Mizojini Terörle Mücadele Kapsamına Alınmalı mı?

1990’lı yıllarda Kanadalı üniversite öğrencisi bir kadın çeşitli nedenlerden ötürü partner bulamayan insanların tanışıp kaynaşabileceği güvenli bir sanal ortam yaratmak amacıyla bir websitesi kuruyor. Sitenin adı “involuntary celibacy project” yani istemsiz bekârlık projesi. “Incel” ifadesi bu siteden yayılıyor. İngilizce “involuntary celibate” yani isteği dışında bekâr kalmış ifadesinin kısaltması. Aslında herkes yani kadınlar da LGBT+ bireyler de “incel” olabilir. Ancak 2000’li yıllara gelindiğinde kadınlardan nefret eden ve sosyal olarak uyumsuz olan heteroseksüel erkek toplulukları terimin kendilerine mal edilmesine yol açıyor.

2018 yılına  geldiğimizde bir “incel” tarafından Florida’da gerçekleştirilen bir başka toplu katliam “incel”lerin mizojen tutumlarına daha çok eğilinmesi gerektiğini düşündürüyor. Aynı yıl ABD’de ve dünya genelinde terörizmin nedenlerini ve insani sonuçlarını araştıran The National Consortium for the Study of Terrorism and Responses to Terrorism (Terörizm ve Terörizme Müdahe Çalışmaları Ulusal Konsorsiyumu) mizojiniyi takip ettikleri aşırılık içeren ideolojiler arasına dahil ediyor. 2018’deki vaka üzerine 2022’de rapor yayımlayan Birleşik Devletler Gizli Servisi “mizojen aşırılık” ifadesini kullanarak kadın düşmanlığından beslenerek gerçekleştirilen saldırıları terörle mücadele kapsamına alıyor. Birleşik Krallık 2024 yılından itibaren “aşırılaşmış” mizojiniye aşırılık içeren diğer ideolojilerle aynı muameleyi uygulayacağını açıklıyor. Lahey’de bulunan Uluslararası Terörle Mücadele Merkezi (ICCT) ise terörle mücadele eden kurumların mizojiniyi terörizmin bir türü olarak kabul etmekte çok yavaş davrandıklarını belirtiyor.

Birleşik Devletler Gizli Servisi’nin 2022’de yayımladığını söylediğim rapor saldırıyı gerçekleştiren kişinin nasıl biri olduğuna dair detaylı bir analiz içeriyor. Raporda dikkatimi çeken cümlelerden biri saldırganın günlüğüne kendisinden rahatsız olan kadınlarla ilgili yazdığı şu cümle oldu: “İnsanların içindeki çirkinliği ortaya çıkarıyor gibiyim.” Öğretmenlik yaptığı okuldan ve bir süre görev yaptığı ordudan uyumsuzluğu nedeniyle atılan bu kişi çevresindeki hemen her kadına ve erkeğe bir şekilde rahatsızlık vermiş ve defalarca farklı yerlerden uyarı almış hatta bazı durumlarda polis müdahalesine yol açmış. Sonunda, katliam gerçekleştirdiği yerde kendini öldürmüş.

Yazıya Amerikalı filozof Robert Nozick’e ait bir soruyla devam edeceğim. Daha sonra mutlaka tazminat ödenecekse başkalarına şiddet uygulanmasına kanunen izin verilmesine ne derdiniz? Yani her türlü şiddetin tazminini bir menü gibi listeleyen bir hasar piyasası olsa? Kol veya bacak kırmanın, topuktan kurşunlamanın, cinsel saldırının çeşitli versiyonlarını uygulamanın hatta geride kalan yakınlara ödemek üzere birini öldürmenin bile tazmininin yer aldığı bir liste olsa? Nozick’in kendi sorusuna vermiş olduğu cevap toplumsal bir yaşam sürdüğümüzü ve bunun en anlama geldiğini bize yeniden hatırlatıyor.

