₺0,00

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Kapitalizm ve Şiddet Hakkında Konuşmalıyız

Korkunç bir şiddet sarmalının girdabında öfke, korku ve çaresizlik içinde kıvranıyoruz. Başta çocuklara, hayvanlara, kadınlara, göçmenlere ve LGBT+’lara yönelen bu şiddet dalgasının yarattığı infial, olayları nasıl ele aldığımıza dair de pek çok bilgi veriyor. Bu yazının son zamanlarda içine hapsolduğumuz korkunç döngüyü hepten açıklamak gibi bir niyeti yok. Hatta olaylara yönelik sihirli formüller sunan ya da bunları neredeyse tek boyutla ele alarak beyhude bir rahatlama hissine yol açan tüm yaklaşımların neden sorunlu olduğuna işaret etmek gibi bir iddiası var.

Narin’in katli sonrası, bu türden bir yazı yazmak dahi olaydan nemalanma kümesine denk düşebilir ikilemi yaşadım. Olayın önce dedektifçilik oynamaya, ardından magazine ve nihayet okültizm avcılığına varan seyri, olayın kendi vahşetini, apaçık gerçekleri ve soruşturmaya muhtaç soruları da ne yazık ki gölgede bıraktı. Gazeteciliğin nasıl olmamasına dair ders niteliğinde birçok şeye şahit olduk, sosyal medya hesapları da bu gösteriye hızlıca eklemlenip durumun daha da rezil bir noktaya varmasına katkı sundu. Henüz bunları konuşmaya fırsatımız olmadan yeni bir katliamla sarsıldık. Çok kısa bir süre içerisinde, aynı izleğin yani dedektifçilik, magazinleştirme ve okültizm avcılığı adımlarının yeniden devreye girdiğini üzülerek görmek çok zamanımızı almadı. 

Genel olarak güçsüz ya da dezavantajlı gruplara yönelen şiddetin nedenlerine dair konuşmak şart ancak bu çok kapsamlı bir araştırma ve tartışmayı zorunlu kılıyor. Bu yüzden bu yazıda Ayşenur Halil ve İkbal Uzuner’in vahşice katledilmesi sonucu gündeme gelen tartışmalara ve verilen tepkilere kısaca değinmekle yetineceğim. 

Yakın zamanda Eskişehir’de gerçekleşen kitlesel saldırı sonrası, gençler arasında yaygınlaşan eğilimler, kamuoyu nezdinde daha fazla ilgi görmeye başladı. Incellik, aşırı sağ örgütlenmeler ve bunların iletişim kanalları, terminolojileri daha fazla insanın dikkatini çekti. Aslında feministler, yeni sağın yükselişi üzerine kafa yoran kitleler için nispeten aşina olan bu yeni gerçeklik, ete kemiğe bürünüp kendini manisfetolarla, şiddet eylemleriyle görünür kılınca, sınırlı bir kesimin varlığını işaret ettiği tehdit, birçok kişi tarafından konuşulur oldu. Kanziler, inceller, liseli bebeler gibi çoğu zaman küçümsenerek ele alınan bu grupların, sebep olabilecekleri şeylerin boyutu karşısında mercek bir anda telegram, discord gibi platformlara, bu grupların iletişim kurduğu çeşitli forumlara kaydı. Buralarda araştırmacıların karşılaştığı vahşet, meselenin pek de küçümsenecek cinsten olmadığını göstermiş oldu. 

Bir yeni altkültür olarak incelliğin ya da incellik kadar radikal olmasa dahi, onun esin kaynaklarından etkilenen varoluş biçimlerinin, çoğu zaman aşırı sağ ile ilişkilenen bu şiddet övgüsünün ve bunun üzerinden bir araya gelen grupların analizine dair Çağla Üren’in bilgilendirici yazısının üzerine koyacak bir tuğlam yok, o yüzden konunun detaylarına ulaşmak isteyenlere Üren’in yazısının linkini bırakıyor, konuya başka bir noktadan ele almaya çalışarak yazıma devam ediyorum. 

