Aklıma ara ara çocukken bana dadılık eden televizyonda seyrettiğim filmler geliyor. Bunlardan biri adını hatırlayamadığım ve bir türlü bulamadığım bir film. Başrolde şarkıcı Gökhan Güney’in oynadığını biliyorum. Babası rolünde de Hüseyin Peyda. Filmi bir defa görmüştüm. Gökhan Güney’in oynadığı karakterin eşi kayınpederi tarafından tecavüze uğruyor ve eşine bir kardeş doğuruyordu. Sonrasında eşi onu babasıyla bırakıp çekirdek bir ailenin geçimine yetecek miktarda parayı kapıdan teslim edip gidiyordu. Filmden geriye ne kadının yaşadığı dehşete ne de mahkûm edildiği korkunç hayata dair doğru düzgün bir sahne aklımda kalmış. Varsa yoksa sevdiği herkes tarafından nasıl da sırtından bıçaklandığını düşünen adamın derin kederi… Bu film bir kadının travmasının bir erkek tarafından nasıl gaspedildiğini görmek için nadide bir örnekti. Zira bazen gerçekten de bazı “erkek hikâyeleri” gaspedilmiş kadın ve kuir hikâyeleridir.
Birkaç gün önce sosyal medyada erkekler için de bir anıt sayaç kurulmasından bahsedildiğini gördüm. Anıt sayaç katledilen kadınlar için kurulmuş dijital bir anıt. Siteye girip hangi yılda hangi kadınların öldürüldüğünü görebiliyorsunuz. İsimlere tıkladığınızda karşınıza kim tarafından öldürüldükleri gibi bilgiler çıkıyor. Bu fikre benzer bir şeyi seneler önce henüz lisansüstü öğrencisiyken Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinden de duymuştum. Şiddetin şiddet olduğunu, kadınlara özel bir durum varmış gibi davranmamak gerektiğini iddia ediyorlardı. Bunu duyduğumda ilk düşündüğüm şey bu iddianın neden geçerli olmadığı değil, böyle bir iddianın neden yüksek öğrenim görmüş bir grup genç erkek tarafından sahiplenildiğiydi.
Hannah Arendt “iktidar” kavramından bahsederken onun tek bir kişinin mülkünde olmadığını, bir gruba ait olduğunu ve grup bir arada hareket ettiği sürece sürdürülebileceğini söyler. Bunun aksine “kuvvet” bireysel bir niteliktir ve bir kişinin karakterine içkindir. Örneğin, ataerkil toplumlarda erkekler iktidar sahibidir dendiğinde erkeklerin bir grup olarak iktidar sahibi oldukları kastedilir. O toplumdaki her erkeğin kendi özel yaşamında kendini çok kuvvetli hissettiği kastedilmez. Yani biri sosyolojik diğeri psikolojik iki boyuttan bahsediyoruz.
Şimdi aile, din ve devlet gibi toplumsal kurumlara dönüp bakalım. Bu kurumlar ataerkil oldukları ölçüde kendini psikolojik düzeyde kuvvetli hissedemeyen erkekler süreksizlik hissine kapılacaktır. Yani toplumsal kurumlar onları karar verici, önder, birincil muhatap vb. olarak konumlandırırken onlar hem bu konumu anonim bir erkek olarak üstlenecek hem de aynada tekil bir birey olarak, kendileri olarak bu iktidarın bireysel düzeydeki karşılığını göremeyecektir. İşte süreksizliğin maskülen hâli.
Kadınlarsa toplumsal kurumlar tarafından peşinen iktidarsızlaştırıldıkları için kendi özel alanlarında yani psikolojik boyutta yaşadıkları bir kuvvetsizliğin onlarda süreksizlik değil, aksine süreklilik hissine yol açması daha olasıdır. O yüzden ataerkil kurumlarla çevrili bir kadın ancak bunun aksi olduğunda süreksizlik hissine kapılabilir. Yani kendi tekil yaşamında kuvvetli bir kadın örneğine dönüştüğünde toplumsal kurumlarla yaşadığı her karşılaşma onda süreksizlik hissine yol açabilir. Örneğin, kadın kendine şiddet uygulayan kişiden boşanacak cesareti kendinde bulmuş, boşanmış ve belki de bir iş kurmuştur. Ancak yalnız yaşamasını istemeyen ebeveynleriyle ne zaman muhatap olsa kuvvetli bir kadın hissetme hâli kesintiye uğrayacaktır. İşte süreksizliğin feminen hâli.
