Türkiye’de spor iklimi, birkaç olgunun sınırlarında sıkışmış durumda. Bunların arasında ise en çok öne çıkan, tartışmasız bir şekilde şiddet ve onun uzuvlarıdır. Bu sözcüğü, salt müsabakalarda ve antrenman sahalarında “kemik sesleri” gelmesine sebep veren gerilim düzeyi yüksek idmanlar, sert geçen ve çekişmeye neden olan heyecan düzeyi yüksek, hareketli maçlardan feyz alarak kullanmıyorum elbette. Çünkü bizdeki şiddetin çoklu örnekleri mevcut ve geneli de futbol üzerinden beslenme olanağı buluyor.
Oldukça rahatsız edici ve kemikleşmiş bir olguya dönüştü bu. Ne sahada olan sahada kalıyor ne de şiddetin biteceğine dair genel bir kanı söz konusu. Fiziksel ya da duygusal şiddetin doruklarında geziniyor olsak da entelektüel bir karşı “şiddetin” varlığını söylemekse hâlâ zor.
Tekil çabalar ise ya gündem içerisinde doğal seleksiyona uğruyor ya da örgütsüz olmanın hazin sonunu yaşıyor.
Futbolumuzda başlayan bu şiddet sarmalı, diğer spor dallarına da sirayet ediyor açoktandır. Ne de olsa futbol taraftarının erkek yoğun ve “düşmanlaştırma kara propagandasına en çok maruz kalan” kısmı gidiyor çoğu maça. Futbol sahaları üzerinden taşınan gündemler, salonlara girmekte hiç zorlanmazken, ortaya çıkan basınç düşmanlığı daha da çok körüklüyor.
Çok yakından bir örnek olsun, FIBA Kadınlar Süper Kupa finalinde birkaç gün önce Abdi İpekçi Spor Salonu’nun yerine açılan Basketbol Gelişim Merkezi’nde oynanan Fenerbahçe Opet-Beşiktaş kadınlar basketbol mücadelesinde, sahaya atılan yabancı maddeler nedeniyle maç duruyor ve sonrasında alınan kararla maç 3 Ekim’de oynanmak üzere erteleniyor. Karşılaşma, seyircilerin sahaya “yanıcı ve patlayıcı madde” atmasının ardından 1 dakika 56 saniye oynandıktan sonra durduruluyor.
Bu gerilim ve düşmanlık atmosferini hangi olgulara bağlamak gerekli?
Aynı düşmanlık, kendisi biten ancak etkisi bitmeyen Fenerbahçe-Galatasaray derbi karşılaşmasının sonuna da taşınmadı mı? Sürekli olarak ve kuşkusuz ki bilinçli olarak üretilen “karşılıklı suçlama” diyalogları, futbolu takip etmeyi sürdüren ülke insanını da ciddi anlamda hırpalar hale geldi. Ülkede suçlanmayan canlı ya da cansız obje kalmadı. Hakemler suçlamaların en merkezi konumunda kalmayı sürdürürken, artık komplo teoriciliğinin futbol ayağı da organize edilmeye başlandı.
Hakemler yine suçlananlar listesinin başını çekti; futbolun başkan ve yönetici kodamanları medya üzerinden kitleleri birbirine düşürme konusunda yol aldı. Zenginlikten parasını harcayacak yer bulamayacak sermayedar klik ise “paşa gönlü” ne isterse yaparken, asgari ücretli kitleyi kontrol etmeyi sürdürüyor. Futbolun ideolojik etkisi tam da burada kendisini gösteriyor.
Şampiyonluğa yatırım, siyasi arenada da yapılıyor. Ziyaretler, mesajlar, laubali kikirdemeler…
Ha, romantik çağdan da eser kalmadığı için, futbolumuzun ustalarını anmak da çoktandır boşa düşmüş durumda. Sosyal medyada hazırlanan bir görsel işinizi görüyor nasılsa. Kimin ne yaptığının, ne dediğinin, dünya görüşünün ya da yarım bıraktıklarının ne önemi var?
Herkesin dilinde “adalet” sözcüğü geçiyor ama “eşitlik olmadan nasıl adaleti sağlayacağız” sorusu akıllara hiç gel(e)miyor. Herkes adaleti kendisi için talep ediyor, kimse kendisine toz kondurmuyor, kendisiyle ilgili değil başkalarıyla ilgili konuşuyor ya da suçu sürekli bir şekilde başka kişi, kurum ya da kulvarlarda arıyor. Futbol yorumcusu kurşunlanıyor, karşılıklı hakaret meşrulaşıyor, teknik direktörler birbirine giriyor, kulp takıyor…
Sözün özü, iğrenç bir bulamaç, garabet ve kısır bir döngü; derin bir girdap, çekilmez ızdıraptır bizimkisi…
Hemen soruyorum, bir türlü ikna edilemeyenler, hakemlik mesleğini sistematik olarak lekeleyenler için; değil Avrupa’dan hakem, dünyanın en ücra köşesinde inzivaya çekilen “Türkiye’yi ömrü hayatında hiç duymamış hakem” getirsek bir haftasonu maçında ve gecikmeden onu dahi suçlamakta, hedef tahtasına yerleştirmekte mahirizdir biz.
Çünkü sorun ne hakemde ne de her gün çamur attığımız farklı farklı olayda ya da objede…
Sporun aynası nasıl toplumsa, nasıl bir bataklığın içerisinde debeleniyorsak, artık aynaya bakmak bir rutin olmak zorundadır bizim için.
O nedenle sözlerinde sadece adalet diyenler içindir çağrım, futbola ve spora önce eşitliği ve dayanışma iklimini getirmektir asıl hedef. Ancak haber kötü; bu bir planlama ve örgütlenme ister ve değiştirme iradesini gerektirir. O nedenle, ne bir kuru köşe yazısı bu enerjiyi tek başına sağlar ne de kerameti kendinden menkul dışsal bir güç bunu bizim yerimize yapar.
Ne de olsa adalet de mülk sahipleri için değil midir? O yüzden önce eşitlik olacak ki futbolda da dayanışma iklimini inşa edebilelim. Birbirinin üzerinde tepinen, tepindirten değil; birbiriyle rekabet eden ancak dayanışmayı merkezine alandır aslolan, kendine madalya başkasına kulp takan değil.
Yoksa, borsanın arsayı alaşağı ettiği bir futbol düzeninde, adaleti TFF Başkanı Hacıosmanoğlu’ndan mı bekleyeceğiz, spor kurumlarını işgal eden tarikatçılardan mı ?Ya da İstanbul takımlarına mikrop gibi sızan ve üreyen Ali’li, Rahmi’li, Kıraç’lı Koç Grubu’nun iyi niyetine ve yönlendirmelerine mi kaldı makus futbol talihimiz ve tarihimiz?
Kısır döngüler elbet kanıksanır ve gaipten gelen seslere takılanlarımız dipsiz bir kuyuya sürüklenir.
O yüzden mitleri bırakmak ve gerçek sorunları görünür hale getirmek en iyisidir.
Son olarak ve çok klasik olsa da, Simon Kuper’in ünlü “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir” başlıklı kitabı bize futbolun bir oyundan çok daha ötesi olduğunu ve birçok şeye, olguya ve olaya değdiğini söylüyordu.
Söz doğrudur, ancak futbol ise birçok şey olsa da ve birçok şeye gebe olsa da, bellidir ki bizimkisi hiç değildir.
Bizde olanı değiştirmek gerekir.
Şiddet ve Güvenlik İhtiyacı Arasında Sıkışan Yaşamımız Üzerine