlisi, bu şekilde çok yerel ve lokal olan bir anlayışın sanki milyonlarca insan tarafından temsil ediliyormuş gibi lanse edilmesi. İşte dernekler var deniyor. Hayır, hiçbir şey yok. Sosyal medya üzerinden birtakım fikirleri referans ederek oraya Tengriciliğe atıfta bulunuyorlar ama din olarak değil, kültürel bir uyum veya bir öykünme… Hatırlarsınız Halaçoğlu Hoca milletin soy bağını çıkardı, milyonlarca insan ona hücum etti, ardından e-devlet sisteminde soy ağacı modülü açıldı, sistem çöktü. Yani insanlarda bir geçmişi merak etme adeti var. Biz biraz kültürel hafızasını kaybetmiş bir milletiz.

Dolayısıyla biz kimliğe yönelik hem dini hem kültürel sorgulamalar içerisine girişiyoruz.

Aynen öyle. Bu ikisini de karşılıyor. Biri “Ya biz niye çaput bağlıyoruz?” diyor. “Niye? Çünkü eski Türk dininden gelen var” karşılığını buluyor. “Aa demek ki bizde o zaman bayağı bir eski Türk geni varmış.” deniyor. Böyle bir gidiş var. Yani kültürel bir değişim, bir dönüşüm var. Bunun tezahürleri var. Ancak bu tezahürlerin yerel bir anlayış içerisinde küçük topluluklar tarafından ve bilhassa dijital ortamlarda temsili, öyle sanıldığı gibi alternatif olabilecek, büyük kitleleri etkileyebilecek, kurumsal olarak yapılara dönüşebilecek bir durum olma ihtimali gözükmüyor. Ancak bu sosyal medyada eğer organize belli bir 2000’e yakın bir algoritma öyle gösteriyor. 2000’e yakın bunu paylaşan, sürekli üreten hesap var. Bu da ciddi bir şey yani sosyolojik anlamda. 

TENGRİCİLİK, NAZİZM VE IRKÇILIKLA NASIL BİR ARAYA GELEBİLİYOR?

Nazizm ile Tengriciliği yan yana koyan bir makaleniz var. “Radikalleşmenin belirli bir ideolojiye dayalı olmaktan ziyade, bireylerin toplumsal yabancılaşma ve aidiyet arayışıyla yöneldikleri bir olgu olduğunu düşündüğümüzde, aşırı sağ veya Tengriciliğin radikalleşmesinden ziyade, radikal tiplerin bu ideolojilere sığınarak Nazizm ve Tengricilik gibi akımlara kaydığını görebiliriz.” diyorsunuz. Bunu biraz açmanız mümkün mü? Z kuşağındaki radikalleşme eğilimlerini Tengricilik ile ilişkilendirdiğiniz sonucu mu çıkıyor buradan yoksa başka bir şey mi anlatmak istiyorsunuz?

Şimdi ben o cümleyi yazarken Oliver Roy’un meşhur bir atfı vardır: Radikallerin İslamlaşması diye. Onu söyledim. Türkiye’de bu anlamda radikal tipler kendilerini Tengricilik, aşırı sağ veya aşırı etnik gruplar içerisinde bir aidiyet meselesi olarak, bir ihtiyaç meselesi olarak konumlandırıyor ve oradan hareketle bir kimlik inşa ediyorlar. Dolayısıyla Türkiye’de Tengriciler radikalleşmiyor. Radikaller -bilhassa Z kuşağında da bunu gözlemlemek mümkün- kendilerine ait hissedecekleri ideolojik argümanlar ve sığınabilecekleri kültürel limanlar arıyorlar. Bu limanlardan bir tanesi Türkiye’de, özellikle son yıllarda görüyoruz, bu Tengricilik. İşte nereden çıktı bu? İlginç bir şekilde o yazıda da hatırlarsınız, o Arda K. örneğindeki o cani çocuk, bir taraftan Nihal Atsız ve benzeri figürleri kullanarak kendisinin Tengrici olduğunu yazıyor notlarında falan. Ama bir taraftan da Türk düşmanı Anders Behring Breivik gibi adamlara da hayranlık besliyor. Şimdi Tengrici ise Türkçüyse, bu öbürleriyle olmaması gerekiyor. Bu neyi gösteriyor bize? Bu bize sosyolojik olarak bir şeyi hatırlatıyor. Z kuşağının radikalleşmesinde birtakım göstergeler var ve bu göstergeler bize bu çocuklarda bir kimlik bunalımı olduğunu, bir yabancılaşma emaresi olduğunu, kendilerine anlam ve aidiyet aradıkları bir kimlik boşluğu olduğunu söylüyor. Bir kültürel boşlukları var. Bu kültürel köken ve kimlik arayışı bunları Tengricilik gibi aslında tam olarak ne olduğu belli olmayan ki o çocuğun hal ve hareketlerinde ve referanslarında bunu bilmediği, bunun en azından mesela Tengricilik diyecekse, Tengricilik’te doğada bir ağacın yaprağına zarar vermemeniz gerekiyor.