Bir suçun hakiki bedeli o suçtan direkt olarak zarar gören kişiden çok daha fazlasını kapsar. Mesela yüz kişi tehlikeli bir kömür madeninde çalışmaya gönderilir ve bir kişi herhangi bir sebepten kalıcı hasar alırsa o kişiye tazminat ödenir. Ancak günleri böyle bir kazanın kendi başlarına gelmesi korkusuyla geçen doksan dokuz madenciye hiçbir şey ödenmez. Yine mesela bir mahallede bir akşam vakti gerçekleşen bir soygunun veya tecavüzün ardından soyulmamış ve tecavüze uğramamış kişiler o muhite yerleşen soygun ve tecavüz atmosferi nedeniyle günlük yaşamın her ayrıntısını yeniden ve yeniden düzenlemek zorunda kalır. Nozick’in “ileriye dönük genel korku” diye adlandırdığı bu korku hâlihazırda görünen bir tehdite karşı oluşmuyor. İleriye dönüklüğü de buradan geliyor. Belki ölene dek hiçbir zaman gerçekleşmeyecek ama daima yaşamın tam orta yerinde hissedilecek bir korku.

Philip Fisher, Nozick’in bahsettiği “ileriye dönük genel korku”yu bir benzetmeyle ifade ederek her kişinin bu korkuyu kendi içindeki korku coğrafyasında yerelleştirdiğini ve bu yerelleştirme eyleminin bir sonucu olarak kendine göre “en korkuncu” neyse onu beklemeye giriştiğini söylüyor. Birine göre “en korkuncu” şuysa öbürüne göre “en korkuncu” bu olabilir. Birinin cinsel suistimale uğraması onun için “en korkuncu” olabilirken bir diğeri bunu “o kadar da korkunç” bulmayabilir. Mesela bir gece cinsel saldırı yaşanan bir muhitte yaşayan heteroseksüel erkekler geceleri sokakta yürürken saldırgan zannedilmekten korkarken muhitte yaşayan kadınlar ve LGBTİ+ bireyler saldırıya uğramaktan korkabilirler. İşte böyle oluşan korku ekonomisi Fisher’a göre aslında bildiğimiz piyasalarla önemli bir ortaklığa sahip. “İleriye dönük korku” da piyasalar da gelecek hakkında ne düşündüğümüze bağlı olarak hareket ettiğimiz yerler. O sokaktan mı geçsem yoksa bu sokaktan mı? Şu saatte buradan geçersem olur mu? Altın mı değerlenecek yoksa döviz mi? Borsa mı daha çok kazandıracak yoksa altın mı? Ekonomi haberleri sunan kanallarda durmadan konuşulan gelecek tahminlerini düşünün.

Esasında geleceğe odaklı bu tutum sadece ekonomi kanallarına has değil. Yıllar önce beyaz yaka çalışma ortamları ve Survivor yarışmasına dair yazdığım Bir Hüstütabir Sahnesi: Survivor adlı yazımda bir iş yerinin sosyal karakteristikleri yok oldukça yalnızlaşan çalışanların gerçekliği gelecekte bir yerlerde onları bekleyen bir şey olarak hayal etmelerine neden olan bir kontrol kaybı hissettiklerini yazmıştım. Survivor adasındaki yarışmacılar da böyleydi. Sanki orada geçen günler, haftalar, aylar “gerçek yaşamları”nın bir parçası değildi. Sanki “gerçek yaşamları” onlardan bağımsız bir varlık gibi onları dışarıda bekliyordu. Tıpkı bunun gibi, sanki hayat yaşayıp geride bıraktığımız ve şu an yaşamakta olduğumuz zamanın toplamı değil de uzak bir gelecekte ulaşacağımız bir durum. Bunun bir sebebi, piyasaların uzun ve kısa vadeli geleceğe odaklı varolma biçiminin hayatımızın her alanına sirayet etmesi. Fisher’a göre gelecekten beklentilerimizin gölgesi hafızamızın, geçmişe dair bildiklerimizin, hatta deneyimlerimizden öğrenme yetimizin bile üstüne çöker. Bize sürekli gelecekle ilgili planlar vadeden iktidarın “2053 vizyonu” da biraz böyle bir aklın ürünüdür diyebiliriz.