ZAMANIN RUHU

Uzun süredir kuşaklar arasındaki ilişkilere dair daha fazla kafa yormamız gerektiğini düşünüyorum. Önceki kuşakların, kendinden sonra gelenlere muhafazakâr refleksler göstermesi, onları eleştirmesi (ne tesadüftür ki her kuşak zamanında kendine yöneltilen eleştirilerin kimi zaman aynısını bir sonraki kuşağa yöneltir) neredeyse kuraldır. Z kuşağına dair çıkarımlar, hem veri ve analizden yoksun olması, hem de bu tekrar eden kuşak çatışmasının olağanlığı dolayısıyla bana asılsız ve çoğu zaman da abartılı göründü. Bu kuşağı bencil, düşüncesiz, apolitik bulmanın kolaycılığıyla, bu nesli aşırı sağa meyyal, erkeklerinin çoğu kadın düşmanı, ekseriyetle ırkçı, en iyi ihtimalle de gerici, tutucu addetmenin hâlâ kolaycı ve yaftalayıcı olduğunu düşünüyorum.

Ancak  belli davranış örüntülerinin, belli semptomların tümden anlamsız olduğu gibi bir sonuca da varmayı da yine kolaycı buluyorum. Ok Boomer, her şeyi bildiğinden emin, ayrıcalıklarını sorgulamaktan aciz, müşüklpesent bireyi tanımlarken, bir kuşağın ruhunu yansıtan yargılardan ve önyargılardan sentezlenmiş bir sıfat olarak yerleşikleşti. Boomer’lar çok eleştirildi, eleştirilmeye de devam ediyor. Bu eleştiri, haklı yanları olmakla beraber nasıl ki bir yaşlı nefretini de beraberinde getirdiyse, Z kuşağını tümden kötücül bir pozisyona hapsetmek de birebir aynı riskleri taşıyor. Bu yüzden tekrar eden örüntüleri ve kaydadeğer semptomları değerlendirirken bile toptancı bir yaklaşım takınmamaya, bu çocukları stigmatize etmek yerine mümkün olduğunca çağın ruhuna ve bu ruhu şekillendiren toplumsal etmenlere odaklanmaya çalışacağım. 

Z kuşağı, sosyal ve dijital mecralarda görünür olmaya başladığında, çok daha farklı bir intiba yaratıyor, kitlelerdeki beklentiler de farklı şekilleniyordu. Savaş dışı dönemler haricinde böylesi bir yoksunluk ve güvencesizlikle karşılaşan ilk kuşak olarak Gen Z’nin meme kültüründen sosyolojik makalelere dek tasviri çok daha isyankârdı. Anne babasının evlendiği yaşta kendine bir çöp dahi alamayan, güvenceli, sigortalı bir iş talebi bir asla karşılık görmeyecek, ev ya da araba alması hayal dahi edilemeyen bu kuşağın, kendini radikal düşünceye yakın hissetmesi beklenen bir şeydi ancak söz konusu radikalliğin yönü bu değildi. 

İçlerinde bulundukları durum dolayısıyla öfkeliydiler, haklı bir öfke, her kuşağın bir önceki nesle yönelttiği ve biraz aşırıya kaçması da anlaşılır türden bir öfke. 70’lerin ortasında, neo-liberalizminin göbeğine doğmuş çocuklar hippilerden nefret etmiş, onları pasifizmle suçlamışlardı. Bu suçlamanın haklı yanları vardı elbette, 68 hareketini kariyer basamağı gibi kullanmış isimlerin merkez ve sağ partilerde kariyer yapması, politik sanattan milyonlar kazanıp köşesine çekilen ve dahası egemenlerle sorunsuzca el sıkışan müzisyenler… Ancak bu nefretin ifrada kaçması da kısa sürmemişti. Örneğin punk kültüründe swastikanın kullanılması, başta hippilere, sonra farklı toplumsal gruplara uzanan nefret söylemi gibi sorunlar, iki kuşak arası gerginliğin nerelere varabileceğini gösteren önemli kültürel çıktılardı. Gen Z’ye dönecek olursak, üst kuşaklara yönelen nefretin bir anda genel bir yaşlı nefretine döndüğünü, bilhassa kadınları aşağılama konusunda ageist ve cinsiyetçi tutumların iç içe girip bu öfkenin yine ifrada kaçtığını söyleyebiliriz. 