Tengricilik de bir taraftan diyor ki, özünde us, ahlak vardır; ağacı, doğayı korumak vardır. Ama bu bahsedilen kişi tamamen başka bir şey.

Cani bir adam. Dolayısıyla burada karşımızda aslında tipik bir kimlik kargaşası var; kimlik ve aidiyet problemi var. Bu kimlik ve aidiyet probleminden hareketle adam kendisini bir yere konumlandırıyor. Buradan hareketle radikal tiplerin Tengriciliği bir kimlik ve aidiyet aracı olarak kullanmaları mümkündür. Ancak bu durum Tengriciliğin radikal bir ideoloji olduğu anlamına gelmez. Bunun altını çizmemiz gerekiyor. Yani o tiplerin, Z kuşağı tiplerinin kendilerini bu kimliğe ait hissetmeleri, Tengriciliğin aynı zamanda radikal bir ideoloji olduğu ve aman aman uzak durulması gerekir, çok dikkat edilmesi lazım, hayır, o anlamda değil. Nihayet Tengricilik ideolojisinin içerisine baktığınızda aslında bu türden radikalizm üretmek çok mümkün değil. Ama günümüzdeki Z kuşağı örneğine baktığımızda karşımızda kimliğini tam oturtamamış, kendisine ait hissettiği toplumla ilişki kuramamış, yabancılaşmış; hatta toplumuna yabancılaşmış ve serseri mayın veya serseri bir kurşun veya yalnız kurt dediğimiz tipten kendi içerisinde yeteri kadar radikalleşmiş, aidiyet problemi yaşayan bir tip, böyle canice bir harekete girebiliyor. Dolayısıyla buradan hareketle Z kuşağının da taşıdığı kimlik ve yabancılaşma gibi problemler sonucu radikalizm tiplerin daha sonra kendilerine ideolojik birtakım argümanlara yaslandıklarını veya onu kullandıklarını söylüyorum. Bilhassa buradan hareketle Tengricilik radikalizm üretir, Tengricilik insan yaşamına kasteder falan gibi birtakım anlayışlar için malzeme elimize yok, doğru bir şey değil. Bu örnek de bunu gösteriyor zaten.

GERÇEK İSLAM, GERÇEK TENGRİCİLİK, GERÇEK DİN NE? 

Anladım. Yani az önceki yapmış olduğunuz tanım ve çerçeve gereği nasıl hani “Gerçek İslam bu değil” denir. Gerçek Tengricilik de o değil o halde. Aynı zamanda Tengricilik de bir din değil. Kültürel bir kodlama, geçmişten bugüne kısmen taşınan ama insanların bugün günümüzde daha çok kimlik aidiyeti ile ilgili sorun yaşayan bir kesimin sığınak olarak kullandığı ve radikalleştiği bir alan diyorsunuz, anladığım kadarıyla.

Kesinlikle çok güzel söylediniz. Biz yanlış temsiller olunca “Gerçek İslam bu değil” deriz. Doğrudur yani gerçekten öyledir. Teolojik olarak dinlere baktığınızda zaten öyle kötü çok kötü temsiller falan bulamazsınız ama dışarıda sosyoloji öyle demiyor. İşte kendisini Yahudi diyen adamlar şu anda 40 bin insan öldürdüler ve daha öldürmeye devam ediyorlar. Ama Tevrat’a baktığınızda başka bir şey söylüyor: “Öldürmeyiniz” diyor Tevrat en azından. Hristiyanların sevgi dinidir, doğrudur ama Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı’nı çıkartan onlardır. On milyonlarca insanı onlar öldürmüştür. İslam da demiyor ama Müslümanlar yapıyor veya Yahudiler yapıyor veya Hıristiyanlar yapıyor. Şimdi burada da Tengriciliğe baktığımızda bir inanç biçimi olarak öyle radikal falan öyle bir şeyler olmadığı gibi aksine doğayla bütünleşik bir farklı felsefe var. Ama evet, gerçek Tengricilik bu değil ama bu tür temsiller var. Kendisine o kimliğe ait hissedenlerin son zamanlarda bilhassa göçmen karşıtlığı, bilhassa aşırı düşmanlaştırıcı, aşırı ötekileştirici, aşırı dışlayıcı tavırlarını da görüyoruz. Bu, Tengricilikte değil ama o radikal tiplerin Tengrici kimliğe kendilerini yamamalarından kaynaklı bir durum olarak okumak gerektiğini düşünüyorum.

Levent Üzümcü: Okulda Tiyatro için Kapıyı Kapatırlarsa Bacadan Gireceğim

Aklını Bavula Koyanlar: Beyin Göçü