Bir süre önce Eskişehir’de bıçaklı saldırı gerçekleştiren 18 yaşındaki Nazi sempatizanı gencin yazıp paylaştığı notlara baktığımda dikkatimi “Ailemle aram hiç iyi olmadı” ifadesi çekmişti. Zira diğer yazdığı noktalarla hiçbir ilgisi yoktu. Hatta belki de en gerçek duygusunu yansıtan cümle oydu. Mizantrop olduğunu da söylüyordu, yani insanları sevmediğini. Doğrusunu söylemek gerekirse ben de insan sevgisiyle dolu biri değilim. Hiçbir zaman da olmadım. Fakat bunun insanları sevmek ya da sevmemek meselesi olmadığını düşünüyorum. Zira bana kalırsa insanları sevmemek hâlinden bir kimlik devşirip kendini mizantrop ilan edenlerin sevmediğini iddia ettikleri aslında insanlar değil. Maruz kaldıkları veya içine doğdukları ve içinden çıkamadıkları ilişkilenme biçimleri. Diğerlerine karşı ne hissedeceğimize karar veren onların kim ve ne olduklarından ve ne yaptıklarından ziyade onlarla hangi bağlamlarda nasıl ilişkilendiğimizdir.

O nedenle, bir katilin veya saldırganın bir ideolojinin etkisi altında hareket ettiği söylendiğinde hep aynı soruyu soruyorum. Peki, neden o değil de bu ideolojinin etkisi altında kalmış? Neden bir başkası değil de o kalmış? Bu noktada şefkat ve şefkatsizlikle şekillenmiş hânelerin içinde geçen kişisel hikâyeler devreye giriyor. Ancak söz konusu saldırganlar genç erkekler olduğunda, kendilerine bireysel ve toplumsal düzlemlerde arzu ettikleri gibi bir etki alanı yaratamayacaklarına inanmış olmalarının büyük bir rolü olduğunu düşünüyorum. Bahsettiğim şey bireysel boyutta evde akşam ne yemek yeneceğine karar verilmesine etki etmek kadar küçük, toplumsal boyutta hükümetin bazı politikalarının uygulanmasına veya uygulanmamasına etki etmek kadar büyük olabilir. Zira her insan çevresine öyle ya da böyle etki edebildiğini görmek ister. Bir çocuk kolunuza bastırıp kolunuzu kızarttığında sesinizi çıkarmazsanız bir sonrakinde parmağıyla yaptığı şeyi çatalla denemeye kalkmasının sebebi bu: Size etki edebildiğini görme arzusu.

Dünya bir süredir tarihsel bir dönüm noktasından geçiyor. Ülkelerin geçmişinde önemli roller almış erkeklere ait heykeller sömürgeciliğin temsilcileri oldukları gerekçesiyle alaşağı ediliyor. Eskiden yüceltilen birçok değer ve o değerin temsilcileri bayadır yerden yere vuruluyor. Yani resmi tarih Türkiye’de olduğu gibi birçok ülkede yapım aşamasında. Mesela Almanya 2021 yılında eski sömürgesi Nabimya’da işlediği soykırımları tanıdığını duyurdu. Resmi tarihi de muhtemelen buna göre şekillenmekte. Küresel ölçekteki bu değişim ve dönüşümlerin bir parçası olarak antimilitarist söylemin anaakımlaşması sayesinde erkekler savaşmak ve öldürmek zorunda olmadıklarını ifade edebilme imkânı buldular (Yıllardır dünyanın her yerinde düşük yoğunluklu savaş olduğunun farkındayım. İşaret ettiğim şey özellikle söylemsel düzeyde gerçekleşen dönüşüm). Ancak ortada bir problem var. Bu problemi bana göre en net dile getiren kişi bir dizi karakteri. “Erkekliklerini parçalamak” için özel bir kursa giden dört erkeğin hikâyesinin anlatıldığı İspanyol Machos Alfa yani Alfa Erkekler dizisindeki en maço karakter Pedro, bir bölümde feminizm sayesinde kadınların rotasının aşağı yukarı belli olduğunu ama erkeklerin rotasız kaldığını söylüyor. “Erkekliklerini parçalamak” istemeleri en başından zaten erkeklik denen şeyi nasıl kurguladıklarını gösteriyor. Erkeklik onlar için şiddet veya şiddet tehdidi içeren bir kurgu. Onu “parçaladıktan” sonra geriye kalanla ne yapacaklarını bilmiyorlar. Zira ironik bir şekilde tek bildikleri şey “parçalamak.”