Söylemi bir yana koyalım, sosyal medyada yaşlıların ücretsiz ulaşım hakkı üzerine dönen tartışmalar, uygulamanın iptaline yönelik talepler, covid pandemisi döneminde yaşlılar en kırılgan grup olmasına rağmen onlara vebalı muamelesi yapan kitleler, literatürümüze yaşlı intiharı gibi kavamların girmesi…

Bu koca toplumsal derdin müsebbibi Z kuşağı olamaz. Ancak mevcut neoliberal sistemin argümanlarının bu kuşak nezdinde karşılık bulduğunu söylemek de sanırım abartılı olmayacaktır. Üretim süreçlerine fiilen destek vermediği için bir nevi kambur olarak görülen yaşlı popülasyonun tamamının gerici, tuzu kuru gibi söylemlerle gençlerden hak ettiklerini çalan vampirler gibi tasvir edilmesi, kapitalizm için muhakkak ki büyük bir avantajdır ve üzücü olan yeni neslin bu söylemi kapitalizm adına yeniden ve yeniden üretmeye gönüllü olmasıdır. Eskişehir’deki saldırıda hedefin yaşlılar olması kayda değerdir ve yeniden dolaşıma girmesini istemediğim için referans vermediğim manifestoda yaşlı nefreti aleni şekilde ifade edilmiştir. 

Yaşlı nefretinin sadece Gen Z’de değil, toplumun genelinde karşılık bulan ve üretim süreçlerinden kopan insanlara yönelik bir nefret biçimi olarak (yaşadığımız coğrafyada 65 yaş üstü çalışan oranı azımsanamayacak derecede olsa, hatta kayıtdışı yaşlı işçiler emekli maaşlarıyla geçinemediği için iş cinayetlerinde katledilseler dahi) kendini sürekli ürettiğini görüyoruz. Bakım desteği, sosyal yardım, emekli maaşları gibi konular bahis olduğunda, kendi yoksunluğunu bu gruplara ayrılan sosyal destekle mukayese edip söylenenlerin sayısı az değil, söylenenler de sadece Z kuşağına mensup değil. Artık alıştığımız bir tablo bu, kendine bahşedilmeyen için gasp edenle değil, nispi olanaklara sahip olanlarla kavga etmek ve bunu daha da öteye götürüp nefret etmek, nefret söylemini yaygınlaştırmak.

İddiamı bir adım öteye taşıyacağım, kendi yoksunluğunun muhatabı olarak kapitalizm ve egemenler dışında her şeyi suçlamanın, kendi hakkını ama yalnızca kendi hakkını savunmanın, toplumsal bir çıkış yerine bireysel kurtuluş masallarına inanmanın, kısacası bu çağın rüyasının ve bu çağın ruhunun şekillendirdiği insanın nihai formu, narsistik benliği tekil ve kolektif olarak yeniden üretmeye mahkum. Sıkça denk geldiğimiz birkaç örnek üzerinde durup sonra bazı sorular soracağım. 

İntiharın yaygınlaşması yukarıda bahsettiğimiz tabloda, yani bir yandan güvenceden ve yetmezmiş gibi duygudan, dayanışmadan yoksun bir toplumsal atmosferde kaçınılmaz. İnsanın kendi canına kıyması, her zaman hem toplum bilimler hem de sanat için dikkat çekici olmuştur. Bu eylemin taşıdığı dehşet kendine tragedyadan modern edebiyata defalarca yer bulmuş, sosyoloji bir disiplin olarak kendini ortaya koyma aşamasında bile intiraha ayrı bir yer vermiştir. Rayların altına atlayarak intihar eden biri karşısında insanlar dehşet değil öfke yaşıyorsa, bu öfke özel hayatın aksaması yahut işe geç kalma endişesiyle kesişiyorsa, burada artık insanlığın ortak değerlerinden bahsetmek mümkün müdür? Bizi kültürel ve duygusal olarak eğiten tüm yapıtların, dolayısıyla kültürel ve duygusal belleğimizin sıfırlandığı bir çağda, örneğin çocuklarımıza Anna Karenina okutmanın artık bir mânâsı kalmış mıdır? 