Bu bağlamda, kadınların kadın oldukları için öldürülmesi demek toplumsal kurumların belirli koşullar gerçekleştiğinde kadınların erkekler tarafından öldürülmesini mazur görmesi demektir. Mesela Eylem Ümit Atılgan kadınları öldüren erkeklerin “Sen adam mısın?” sorusu üzerine öfkeye kapılıp cinayet işlediklerini iddia ettiklerinde haksız tahrik indirimi alabildiklerini gösteriyor. Yargı, erkeklerin en çok “adam olmadıkları” söylendiğinde kontrolü kaybederek saldırmalarını “beklenen” bir tepki olarak yorumluyor. Ancak Atılgan’ın en önemli tespiti bana kalırsa şu; Türk Ceza Kanununun haksız tahrik indirimiyle ilgili maddesinde “Haksız bir fiilin meydana getirdiği hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında” suç işleyen kimseden bahsediliyor fakat bu maddenin gerekçesinde “haksız fiil” “hukuk düzenince” tasvip edilmeyen bir fiil olarak tarif ediliyor. Haksız tahrik indirimi alan erkeklerin çoğu örneğin “cinsel ilişki sırasında isteksiz davranmak,” “erkeğin istediğinden daha çok sevişmek istemek,” “cilveli saat sormak,” “beyaz tayt giymek,” “sık banyo yapmak,” “televizyon kumandasını yere fırlatmak,” “‘Bana karışamazsın!’ demek” gibi fiiller neticesinde cinayet işlemişler. Atılgan bu noktada çok doğru bir soru yöneltiyor: Bu fiillerin “hukuk düzeninin tasvip etmediği” haksız fiiller olduğundan emin miyiz? Değiliz. Bu fiiller yazılı olmayan toplum kurallarını ihlal eden fiiller. Hatırlıyorsanız Kayseri’de kendisinden boşanmak isteyen eşini öldüren bir erkek “Öldürme hakkımı kullandım!” demişti. Yani kadınların travmalarını ve hikâyelerini gaspeden erkekler bunu kurumların elleriyle gerçekleştiriyor.
Nitekim, katiller kadın olduğunda haksız tahrik indirimi konusunda yargının takındığı tutumu görmek için Nevin Yıldırım gibi örneklere bakabiliriz. Hatta katil erkek olduğunda maktul onun ne kadar yakınıysa haksız tahrik indiriminin o kadar mümkün ancak katil kadın olduğunda ise maktul onun ne kadar yakınıysa o kadar imkânsız olduğu hakkında spekülasyon yapabiliriz. Böylece her durumda haberlere iliştirilen çoğu zaman da teyitsiz bilgi olan “eski sevgilisi” ibaresi başka bir anlam kazanmış olur.
Bir önceki yazımın sonunda belirttiğim gibi, bir patronu kendi iş yerinde can vermiş bir işçinin ölümüyle gururlanırken veya zaten ne kadar kötü bir işçi olduğu hakkında veri paylaşırken göremezsiniz. Bunun patron olarak onun hakkı olduğunu savunurken hayal bile edemezsiniz. Belki 1800’lü yıllarda yaşasaydık bu mümkündü ama bugün bunun kamusal bir karşılığı yok. Ancak kadınların belirli koşullar gerçekleştiğinde öldürülebileceğini kamuya açık alanlarda savunan kimseler hayal etmeyi bırakın bu insanları canlı kanlı görmek gündelik hayatımızın gerçekliğinin bir parçası oldu. Üstelik bu duruma işaret ettiğinizde eşiyle veya eski eşiyle yaşadığı sorunlardan yola çıkarak kadınların da “az olmadığını” savunan kimselerle muhatap olmak zorunda bile kalabiliyorsunuz. Bu akıl yürütme biçimine göre herkesi savunmakla yükümlü olan hukukçuların dünyanın en sevgi dolu insanları olması gerekiyor. Birinin belirli kimlikler dahilinde mesela belirli bir etnik, cinsel veya sınıfsal kimlik dahilinde başkalarına zarar verme kapasitesinin kurumlar tarafından artırılması “iktidar” ile ilgili bir sorunsaldır. İktidar da yukarıda belirttiğim gibi bir kişinin mülkünde değildir, bir gruba aittir ve grup bir arada hareket ettiği sürece sürdürülebilirdir. Bu bağlamda, katledilen kadınlar için kurulan anıt sayaç bizimle sayısal bir veriden ziyade bir hikâye paylaşıyor. Bize bir hikâye anlatıyor. Ancak bu hikâyeyi ısrarla duymamaya çalışmak hatta onunla aşık atmak için başka bir hikâye uydurmaya kalkmak da bir şey anlatıyor. Fakat bunu başka bir yazıya bırakıyorum.
Değişime Uyumlanamayan ve Şiddete Karşı Duramayan Erkeklerin Utancı!