Bu noktada milliyetçi militarizmin önemli bir duygusal beslenme kaynağı olduğunu görmek gerek. Artık birçok erkek, özellikle de genç erkekler her Türk’ün asker doğmadığının bilincinde ve açıkça askere gitmek istemediklerini dile getirebiliyor. İmkânı olan bedelli askerlik yapabiliyor. Militarizmin şiddet içeren cinsiyetçi söylemleri hâlâ dolaşımda olsa da artık günümüz Türkiye’sinde alışılageldik biçimde bağlam kurucu bir niteliği olduğunu söyleyemeyiz. Militarist liderlere has birçok özelliği artık sivil siyasetçiler üstlenmiş durumda. Ancak bildiğimiz militarizmin erkeklik inşasındaki özel rolünü hesaba katarsak, bu rolü üstlenecek onun yerine geçecek onun kadar etkin bir bağlam kurucunun oluştuğunu söyleyebilir miyiz? Diğer yurttaşlarla/vatandaşlarla eskisi gibi “Mehmetçik” olarak ilişkilenme zorunluluğu hissetmeyen veya bulunmayan genç erkekler, etkisine açık oldukları dış dünyaya nasıl etki etmeleri gerektiğine dair derin bir arayış içinde gibi görünüyor. Zira kendilerinden 10-20 yaş büyük erkeklerin içselleştirmeye mecbur bırakıldığı, “parçalamayı” hedeflediği, “parçaladığını” hissettikçe de gururlandığı türde hamaset dolu milliyetçi-militarist bir erkekliği çoktan elemiş gibiler. Özellikle sosyal medyada askerlikle ilgili olumsuz duygularını açıkça ifade edebildiklerini ancak bu duygularını örgütlü bir şekilde siyasal bir söyleme dönüştürmediklerini görüyoruz. Onun yerine gördüğümüz şey: “kadınlar da askere gitsin.” Bu anlamda arada kalmışlıktan göz edebiliriz. Militarizm yok olmadı ancak genç erkeklerin bir kısmı için bildiğimiz anlamda bir anlam dünyası kurma niteliğini yitirdi.

Bu bağlamda “incel” denilen akımın Türkiye’de karşılık bulması anlamlı. Türkiye hiçbir zaman gönül ilişkilerinin rahatça yaşandığı bir ülke olmadı. Bu ülkede eskiden de beğendikleri kadınlara ulaşamayan, sevişmek istediği hâlde sevişemeyen erkekler vardı. Bugünün genç erkekleriyle dünün genç erkekleri arasındaki farklardan biri muhatap oldukları kadınların daha özgürleşmiş ve sekülerleşmiş olmasıysa diğeri de erkeklerin biriyle birlikte olma konusunda hissettikleri baskının yoğunluğudur. Ancak bu tek başına yeterli değil. Zira agresif bir “incel” olmak hayatla ve insanlarla “parçalayıcı” bir erkeklik performansıyla ilişkilenme biçimi sunuyor. Bu ilişkilenme biçimi bizi geçmişimizden ve bugünümüzden koparıp geleceğe hapseden piyasa tipi bir varoluş biçimi ile “ileriye dönük genel korku”ların failleri olarak baş etmeyi mümkün kılıyor. O nedenle, ne kendilerinin ne de toplumun geleceğine etki edebileceğini düşünmeyen veya bunu nasıl yapacağını kestiremeyen genç erkeklerin, etkisine açık oldukları ama etkileyemedikleri ortamlara sosyolojik bombalar attıklarını düşünüyorum.

Ancak herhangi bir toplulukta “ileriye dönük genel korku” yaratacak türden bir suç işleyen kişinin bunu neden yaptığını serinkanlı bir sosyal bilimci olarak anlama isteğimle bir kadın olarak o kişinin toplumdan bir an önce “terörist” veya başka bir sıfatla ayrıştırılması isteğim çatışıyor. Bu noktada kendime şunu hatırlatıyorum. Hiçbir patronu iş yerindeki işçinin ölümüne sebep olmaktan dolayı övünürken göremeyiz. Ancak kadın düşmanlığıyla işlenen cinayetlerin ardından katillerin eylemlerinin haklılığından şüpheye düşmeyen ve  kendiyle gurur duyan bir “terörist” gibi  bilinmek ve tanınmak hatta alkışlanmak istediğini görebiliriz.

“Cinsiyete Dayalı Şiddet, Şiddetsizlik Ortamı Yaratarak Çözülebilir”

Çarpık Bir Seks Anlayışı Yaygınlaşırken: Kadınları Değil Kapitalizmi Suçlayın