Asıl soruya gelelim: Üretim süreçlerinden kopan bir yaşlı, ya da üretim süreçlerinden kopan bir ölü, artık üretim sürecini aksattığı için bir düşman haline geliyorsa, bizi bir arada tutan bir değer sisteminden bahsedebilir miyiz? Kapitalizm artık ölüyü bile rakip haline getirmeyi başarmış, kadim ölüye saygı mitini dahi yıkmıştır. Burada ufak bir parantez açacağım, apayrı bir tartışmanın konusu. Değerler ya da etik illa muhafazakar bir norm tanımlamak zorunda değil. İnsanlığı bir arada tutan, kutsal kitaplardan mitolojilere, binlerce yıllık deneyimden damıtılan, adsız sözleşmeyi ayakta tutan şeylerden bahsediyorum. İyi ve kötünün imlediği şeylerin de, normun da her anlamda tartışmaya açık olduğunu bilerek, en temel harcın, zarar vermemeye, hayatı devam ettirmeye yönelik bir sistemin altı kazınırsa ne olur?

ZURNANIN ZIRT DELİĞİ

Zorlanarak da olsa okuduğum incel forumlarında denk geldiğim tutum, yukarıdaki soruyu sormama neden oldu. “Tabu”yu ortadan kaldırırsak ne olur? Ensest ensest olmaktan, cinayet kötü olmaktan çıktığı anda bizi ne bekler? Bu soruyu kaydadeğer buluyorum. 1999 yapımı Ravenous filmi bize işgalci açlığının bir tabuyu, yamyamlık tabusunu ortadan kaldırmasının sonuçlarını sunan bir başyapıttır. Film, yamyamlığın geridönülmez bir süreç olduğunu ve işgalcinin iştahıyla yamyam iştahının paralelliğini sansürsüz gösterir. 

Kitlesel katliam fotoğraflarının ortaya saçıldığı, İsrail’in tüm vahşetini sınırsız ve sorumsuzca ortaya koyup tepki bile görmediği, her türden şiddetin kısa süre sonra adeta pornografik içeriğe dönüştüğü bir çağda, tabuyu altüst edecek bir iştahın kabarması tesadüfi olamaz. Forumlara girdiğinizde bir nevi aşırılık şovunun içine düşersiniz. Ensestten işkenceye, şiddetin envai türlüsünden herkesi iğrendirecek davranışlara dek bir performansla karşılaşırsınız. Açıkçası, bunları yazanların hepsinin dediklerine inandıklarını düşünmüyorum. Bu, yamyamlığa kabul için gerçekleştirilen bir nevi erginleme töreni gibi. En sınır aşan, en ezber bozan böylelikle kabul görüyor ve bir süre sonra ritüelin sembolikliğini unutup, yalanlarına inanıp cani vasfında karakter gelişimlerini tamamlıyorlar. Bir sözleşmeyi lağvetmenin, ayrı bir değer düzeni kurmanın aidiyetiyle göneniyorlar. Peki bu çocuklara bu yeni sözleşme neden cazip geliyor? Ergenliğin aykırı olmak, ezber bozmak, sinir etmek vb davranışlara içkin olduğunu biliyoruz. Bugün her beş yılda bir hortlamasıyla meşhur satanist panic yine zuhur ettiyse, birkaç not düşelim. Hıristiyan muhafazarlığa karşı satanik imgelerin kullanımı, dünyanın tanrısal düzende adil olmadığına, cennetten kovulan şeytanın daha dürüst ve adil olduğuna dair bir tersinlemeydi. Ekstremist ve sayıca az bazı black metal grupları dışarıda tutulacak olursa, bu gençlerin inşa ettiği ve çoğunlukla metal ile özdeş kültür, tam tersine adilane bir dünya tasavvuru kuruyor, kendini anarşizm ya da sol nihilizm gibi düşüncelere yakın bir noktada tanımlıyordu. Metal ikonlarının birçoğu ilk vejetaryenlerdendi. Ha keza yukarıda değindiğimiz ve agresiflikleri malum punklar da birkaç nazi skinhead harici öfkelerini mümkün olduğunca düzene yöneltmişlerdi. Ne oldu da bu gençlerin isyanı ve radikalizmi, bizzat ezilenleri hedef gösteren ve sadece şiddeti ve gücü yücelten bir şeye dönüştü ve karşılık buldu? 

Dikkate değer bir diğer şey, bu kötücüllüğün kerametinin kendinden menkul olduğu ya da okültist sapkınlıklarla ilişkisine dair tezin yaygınlığı. Kolaycı, sansürcü, toplumsal sorunlardaki kolektif sorumluluğa değil, bireysel arınmalarla rahatlamaya dönük tavırların yaygın olduğu toplumlarda karşımıza çıkan ilk tepkilerin bunlar olması şaşırtıcı değil. O yasaklansın, idam geri gelsin, x sansürlensin, y kapatılsın. Bununla yetinmeyen ya da sonuçlardan ziyade nedenlerle ilgilenenler için başka sorular sorma vakti. 

Bu güvencesiz, sosyal ve ekonomik dayanışma ağlarından yoksun nesil, durmadan kısa yoldan para kazanma, birey olarak biricik ve güçlü olma safsatalarıyla dolduruldu. Chad denen tipler, biyolojik avantajların yanı sıra, sosyoekonomik avantajlarla da donatılmıştı ve bu avantajların kaynağı mühim değildi. Andrew Tate gibi figürlerin imparator ilan edildiği bu çağ, gençlere tek bir şey söylüyordu. Mühim olan para kazanmaktı ve bu yola giden her şeyin mübah olduğu onlara adeta tebliğ edilmişti. Bahadır Özgür’ün Z kuşağında çeteleşme ve mafyatik ilişkilere dair hazırladığı video, Şeyda Yılmaz’ı katleden Yunus Emre Geçti’nin 14 yaşından itibaren silah ve uyuşturucuyla iç içe geçmiş biyografisi, Boyun ve Geçti özelinde de olsa, durumun vahametine dair önemli fikirler verecektir. Bir yandan mahallelerde kol gezen uyuşturucu ticareti ve mafyatik yapılanmalar, bir yandan daha farklı sınıfsal ve kültürel tabakalara mensup gençlere vadedilenler: girişimcilik, bahis, şantaj ve dolandırıcılık ağları. 

Forumlara, discord kanallarına yönelik ifşalar sonrasında bu zorbaların çoğunun sosyal medya hesaplarında “girişimci” ifadesinin bulunduğuna denk geldim. Birçoğu reklam ve sponsorlu gönderiler yayınlıyor, bahis sitelerine, coin sayfalarına dair linkler paylaşıyor. Başa dönelim, tıpkı bir erginleme töreni gibi platformlarda en kötü, en gaddar olmayı performe ederken sadece kültürel bir gruba aidiyet kazanmıyorlar. Kolay yoldan para kazanmanın, dolandırıcılığın keyfi dünyasına adım atabilecek kadar “cesur” olduklarını gösterip diyetlerini ödüyorlar. Yaşıtları MESEM programlarında katledilen, çalışıp didinip intihara sürüklenen, çalıştığı için aptal, ezik, zavallı diye aşağılanan gençler, bu söylemlerin etkisi altında kalıp belki de bir süre sonra kendi can güvenliklerini ancak potansiyel katil olarak tesis edebileceklerini, ancak bu şekilde ayakta kalabileceklerini düşünüyor, saygınlığı zorbalıkla eşitliyorlar. Çünkü onlara bunları öğütleyenlerle hâlâ yeterince mücadele etmiyoruz. “Silahını kuşanıp cıgaraya vuran, çıkıp sokakta itleri vuran, karıları kızları hizaya sokan” bazı rapçileri sevimli buluyoruz, başarının bireyselliğini, girişimciliğin vurdumduymazlığını TEDX konuşmalarında dev ekranlara yansıtıyoruz. Bir biriciklik söylemi tutturmuş gidiyoruz, herkesin kendi çocuğunu çok özel, eleştiriden muaf bulmasını sorunsallaştırmıyoruz. Kabul edelim, Frankenstein’ın bu denli korkunç olabileceğini çoğumuz öngöremedik. 

Kapitalizmin vahşetini sakınma gereği dahi duymadığı, aksine bunu görselleştirdiği, tarihselleştirdiği, güç ilişkilerinin patriyarkal kalıplarla başta kadınlara boyunduruk edildiği bu dönemde, toplumsal ve sınıfsal yapılar tamamen değişene dek ne yapabiliriz? We Need to Talk About Kevin, mass shoot fenomeni üzerine yapılmış oldukça etkileyici bir yapımdı ancak çocuğu şiddete yönelten şeyi içsel bir anne nefretiyle sınırlandırması bakımından eleştiriye de açık olduğunu düşünüyorum. Evet, Kevin hakkında konuşmalıyız fakat bu konuşmanın kapitalizm ve şiddet döngüsünü es geçme lüksü yok.

Yaşadığımız şeyin şok etkisi, korku ve panik yaratması çok doğal olmakla beraber, bu tepkiyi örgütleyebilmek ve somut çözümler sunabilmek, önleyici sistemler tesis edebilmek adına daha derin, çok katmanlı tartışmalara ihtiyacımız var. Yeni bir fenomenle karşı karşıyayız. Şiddetin kendini yeni bir sunma biçimi. Köklerini sistemden besleyen, elini giderek artıran bir örgütlü şiddet.  Seri katiller döneminin bittiği söyleniyor. Gilgo Beach cinayetlerinin bitmesiyle bir dönemin sona erdiği iddia ediliyor. Seri katilleri tanımlamak, davranış örüntülerini çözmek için kriminolojinin yeterli gelmediğini biliyoruz. Seri katil Dennis Nilsen, 70’ler ve 80’ler boyunca, Thatcher İngilteresinin bir sonucu olan evsizleri hedef almıştı. Kriminal olan ile sınıfsal ve toplumsal olan arasındaki bağıntıyı yeniden keşfetmek zorunda değiliz. Seri katillere yönelik sempatiyi de, Manson’a yollanan hayran mektuplarını da biliyoruz.Ya da copycat dediğimiz kopyacı katilleri. Dolayısıyla sadece lanetleyerek, sansürleyerek, sebebi işimize gelmeyen yerlerde arayarak kendini çoğaltan ve bugün kendini çoğaltma platformları geçmişe nazaran çok daha geniş olan bu şiddet biçimiyle, çağın ruhunun bu en korkunç ürünüyle mücadele için daha radikal müdahale yöntemlerine ihtiyaç duyduğumuz tartışmasız bir gerçek. Seri katil çağının bitme nedenini açıklarken, yeni katl ve şiddet biçimlerinin, başta mass shoot olmak üzere, şiddetin daha kitlesel ve örgütlü formlarının yaygınlaşmasından bahsediyor uzmanlar. Bizim de kendimizi, çevremizi ve en önemlisi çocuklarımızı hem bu çağın canavarlığından, hem de onların bir canavara dönüşmesinden nasıl koruyabileceğimize dair çetin bir mücadele vermemiz gerekiyor. Barbarlık burada, biz neredeyiz.

1) https://www.agos.com.tr/tr/yazi/30809/eskisehir-de-nazi-hayrani-bicakli-saldirgan-bes-kisiyi-yaraladi

2) https://tr.euronews.com/2024/10/05/matrixten-dovus-kulubune-inceller-hakkinda-ne-biliyoruz

3) https://www.youtube.com/watch?v=2o4TgFvgkWA

4) https://www.diken.com.tr/heuermann-abddeki-son-seri-katil-mi/

Şiddet ve Güvenlik İhtiyacı Arasında Sıkışan Yaşamımız Üzerine

Mizojini Terörle Mücadele Kapsamına Alınmalı mı?